29 Aralık 2013 Pazar

kuyucaklı yusuf / sabahattin ali

“bir yetimin romanı”

14
salahattin bey, gençliğini deli gibi geçirdikten sonra, birden bire yorgunlaştığını, artık daha fazla koşacak kuvveti olmadığını görmüş, beş sene evvel, bu kendisinden tam on beş yaş küçük kızla evlenivermişti. bizim küçük anadolu şehirlerimizde bu müzmim evlenme hastalığı daima hüküm sürmektedir. en kuvvetliler bile bir iki sene dayanabildikten sonra bu amansız mikroptan yakalarını kurtaramazlar ve kör gibi, önlerine ilk çıkanla evleniverirler. tabii bu evlenmede, herhangi bir müşterek hayattan ziyade, erkek için evde bir kadın bulunması; kız için de “münasip bir kısmet” varken kaçırılmaması düşünülmüştür. bu izdivaç mikrobu evlendikten sonra faaliyetine başalar. evvelce birtakım emelleri olan, yükselmke, kendini göstermek, eser vermek isteyen adamlara bir kalenderlik, bir lakayıtlık gelir. evde meram anlatmaya asla imkan olmayan, seviyesi, ahlak telakkisi, dünyayı görüşüve itiyatları büsbütün ayrı bir mahlukla daimi bir beraberlik insanı dış hayayya da bedbin yapar ve bütün insanlardan şüpheye düşürür.


102
muhakeme uzun sürmedi. zaten şakir, tevkifinin haftasında müstantik tarafından serbest bırakılmıştı. bu bir haftanın da ancak gündüzlerini, onu da müdür odasında oturup cigara içmek ve nizamiye kapısının yanındaki küçük bahçede aşağı yukarı dolaşmak suretiyle, hapishanede geçirdi. geceleri evine bırakılıyordu. güya gizli olarak yapılan bu müsaadeyi kaymakam, müddei-umumi ve ceza reisine kadar herkes biliyor ve bir şey demiyordu. çünkü başka türlü olmasına imkân yoktu. bu böyle gelmiş, böyle gidiyor ve kasabanın başında bulunanların aklı bile, hürriyete ve onun getirdiği birkaç müsavat fikrine rağmen, hilmi bey'in oğlunun sahiden hapsedilebileceğini kabul etmiyordu. hapishane ancak serseriler, köylüler ve aşağı tabakadan insanlar içindi; bir hilmi bey'in oğlu, adam öldürse bile, onlarla bir tutulamazdı. değil böyle mahkûm olacağı şüpheli kimseler, on beş seneye mahkûm edilmiş eşrafzadeler bile, cürümlerinin cezasını çok kere yarı yarıya evlerinde çekiyorlardı. hapishanede kaldıkları zamanlar, valinin veya bir adliye müfettişinin nadir ziyaretine münhasırdı. bazen aksi bir karakol kumandam veya hapishane müdürü geliyor, birkaç gün, o da kendini göstermek ve göz
yıldırmak için, sertlik yapıyor, fakat bazı mahpusların dışardaki akrabaları gelip kendisiyle konuştuktan sonra, her şey eski şekline avdet ediyordu. zaten ilk yapılan sertlik de, bir "pahalıya satılmak" manevrasından başka bir şey değildi.


135
bu saatlerin bir daha geri gelmeyeceğini, karanlık bir his,ikisine birden tekrar edip duruyor ve aynı zamanda, saadetleriningölgesiz olması için, dimağlarının bu andan başka hiçbir şeylemeşgul olmaması lazım geldiğini onlara fısıldıyordu. ikisi de nebir saat önceyi, ne de bir saat sonrayı düşünüyorlardı. bütünhislerden ve düşüncelerden daha kuvvetli olan ve insanı hayatındaancak birkaç defa idaresi altına alan tabii ve hâkim bir duyguşimdi ikisini de avucunun içine almıştı. bu anda etraflarındakiağaçlar, karşılarındaki deniz kadar bu kuvvete ta-biydiler. bir teküzüntüleri, bir tek istekleri yoktu. hatta her istediğine nailolanların iç sıkıntısı da onlardan uzaktı. saadetin bu kadar tamamve mükemmel oluşu ikisini de şaşırtmış gibiydi. o kadar ki,birbirlerine söyleyecek tatlı sözler bile bulamıyorlar, sadece derinderin nefes alarak gülümsüyorlardı. uzun135

müddet böylece bekleştiler. bir aralık muazzez'in başı yusuf unomzuna düştü: uyumuştu. yusuf onu kollarına alarak arabayagötürdü.atlar bağlı oldukları ağaçlara başlarını sürtüyorlardı; ayaklarınınaltındaki kuru çam iğneleri kırıldıkça çıtırdıyor ve aşağıdoğru kayıyordu.iri ve yüksek çamların yukarılarında kıpırdamalar oluyor, birsincap daldan dala atlıyordu.yaylı arabanın boşluğa doğru uzanan oku hafif hafif sallanıyorve içinde bulunan iki genç insanın nefesleri kuru ot ve keçekokularına karışıyordu.


151
böyle zamanlarda tarif edilmez bir hasret onları birbirine çekerdi.etraflarına yabancı olduklarını hissettikleri nispette birbirleriniararlar, bu kısa müddet esnasında içlerinde günlerce anlatmaktabitmeyecek şeylerin toplanıp biriktiğini sanırlardı. halbukiilk fırsatta birbirlerini arayıp bulunca ikisi de eski sükûtlarındadevam ederler, yan yana oturarak veya ağaçların altında dolaşarakberaberliklerinin tarif edilmez saadetini duyarlardı.konuşmaya ne lüzum vardı? bütün güzel laflardan ve hoşinsanlardan sıkılan bu mahlukları, birbirlerinin sessiz mevcudiyeti,yorgunluk verecek kadar doyuruyordu.birbirleri için ne kadar tabii ve lüzumlu iseler, etrafları için okadar garip ve manasız olduklarını karanlık bir şekilde hissetmiyor değillerdi. hislerinin şiddeti ve dünyalarının ayrılığıcihetinden yapayalnız olduklarını, birbirlerine söylemeden biliyorlarve bunun uzun zaman devam etmesinin ne dereceye kadarmuhtemel olduğunu korku ile düşünüyorlardı. hiçbir yerdenöğrenilmiş olmayan ve tabiatın henüz kendisine bağlı bulunanlarauyanık tuttuğu bir his onlara, hayatın bütün kalaba-ğından vemüşterek yürüyüşünden ayrılmanın dehşetini fısıldıyordu. bununiçin, ancak her şeyle alakalarını keserek kendi dünyalarınadöndükleri zaman rahat ediyorlar, muhitle temasta bulunmayamecbur olunca fena hissikablelvukuların altında ezilmeyebaşlayarak sıkılıyorlar ve kaçmak istiyorlardı.


183
ve sadece hatıralar, iki insanıbirbirine bağlayacak kadar kuvvetli değildi


28 Aralık 2013 Cumartesi

siyah gözlerine beni de götür / nurullah genç













(avareyim, asudeyim ...)
daha dokunmadan kurudu irem
çöllere bir türlü yagamiyorum
yeni bir kosunun baslangicinda
biraz deprem sonrasi
biraz sehir hülyasi
bir kalp yanginindan geriye kalan
siyah gözlerine beni de götür
artik bu yerlere sigamiyorum

pembe uçurtmalar yolladigindan beri
sarardi tiryaki menekseleri
sonbaharin tozlu kafeslerinde
sevgi turnalari yakaliyorum
turnalar gidiyor; ben kaliyorum
avareyim, asudeyim, yorgunum
bilmiyorum neden sana vurgunum
erzurum garinda banklar üstünde
uyku tutmuyor karanliklari
yitik düslerimi kovaliyorum
gölgeler gidiyor; ben kaliyorum

binbir türlü kokuyorsa yaylalar
siyah gözlerine beni de götür
baharin koynundan koparip sana
ıpek bir mendile sardigim yüregimle
sehzade gülleri gönderiyorum
umutlar kaliyor; ben gidiyorum

bütün yelkenlileri, deniz fenerlerini
kaptanlari sorgulayan
yanindan geçen küheylanlarin
korku tufanina yakalandigi
siyah gözlerine beni de götür
günes ülkesinden gelen yigitler
benzeri olmayan bir dünya kursun
cellat, ayriligin boynunu vursun

usul usul intizari çürüten
bu hercai diken, bu çilgin arzu
sürüklüyor imkansiz mustularin
esigine gönül vadilerini
bir agaçtan düsen yapraklar gibi
düsüyorum tanyerine
ya topla yarali kirlangiçlari
ya da bu vefasiz sarkiyi bitir
özgürlüge giden tutsaklar gibi
siyah gözlerine beni de götür

23 Aralık 2013 Pazartesi

hepsi bu / yılmaz erdoğan

değişen ben değilim
dönüşen savaş
yaşlanmakla ıslanmak aynı şey:

bir yağmurun gölgesinde ihtiyarlamak

şimdi ölüm bile yetmiyor
acılarımızı tartmaya
dostlar
alıngan bir sahili pinekliyorlar
bir merhaba'yı bıçaklar gibi artık
selamlaşmalar

değişen ben değilim
dönüşen savaş

artık zaman bile yetmiyor
yaşadığımızı sanmaya

yine de ışıklar bu kenti
güzelmiş gibi gösteriyor
geceleri...

geceler...
yani
ahmet haşim'in kafiyeleri....

seni aklıma düşüren
yerçekimi değil
yalancı yıldızlar
öyle uzaksın ki 
üflesem soğuyacaksın 
sarılsam okyanus

bir aşka yetecek kadar
ve anımsatacak kadar
sebepsiz bir ölümü,
acılarımız
ve kafiyelerimiz var...

işte hepsi bu kadar....



20 Aralık 2013 Cuma

başkaldıran insan / albert camus



bir tutku cinayetleri vardır, bir de mantık cinayetleri. aralarındaki sınır belirsizdir. ama ceza yasası, oldukça elverişli bir biçimde, kasıt kavramıyla ayırır bunları birbirinden. kasıt ve kusursuz cinayetler çağında yaşıyoruz. canilerimiz aşk özürüne sığınan o umarsız çocuklar değil artık. tam tersine, olgunluk çağlarında, suçsuzluk kanıtları da yadsınmaz türden: her şeye hatta katili yargıç bile yarayabilen bir felsefe.

faşizm hor görüdür,buna karşılık horgörünün her türü politikaya girdimi faşizmi hazırlar ya da kurar. faşizmin kendi kendini yadsımadıkça, başka bir şey olamayacagınıda eklemek gerekir.

devlet "aygıtla" yani fetih ve baskı mekanizmalarının bütünüyle özdeşleşir. yurt içine yönelen fethin adı probaganda yada baskıdır, dışarıya dogru yöneltilince orduyu yaratır. böylece bütün sorunlar birer askerlik sorunu durumuna getirilmiş, güç ve etki terimleriyle kurulmuştur. politikayıda yönetimin temel sorunlarınıda başkomutan kararlaştırır.strateji konusunda yadsınamaz olan bu ilke sivil yaşamda da genelleştirlmiştir. tek önder, tek halk,tek efendi milyonlarca köle demektir. bütün toplumlarda özgürlügün güvencesi olan ara kurumların yerlerini ya sessiz yada(aynı şey) "slogan"lar haykıran kalabalıklar üzerinde egemen olan çizmeli bir "yehuda"ya bırakır.önder ile halk arasına bir uzlaşma yada aracılık örgütü degil,"aygıt" yani baskı aracı olan parti yerleştirilir. böylece bu düşük gizemciligin ilk ve tek ilkesi, yoksayıcılık dünyasına bir putatapıcılık ve bayagı bir kutsallık getiren "führerprenzip" dogar.


çünkü yaşamak kendi başına bir değer yargısıdır. soluk almak yargılamaktır.

öyleyse birey tek başına, savunmak istediği değerin kendisi değildir. bu değeri oluşturmak için, en azından bütün insanlar gerekir. başkaldırıda, insan başkasında kendini aşar.

insanlar herkeste herkesçe benimsenen, ortak bir değere dayanamıyorlarsa, insan için insan anlaşılmaz kalıyor demektir.

insanlık koşulu genelleştirilmiş ölüm cezasıyla tanımlanırsa, başkaldırı, bir bakıma, onunla çağdaştır.

köle adalet istemekle başlar, krallık istemekle bitirir işi.

doğaya başkaldırmak kendi kendimize başkaldırmakla birdi. başını duvarlara vurmaktır. o zaman tutarlı olan biricik başkaldırı intihardır.

ruh, zindanda, boyun eğiş aktöresi olmayacak bir aktöre kuracak ölçüde güçlüyse, bir buyuruculuk aktöresi kurar çoğu zaman.

yok etme serbestliği yok edenin de yok olabilmesini içerir.

ölüme ve haksızlığa duyulan kin, kötülüğü öldürmeyiuygulamaya almasa bile savunmaya götürür insanı.

başkaldıran insan, kendini suçsuz bulduğundan, kötülükle savaşmak için iyilikten vazgeöer ve kötülüğü yeniden yaratır.

yalnız çığlık yaşatır insanı; coşku gerçek yerini tutar.

her şey kımıldar, hiçliğe koşar, ama alçalmış kişi dayatır ve hiç değilse gururu ayakta tutar.

birey, yaratık olarak, yaratıcıya karşıt olamaz.

gerçek acımanın acısını çeken kişi için kurtuluş yoktur.

insan, var olmak için, “yapmaya” karar vermelidir.

devrimci olmak için inanılacak hiçbir şey yokken, hâlâ bir şeylere inanmak gerekir.

ayaklanan insan bencillikleri ancak kendi bencilliği birleştirdiği ölçüde, birleştiği sürece uyuşacaktır öteki insanlarla. tek varlığı olan var olma istediğini yatıştıracaktır yalnızlıktadır gerçek.

insan kendisini boğan düğümler arasında ölmek istemiyorsa, onu bir vuruşta kesip atması, kendi değerini kendi yaratması gerçektir.

dünya çarkı durup da insan var olana evet dediği zaman, öğleye ermiş özgürlük vardır. ama varolan oluşur.

başkaldırmış şiir, on dokuzuncu yüzyıl sonu ile yirminci yüzyıl başında bu iki uç; yazın ve güç sistemi, usdışı ve ussal, umutsuz düş ve dizginsiz eylem arasında gidip gelmiştir hep.

adaletsizliği adaleti yerleştirerek düzeltemeyince, hiç değilse en sonunda yok oluşla birleşen, daha geniş bir adaletsizlik için içinde boğmayı yeğ tutar insan.

kendi kendimizden nefret etmemiz için, suçsuz olduğumuzu bildirmemiz gerekirdi, bu da yalnız kişi için olanaksız bir gözü pekliktir; kendi kendini tanıması bunu engeller.

her deha aynı zamanda hem benzersiz, hem de bayağıdır.




10 Aralık 2013 Salı

gül dikeni / ülkü tamer











uçakları nedeyim
gökkuşağı gönder bana
senin olsun süngülerin
gül dikeni yeter bana.

kan kurşundan silinince
kardeş olur, kardeş olur eller bana
kan kurşundan silinince
kardeş olur, kardeş olur, kardeş olur eller bana.

silahları nedeyim
benim sevgim mavzer bana
suya attığım çiçekler
bir gün olur döner bana.

kan kurşundan silinince
kardeş olur, kardeş olur eller bana
kan kurşundan silinince
kardeş olur, kardeş olur, kardeş olur eller bana

8 Aralık 2013 Pazar

rüzgar / sabahattin ali











arzularım muayyen bir haddi aşınca
ve kulaklar sözlerime sağırlaşınca
bir ihtiras duyup vahşi maceralara
çıkıyorum bulutları aşan dağlara.
tanrıların başı gibi başları diktir,
bu dağları saran sonsuz bir genişliktir,
ben de katıp vücudumu bu genişliğe,
bakıyorum aşağılarda kalan hiçliğe.

bu dağların bir rakibi varsa rüzgardır.
rüzgar burda tek başına bir hükümdardır.
burda insan duman gibi genişler, büyür.
bu dağlarda ıstıraplar, sevinçler büyür.
buralarda her düşünce sona yakındır,
burda her şey bizden uzak, ‘o’ na yakındır.
burda yoktur insanların düşündükleri,
rüzgar siler kafalardan küçüklükleri.
yanağıma çarpar geniş kanatlarını,
ve anlatır mabutların hayatlarını.
arasıra kulağını bana verdi mi,
ben de ona anlatırım kendi derdimi.

‘ey dağların dertlerini dinleyen rüzgar!
benim artık yalnız sana itimadım var.
gelmiş gibi uzaktaki bir seyyareden
yabancıyım bu gürültü dünyasına ben.
etrafımın sözlerine aklım ermedi,
etrafım da bana asla kulak vermedi.
senelerden beri hala anlaşamadık,
ben de kestim anlaşmaktan ümidi artık.
gözlerimde hakikati sezen bir nurla
etrafımı süzüyorum biraz gururla.

bir dürbünün ters tarafı gibi bu dünya
en büyük şey, en asil şey küçülür burda.
burda yalan para eden biricik iştir,
burda her şey bir yapmacık, bir gösteriştir.
kimi coşar din uğruna geberir, yalan!
kimi gider vatan için can verir, yalan!
bir filozof yetmiş eser yazar, yalandır;
bir kahraman istibdadı ezer, yalandır.
şairlerin büyük aşkı fani bir kızdır,
bu dünyada herkes sinsi, herkes cılızdır.
ne hakiki aşktan burda bir çakan vardır,
ne de onu görse dönüp bir bakan vardır,
her büyüklük cüzzam gibi dökülür burda,
en muazzam ölüm bile küçülür burda.

benim kafam acayip bir dimağ taşıyor,
her dakika insanlardan uzaklaşıyor.
zaman zaman mağlup olsam bile etime,
insan olmak dokunuyor haysiyetime.
büyük, temiz bir arkadaş arıyor ruhum,
işte rüzgar, şimdi sana sığınıyorum!
asaletin yeri yoktur gerçi hayatta,
en asil şey seni buldum kainatta,
güneş gibi ne bin türlü ışığın vardır,
ne de süse, gösterişe baktığın vardır.
deniz gibi muamma yok derinliğinde,
bir ferahlık, bir saflık var serinliğinde.
bir dev gibi küçük, mızmız sesleri yersin,
allah gibi görünmeden hüküm sürersin.

düşmanıyım ben de cılız güzelliklerin,
rüzgar! bu dağ başlarında çırpınan serin
kanatların gökyüzünde akan bir seldir,
bana kudret ve cesaret veren bir eldir.
beşerlikten uzaktayım senin ülkende,
senin gibi azamete aşıkım ben de.
işte rüzgar! senin gibi ben de deliyim.
ıslıklarım senin gibi inlemelidir,
herkes beni ürpererek dinlemelidir.

rüzgar! sana, yalnız sana benzemeliyim.'

12 Kasım 2013 Salı

sevemezsin



deli dolu bir akşam
vakit ayrılık
saatler yanlızlığa dönüyor mağrur
yabancı düşler kalmış dünden geriye
yürekler pişmanlığa çarpıyor mağrur
adımı anamazsın, yoluma çıkamazsın
gönülden sevemezsin sen
geçmişi silemezsin, rüyama giremezsin
gerçekten sevemezsin sen
beklenen ölümlerin kaçışı olmaz
bir yıldız bilinmeze kayıyor mağrur
ben sürgünüm sen durgun
kaçak bu sevda
dilim hep elvedaya dönüyor mağrur
haykırsam duyamassın
çağırsam gelemezssin
yürekten sevemezsin sen
zor günde aramassın
hiç yalnız kalamazsın
korkusuz sevemezsin sen

öyle bir küsüp gidişin vardı ki
seni vicdansız, insafsız, kitapsız.

12/11

11 Kasım 2013 Pazartesi

büyük ev ablukada /turgut uyar

büyük ev ablukada

(ekmek vardı tereyagı vardi utanılacak bir sey yoktu
bir şey daha yoktu ama kavrayamıyordum)
işte böyle olmak en iyisidir olmakların
bir küçük çocuğu tuttum otobüsten indirdim
(indirmistim
yok olan önemli bir şeydi allah kahretsin)

tüm kavgasız tüm duruk tüm başıboş
üc sayi kötü bir sayi iyi siir dinledim
cikip okudular durup dinledim
bitmeseydi daha dinlerdim kötü mötü
saat kac diye sordular birisi bes yani dedi
(ha kavgada ha askta
bu gök bombos ha kavgada ha askta)

göge baktim yerli yerinde
haydutlar dalavereciler yerli yerinde
vurguncular hayinlar vurdumduymazlar öyle
iyi dedim icim rahatladi
düzen bozulmamis dedim sevindim
tenhaca bir bölgede sehre girdim
(ben herkese varim
baska türlü olmuyor inanmayin)

bakin bu sehri ben kurdum ben büyüttüm ama sevemedim
(ekmek vardi tereyagi vardi söylemistim önemlidir
utanilacak bir sey yoktu kime anlatmaliyim)

ben sevemezsem sevmek kimselerin elinden gelemez
bizi tutkulara cagirdi otobüse sosise buzdolabina
telefona sinemalara radyolara bir sürü kancik sevdalara
sürü sürü mutsuz aliskanliklara
yalana dolana itliklere keten elbiselere

(sonra karisi öldü o cocugun
yalnizdi gücsüzdü herkesler gibiydi
kirlendi kötülendi sarhosladi pis karilara dadandi
anladik onu ölenden baskasi kurtaramaz
ölen de kurtarmamisti)

bak ben seni nereden kurtaracagim sasacaksin
simdi bu taslari biz cektik degil mi ocaklardan
bu asfalti biz döktük biz onardik degil mi
bu yapilari oniki kat yapmak bizim aklimizdi
biz kurduk istersek umursamayiz ya
(abluka burda basliyor cünkü)

ekmek yiyelim tereyagi yiyelim cocuk büyütelim
sen beraber yatacagimiz yataklari hazirla
sen onu yap yeter bak göreceksin.

6 Eylül 2013 Cuma

muhsin mahmelbaf



















63
Ben hâlâ Yurttaş Cane'in harika bir film olduğunu söyleyenlerin ahmak gibi görünmekten korkan ve onun harika bir film olduğu fikrini papağan gibi tekrar eden ahmaklar olduğunu düşünüyorum.

81
(Wings Of Desire filmi hakkında) dile gtirmek istediğim bütün dini iifadeeler, hepsi orda, o filmin içindeydi, ama film batı'yı temsil ediyordu! gerçi bu sonuçlara erişmeye kendi başıma zaten başlamıştım şöyle ki, üç yıl önce olsa, ne film ne de ordaki ortam benim üzerimde böyle bir etki bırakabilirdi. insanlar ilk önce belli sonuçlara varıyor, ardından bu sonuçların doğruluğunu gösterecek kanıtlaa ihtiyaç duyuyorlar.

82
film çemkeyi seviyorum. çünkü onun içinde hareket var. ben her gün aynı yere gidip çalışamam. bütün hayatım hareket halinde ve sürekli değişim içinde geçti. bu yüzden hayatımdaki herşeyi olabildiğince basitleştirmek, azaltmak, özetlemek için uğraşıyorum.

92
.. bir de hindistan sineması var tabii... hindistan sinemasını asla unutmamak gerek. dünyada yapılan filmlerin yaklaşık yarısı hindistan'da çekiliyor. ve orada sinema, toplumun çok önemli bir parçası. o dilenciler, öncelikle bir parça yiyecek alabilmek için dileniyor, sonra da bir sinema bileti alabilmek için para istiyor.

106
dine gelince - kişisel olarak ben tanrı'nın varlığını kalbimde kabul ediyorum. ancak başka birinin o'nun varlığını kabul etmesi için ikna etmeye çalışmayı hiç istemem. bu kişisel bir mesele. sizi ve beni dünyaya bağlayan şeyler yaşamanın ayrıntıları. bu peygamberlerin, bu dinlerin, hepsinin aslında bize söylediği bu. çocukken camiye gitmeye başladığımda insanlığı kurtarma istiyordum. biraz daha büyüyünce ülkemi kurtarmaya çalıştım. şimdi, kendimi kurtarmak için filmler yaptığımı düşünüyorum. (...) örneğin, işportacı'yı izlerken bir koyunun kesildiğini gördüğümde kendime çok kızdım. filmin bir koyunun hayatına değip değmediğini sorgulamaya başladım ya da boykot'ta birisi kelebeğin kanatlarını kopardığında. onu gördüğümde deliriyorum. nefret ediyorum. o kısmı çıkardım filmden. (...) hakikatin tanrı'nın elinden düşen bir ayna olduğunu söyleyen harika bir deyiş vardır. herkes aynanın bir parçasını kapmış ve onda kendi yansımasını görerek, hakikatin başkalarının elinde parça parça hale geldiğini fark etmek yerine, elindekinin hakikat olduğuna karar vermiş. bence herkesin özel hakikati vardır ve bundan çok fazla endişe duymaya da gerek yoktur. bin bir türlü stres ve sıkıntı içinde yaşayan insanlar bir şekilde yaşamaya devam ederler. ben yalnızca yaşarken insanların biraz umudu olsun istiyorum.

4 Ağustos 2013 Pazar

ivan'ın çocukluğu / andrey tarkovski


"ilkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir. bir insanın kendine karşı hile yapması, onun, filminden, hayatından, her şeyinden vazgeçmesi demektir."

gezgin / sadık yalsızuçanlar

bir gün guadalguivir kıyısına gitti gezgin. kendisini birkaç güngür tuhaf hissediyordu.yaşamı boyunca, gördüğü, tanıdığı, dinleyip konuştuğu herkesi kendinden üstün görürdü.yolculuğunun ilk günlerinden itibaren nefsiyle başı dertteydi. allah'ıng üzel çehreli elçisi gibi 'onu temize çıkarmam, çünkü nefis her türden kötülüğe yöneltir' düşüncesiyle başlamıştı ve adım adım, onun bağlarından kurtulma yönünde ilerlemişti. başkalarını kendinden üstün görme düşüncesi. bu yolculuğun ilerleyen bir yerinde artık tutum edindiği bir şeydi. guadalguivir sahilinde dolaşırken ve ırmağın yüzeindeki yakamozlara bakarak, varlığın tanrısal adların belirmesinden ibaret olduğunu tefekkür ederken ansızın bir ışık gördü. nehrin zamanın nesnelerinin üzerinden bir rüzgar gibi esişine benzer biçimde sessizceakışı sırasında, her an bir tazelenme ve yenilenme yaşadığını düşününce görünmüştü ışık. ona baktı ve bir çehrenin içinde büyüyerek yükseldğini fark etti. 'ona iyi bak''diyordu'' o kabarcıklar ve yakamozlar,o küçük dalgalanışlar ırmağın kendisidir ama onları,bakan çoğu göz başka bir varlıkmış gibi algılar.oysa rüzgar eser, su akar ve kabarır.yakamozlar yanıp yanıp söner. onlar nehre vuran güneşin kaynağından gelen bir ışıkla görünüp görünüp yitiyorlar. yaşamın bir mecazı olarak nehrin bu hallerini, dünya hayatının tecellilerine benzete bilirsin.varlıklar gelir,ilahi isimlere ayna olur, görünür ve yiterler.yaşam bir şimşeğin çakışı gibidir, olur ve biter.geçiçiliğin gerisindebir ilahi ismin güneş gibi şavkı vardır.o halde ona bakmalısın, o ışığa çevirmelisin bakışlarını.''

kıyı boyunca yürüdü. az ileride sudan şişmiş, yaşlı ve iri gövdeli salkım söğütler vardı.demir parmaklıktan atlayarak kıyıya salkım söğütlerin yanına indi.çakıl taşlarında yürüdü bir zaman. şarap tesdisini başına diken va yanındaki kadınla taşkınlık yapan bir zenci gördü. durdu ve bir zaman seyretti hallerini.siyahi adam destiyi her dikişinde gezginin içinden şöyle bir düşünce geçti:''şayet yer yüzünde tüm insanlar benden üstünse ,bende her halde bu senciden üstünüm . ben hiçbir zaman allah'ın yasakladığı bir şeyi içmedim ve düşük bir kadınla birlikte olmadım''. bir bağırtı koptu bunlar geçeren zihninden. nehirde ilerlemekte olan büyükçe bir sandal su alıyordu ve batmak üzereydi saldaldakiler çığlık çığlığa,'' imdaat,kurtarınbizi,imdaaat!''diye bağrıyorlardı. şarap içip eğlenmekte olan zenci birden suya atladı ve sandalda bulunan beş kişiden dördünü kurtardıorada şaşkın bir halde beklemekte ve olup biteni izlemekte olan gezgin'e,''madem benden üstünsün,kalan bir kişiyide sen kurtar.


30 Temmuz 2013 Salı

dünyaya alışamadım / turgut uyar

ben çocukları sevdim yaşadım. dünyaya alışamadım
kuru güller gibi yersiz ve inceydim biraz.
hep bunu duydum. bunu yaşadım.

29 Temmuz 2013 Pazartesi

tutunamayanlar / oğuz atay


şu anda, sana güzel bir söz söyleyebilmek için, on bin kitap okumuş olmayı isterdim" dedi. gene de az gelişmiş bir cümle söylemeden içim rahat etmeyecek: seni tanıdığıma çok sevindim kendi çapımda.

çok yükseğe çıkamam; bende yükseklik korkusu var. kimseyi yarı yolda bırakamam; bende ‘alçaklık’ korkusu var. hayatta silgim hep kalemimden önce bitti. çünkü kendi doğrularımı yazacağım yere, tuttum başkalarının yanlışlarını sildim. beklenen hep geç geliyor; geldiği zaman da insan başka yerlerde oluyor. kimseye göstermem üzüntümü. gündüz gülerim, geceleri yalnız ağlarım.

... eller boşta kalıyor, tutunamıyorlar toprağa
anlatamıyorlar anlatılamayanı...
anlatmak gerek: düşman sarmış her yanı
oysa, mesela selim ışık
anlatmadan anlaşılmaya aşık...
böyle adama
(darılma ama)
yaklaşmaz hiçbir güzellik,
doğduğu günden beri kalbinde bir delik,
almak için bütün sızıları içine..."






kelimelere gerekli özeni göstermiyoruz. öylesine söyleyip geçiyoruz işte. halbuki hayatın derin anlamı kelimelerde gizli albayım. hepimiz aşktan bahsedip dururuz öyle ama acaba kaçımız bilir gerçekten ne anlama geldiğini? bilemezsin albayım, bilemezsin. bizim kaderimiz bu, anlamını bilmediğimiz kelimeleri yaşamak. işte aşk mesela. sarmaşıkla aynı kökten geliyor biliyor muydun? ışk kökünden. sarmaşıkta aynı aşk gibi yavaş yavaş içine doğru giriyor, yavaş yavaş dolanıyor, yavaş yavaş özünü ele geçiriyor. dünya mesela aşağılık yer demek yada aşağılıkların yaşadığı yer demek. dünya çirkin biz güzeliz albayım. bu aşağılık yerde aşk gibi şeyler var ama biz anlamını bilmiyoruz ki. gel seninle kelimelere yeni anlamlar katalım. bulduğumuz anlamlara yeni kelimeler uyduralım. kelimelere toprak diye basıp geçmeyelim düşünelim altında yatan binlerce kefensiz manayı...

gizliajans / alpercanıgüz















s8
“hah” dedim alayla. “ajans sahibi bie kedi, hayvanlar la telepatik ilişkiler kuran, durmadan ağlayan yöneticiler, ortalıkta cıa ajanı gibi dolaşan müşteri temsilcileri… ben de ne eksik diye düşünüyordum. tabi ki psişik bir sismograf’

s9
 (musa’nın sanem’e iç sesleri)
… rüyalarımın kadını
…  dedi elizabeth taylor
… gülerek kesti sözümü güzeller güzeli
… yine aynı yüreğimi eriten dudak büzüş
… diye gülümsedi gül yüzlüm
… dedi ilk yaz yagmurum
… sanem ve menekşe gözleri
… diye gülümsedi sebeb-i mevcudiyetim
.. dedi gönlümün sultanı
.. dedi selvi boylu al yazmalım
… gözlerinin içi parlyarak güldü. o gözler yüzünden bir gün kendimi ateşe atacağımı hissediyorum.
… sanem?” ve ismin dudaklarımı yakıyor neden?

s15
bazı aşklar vardır içinde kahkahaların çınlamasından ziyade gözyaşlarının çağlaması daha uygun düşer.

s16
insanlardan insanlar diye söz edenler insanlardan oldum olası nefret etmişimdir.

s80
"geçmiş  olsun" dedi tunçay bey. "sanem hanım geçen gün hastaladnığınızı söyledi."
"evet, sanırım öğle yemeğinden zehirlendim. özür dilerim, aramam gerekirdi"
"hımm, peki hastalanınca ne yaptınız"
yüzümü ateş basıverdi. hereyi bilen onlarıd, ben değili "eve gittim."
"hastaneye gitmeliydiniz."
"biraz dinlenirsem geçeceğini düşündüm; nitekim öyle oldu. teşekkür ederim."
"hastaneye gitmeliydiniz," diye yineledi tunçay bey.
"ama hata bizde..." senin gibi bir eşşği işe aldık diye devam etmesini bekliyordum cümlenin, ama öyle olmadı.
".... hemen gerekli evrakları doldurun, en geç bir hafta içinde sigortanıa kavuşursunuz"
bir anda rahatlayıvermiştim. "teşekkür ederim," dedim. "yanmışsınız."
"efendim?"
"teniniz," diye açıkladım neşeyle. "bronzlaşmışsınız." hafta sonu bir yere mi gittiniz?"
"evet," dedi tunçay bey. "cenazeye."
özür dilemek para etmezdi. hakikaten eşşeğin tekiydim.

s88
tamay bey ile ilk görüşme
"... burada kutu beyin oluyor değil mi"
"kesinlikle'" diye yanıtladı tamay bey keyifle. "yani tüm yapmamız gereken, insanların beyinlerini çeşitli biçimlerde kesip üzerlerinde öğrenme deneyleri yapmak! doğru kutuyu buluncaya dek...." onu böyle sakin sakin dinlemek beni potansiyel bir cani yapmazdı. aptal aptal bakıyordum. derken kahkahayı patlattı tamay bey. "hay allah iyiliğiniz versin musa bey! yüzünüzü görmenizi isterdim."
"nasıl?" diye geveledim.
katıla katıla gülüyordu karşımda. "dalga geçiyorum yahu, işletiyorum sizi. ben kutular konusundaki hobimden bahsederken öyle boş bakıyordunuz ki, dayanamadım..."
oyuna getirmişti beni pezevenk. çaresiz gülümsedim. "neyse içim rahatladı..."
"yani kusura bakmayın n'olur... mütevazi bir eğlence diye bakın, olur mu?"
çok pis tufaya gelmiştim hakikaten. "tamam tamam" dedim. "benim aptallığım. kutu müzesi gibi sapıkça bir şey söylediğinz anda nalmalıydım..."
bıçak gibi kesildi kahkahaları. "o konuda şaka yapmıyordum."
bir an buz gibi birbirmize baktık. derken uyandım. namussuz yine işletiyordu beni. bir kahkaha attım. hayır. o hâla gülmüyordu. nefretle bakıyordu bana. "ben gideyim." dedim.
odasından çıkınca derin bir nefes aldım. nasıl allah'ın cezası bir yerdir bu gizliajans?

s184
mevsimlerden yazdu ve tercüme-i halime ne söylesem azdı. biliyordum, gidecekti. kim bilir, belki de bir bekleyeni vardı? lakin gözlerinden anlıyordum, o da benim gibi yalnızdı. dışarıdan bakınca halleri pervasız, ruhu uçarıydı. sevdiyse de çok, korkarım bana pek inanmazdı. işte bu konuda çok haksızdı. varsın olsun; başka kim gözlerinde umudu ve acıyı aynı anda böyle güzel taşırdı? tanrı'nın kaderime yazdığı işte bu kızdı.

s96
... boş zamanlarını kolaj yaparak falan geçiriyordur herhalde. böyle kadınlar arasında nedense çok popüler olan ve genellikle sermik yapımı ya da ispanyolca dersleriyle başlayıp küba dostları derneği'yle devam eden, en nihayetinde de tımarhaneyle tamamlanan bir kişisel gelişim yolculuğunun uğrak noktalarından birinde olmalıydı.

s102
 "niye benimle bu kadar uğraşıyorsunuz"
"çünkü sizi çok sevimli buluyorum"
ne diyeceğimi bilemiyordum "bilmukabele"
mehtap şuh bir kahkaha attı. "ömürsünüz hakikaten. bilmukabele! nereden öğreniyorsunuz bu lafları! eski türk filmlerinden mi?"
"her rüzgara yelken açsaydık, çoktan baştankara olmuştuk yavrum," dedim bitirim bitirim. "bak bunu eski bir türk filminden öğrendim işte. orhan günşiray kendisini baştan çıkarmaya çalışan bir konsomatrise söylüyordu"
mehtap apışmış bir halde suratıma bakarken "izninle, sevgilimi bulmam gerekiyor," deyip yanımdan uzaklaştı.
zevkten geberecektim.

insanlardan insanlar diye söz eden insanlardan oldum olası nefret etmişimdir.

ben atıp tutmayı sürdürürken, sevilay usulca avcumun alt kısmındaki yara izine dokundu.
-- "nedir bu?"
-- "cam kesiği" dedim. "anneme çok sinirlendiğim bir gün evdeki kapılardan birinin camına yumruk atmıştım. o zamandan kaldı bu iz."
-- "benim de var bir yara izim" diyerek sol bileğini gösterdi sevilay. kocaman, yuvarlak bir leke vardı atardamarının üzerinde. "erkek arkadaşımla atışıyorduk biz de. o bağırıp çağırıyor, ben de susmasını söylüyordum. hiç tınmıyor, aynı şeyleri tekrarlayıp duruyordu. ben de sonunda elimdeki sigarayı bileğime bastım."
-- "kendini öldürmek için mi yaptın bunu?"
-- "hayır hayır” dedi sevilay. "konuyu değiştirmek için yaptım." gülerek bana baktı sonra. "bazı konular zor değişiyor."
hayranlıkla baktım ona.

-- "ne kadar güzelsin sevilay. ne kadar doğrusun... sevenler birbirlerine yara izlerini gösterirler. ilk önce bunu yaparlar. sana ruhumu açmadan önce bil ki incinebilirim demek için. çünkü en çok sevdiklerin yaralar seni." gözlerim yaşlarla dolmuştu. "neden sanem bana hiç yara izlerini göstermedi sevilay?"


bir minibüs dolusu mahvolmuş hayat, karizmatik kaptan mutullah akçabey yönetiminde, saatte ortalama yetmiş kilometre hızla kendilerini gelen evrak giden evrak arası biraz daha tüketecekleri işkencehaneye doğru ilerlerken, bir gece önce şatosunda düzenlediği kokain ve seks partisinin düşlerine dalmış sean connery'nin kıçında pireler uçuşuyordu.

evet. utanarak kabul ediyorum ki, bunu bir yerde okudum. ama ne fark eder? bütün şiirler, romanlar senin için yazılmadı mı zaten? bütün şarkılar senin için söylenmedi mi? masumların kanı senin için akmadı mı? ruhum hep seni aradı benim sanem. hep seni arar. milyonlarca yıl geçsin, sistemler çöksün, güneşler patlasın benim ruhum seni arar. ve biliyor musun sanem, bulur da. şimdi bulduğu gibi bulur.

derhal harekete geçmek yerine, on beş saat uyumak suretiyle her zaman olduğu gibi gerçeklerden kaçmayı tercih etmiş ve affedilmez bir hata yapmıştım.

yalan söylemeyi sevmiyor ama tanrı'ya şükür ki başarıyla gerçekleştirebiliyordum.

inşaat halinde bir bina düşün ve ben de kendimi onun çatısından aşağı atarak intihar etmeye karar vermiş olayım. eğer merdivenlerin parmaklıkları henüz inşa edilmemişse, inan bana, basamakları apartman boşluğu tarafından değil, duvar tarafından tırmanırım. hiç kimse ölene kadar ölüme hazı değildir.

sonra o ilk meş'um soruyla kopuş başlar: anneni mi daha çok seviyorsun babanı mı? bu masumane görünen soru, içinde korkunç bir gizli argüman barındırmaktadır: bu da sevginin ölçülebilir bir şey olduğu iddiasıdır. biliyor musunuz, çocuk o güne kadar bunu hiç düşünmemiştir bile. o hayatı ve hayatın bir parçası olarak kendisini ve diğerlerini doğallıkla sevmektedir. ne ki, birden tartmaya başlar... annemi mi daha çok seviyorum babamı mı?

bu ve benzeri konularda düşünmek için derhal biramı yenilemem gerekiyordu.

iki insanı, bir üçüncüyü ezmek kadar birbirine yaklaştıran bir şey var mıdır şu dünyada?






16 Temmuz 2013 Salı

suzanne / leonard cohen




suzanne takes you down to her place near the river
you can hear the boats go by
you can spend the night beside her
and you know that she's half crazy
but that's why you want to be there
and she feeds you tea and oranges
that come all the way from china
and just when you mean to tell her
that you have no love to give her
then she gets you on her wavelength
and she lets the river answer
that you've always been her lover
and you want to travel with her
and you want to travel blind
and you know that she will trust you
for you've touched her perfect body with your mind.
and jesus was a sailor
when he walked upon the water
and he spent a long time watching
from his lonely wooden tower
and when he knew for certain
only drowning men could see him
he said "all men will be sailors then
until the sea shall free them"
but he himself was broken
long before the sky would open
forsaken, almost human
he sank beneath your wisdom like a stone
and you want to travel with him
and you want to travel blind
and you think maybe you'll trust him
for he's touched your perfect body with his mind.
now suzanne takes your hand
and she leads you to the river
she is wearing rags and feathers
from salvation army counters
and the sun pours down like honey
on our lady of the harbour
and she shows you where to look
among the garbage and the flowers
there are heroes in the seaweed
there are children in the morning
they are leaning out for love
and they will lean that way forever
while suzanne holds the mirror
and you want to travel with her
and you want to travel blind
and you know that you can trust her
for she's touched your perfect body with her mind.

..
suzanne seni nehirdeki yerine götürüyor
gemilerin gidişini duyabilirsin
geceyi onun arakasında(harcayabilirsin)geçirebilirsin
ve bilirsin ki biraz çılgındır(çatlaktır)
ama bu yüzden orda olmak istersin
ve o seni çay ve portakallarla besler
çinin her tarafından gelen çay ve portakallarla
ve tamda ona ona verecek sevgin olmadığını anlatmak istediğinde
seni kendi dalga boyuna alır
ve nehre şöyle cevap verdirir:
sen hep onun tutkunu oldun   
ve onunla yolculuk etmek istiyorsun
görmeden(kör) yolculuk etmek istiyorsun
ve biliyorsunki onun kusursuz bedenine zihninle(arzuyla) dokunduğun için
hep sana güvenecek.
ve isa bir gemiciydi
suyun üstünde gezerken
ve zamanını uzun uzun seyretmek için harcarken
ıssız tahta kulelerinden
ve kesin olarak anladığında sadece suda boğulan adamların onu görebileceğini
“sonra bütün adamlar denizci olacak, deniz onları özgür kılana kadar”dedi
ama kendi, o da kırgındı
gökyüzü açılmadan uzun zaman önce neredeyse bir insan olarak bırakılmıştı,
ve senin bilgeliğinin altında bir taş gibi battı
ve sen onunla yolculuk etmek(gezmek) istersin
ve  görmeden (kör) yolculuk etmek
ve belki ona güvenebileceğini düşünürsün
senin kusursuz bedenine zihniyle(arzuyla) dokunabildiği için
şimdi suzanne ellerini tutuyor
ve seni nehre götürüyor
kurtuluş ordusundan gelen paçavralar ve kuş tüyleri giyiyor
ve güneş bal gibi aşağı dökülüyor limanımızın(sığınağımızın) lady’sinin üzerine
ve sana nereye bakman gerektiğini gösteriyor
çöpler ve çiçekler içinde
yosunlar içinde kahramanlar var
sabahın içinde çocuklar var
aşk için sarkıyorlar
ve bu şekilde hep sarkacaklar
suzanne elinde aynayı tutarken
sen onunla yolculuk etmek istersin
onunla görmeden(kör) yolculuk etmek
ve bilirsin ki ona güvenebilirsin
senin kusursuz bedenine zihniyle(arzuyla) dokunabildiği için.

7 Temmuz 2013 Pazar

yokuş yol'a / turgut uyar

güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan
dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar

dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan
kürdistan'da ve muş - tatvan yolunda bir yer kanar

muş - tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan
eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar

sen bir yaz güzelisin, yaprakların ekşi, suda yıkanırsan
portakal incinir, tütün utanır, incirler kanar

bir yolda el ele gideriz, o yolda bir gün usanırsan
padişahlar ve muşlar kanar, darülbedayiler kanar

muş - tatvan yolunda bir gün senin akşamın ne ki
orada her zaman otlar otlar ergenlikler kanar

el ele gittiğimiz bir yolda sen git gide büyürsen
benim içimde çok beklemiş, çok eski bir yer kanar

24 Mayıs 2013 Cuma

bakış / ülkü tamer


yürürken o bakışını bırakma,
kasketin gibi kendine ekle onu.
dağılan bir kuş kanadı gibi
sarsın alnının arkasını.
patikalarda büyüyen hışırtılar gibi
yüreğinde büyüt onu.
ayın savurduğu sessizlik gibi
içine savur onu.
tut elinden o bakışını.
çeşmeye götür,
su içir ona.
çıkınını aç,
peynir ver ona.
dağlara taşı,
rüzgarı göster ona.
yaşarken o bakışını bırakma.
yılların hazinesi gibi
öfkenin sandığında sakla onu.

23 Nisan 2013 Salı

beni vur / ahmet kaya




bir ince pusudayım,
yolumun üstü engerek
bir yolun sonundayım
sessizce tükenerek
ben senin sokağına ulaşamam dardayım,
o masum gözlerine bakamam firardayım
oysa ben bu gece yüreğim elimde
sana bir sırrımı söylecektim
şu mermi içimi delmeseydi eğer
seni allıp götürecektim
beni vur
beni onlara verme
külüm al uzak yollara savur
dağılsın dağlara dağılsın vur
öykümüz ama sen ağlama dur

bir ince pusudayım
bu gece zehir zemberek
bir yolun sonundayım
sessizce tükenerek
ben senin ellerine ulaşamam dardayım
o masum hayallere dalamam ölmekteyim
oysa ben bu gece yüreğim elimde
sana bir sırrımı söylecektim
şu mermi içimi delmeseydi eğer
seni allıp götürecektim
beni vur
beni onlara verme
külüm al uzak yollara savur
dağılsın dağlara dağılsın vur
öykümüz ama sen ağlama dur

7 Mart 2013 Perşembe

pieta / kim ki-duk


"acı bizi birleştiren şey. acı her yerde ve hepimiz onunla yüzleşmeliyiz" (zeki demirkubuz)

gang-do içeri girmesine engel olmak için sertçe kapatılan kapının arasında kalan elinden dolayı hiç acı duymaz. annesi rolünü yapan ve öz oğlunu kaybeden kadın da gang-do'nun evine girerken kapatılan kapı arasında kalan elini hissetmez. ikisini de birleştiren acı, ikisini de bir ölüden farksız hale getiren ve en sonunda ikisini de öldüren veya 'birleştiren' acıdır. 
filmin sonlarına doğru kazılmış mezarda, uzanmış üç kişi yan yana. iki ölü bir diri. anne, oğul ve gang- do.

yine kahramanımız, öldürmeyen ama süründüren vahşi kapitalizmin vücut bulmuş halidir. işçilerden biri gang-do'nun gelişi ile sakat bırakılmaya hazır olduğunu söyler. ve gang-do ile yangın merdiveninde beraber şehri izlerken, tüm bu salaş atölyelerin yıkılıp yerine yüksek binaların yapılacağından bahseder. gang-do merdivenlerden aşağı inerken, adamın merdivenlerden yukarı çıkar. kamera uzaktan çeker bu sahneyi. adam kendini atar, kamera bu sahneyi çekmez sadece adamın düşüş sesini duyarız gang-do ile beraber. sinematografik doyuruculuğun zirvede olduğu sahnelerdendir.

güney koreli yönetmen kim ki-duk’un on sekizinci filmi olan “acı” 69. venedik film festivali’nde altın ayı ödülünü alan bu filmde yönetmen, merhamet-intikam ikilemini sarsıcı bir biçimde yansıtıyor.filmin orijinal adı “pieta“, ingilizce’de “compassion”, türkçe’de “merhamet, şefkat, acıma” anlamına geliyor. ayrıca “pietà”, michelangelo‘nun vatikan’daki st. peter bazikilası’nda sergilenmekte olan eserinin de adı. filmin bazı sahneleri, anne-oğul ilişkisi bakımından göndermede bulunduğu bu heykelde meryem ana, oğlu isa’nın ölü bedenini taşıyor.


"ölüm nedir ki? sigorta şirketi ile annenin dert ettiği meseledir. "
"para nedir ki? para, her şeyin başı ve sonu. sevgi, onur, şiddet, öfke, nefret, kıskançlık... intikam...ölüm."

4 Mart 2013 Pazartesi

yeraltı / zeki demirkubuz

muharrem: hepiniz benim hakkımda aynı şeyleri düşünüyor olabilirsiniz. bunu anlarım. ama hepinizden tek bir kişiymiş gibi bahsetmeniz, kafamı karıştırıyor! laflarımı hanginize bakarak söyleyeceğim konusunda sıkıntı yaşıyorum. onun için herkes kendi adına konuşursa daha iyi olacak. hem bunların da kendilerine ait bir düşünceleri olabilir! sürekli "biz" "biz" deyip durursan o zaman nasıl söyleyebilsinler ki!
cevap gelmediğine göre, senin dediğin olacak herhalde. peki, o zaman konumuza dönelim. sizin nasıl insanlar olduğunuzu sanıyormuşum ben!?

cevat: valla muharrem... özlemişiz seni be... iyi ki gelmişsin. neyse... konumuza dönersek, bizim nasıl insanlar olduğumuz meselesine yani, boş ver be muharrem, siktir et bunları. ne sanıyorsak sanalım. ne değişecek ki?

muharrem (içinden konuşur): herşey tahmin ettiğim gibi en düzeysiz ve bayağı şekilde ilerliyordu. ama unuttukları başka şeyler vardı.

---

cevat: dostoyevski "gerçek, her şeyin anasıdır ve üstündedir" der. "zavallı egolarımızın bile..." hadi bakalım muharrem efendi! neymiş yıllarca yüzüme haykırmak istediğin şey!

muharrem: dostoyevski "gerçek, her şeyin anası değil babasıdır" der. ama çok da önemli değil. söylemek istediğim şeye gelince; herkesin hatta bu yalakaların bile bildiği bir şey olduğuna göre öyle haykırmama gerek yok. sen bir hırsızsın! hem de hırsızın en önde gideni! önüne gelen herşeyi cebine indiren adi bir yankesicisin! söylemek istediğim işte bu! yoksa notçu, fortçu! hepsi lafın boku!

muharrem (diğerlerinin yüzüne dönerek onlara seslenir): öyle değil mi yalakalar? niye söylemiyorsunuz düşüncelerinizi? niye çekiniyorsunuz? muharrem (kendi içinde kendine seslenir ve tüm bu diyalogları aslında kendi kafasından geçirmektedir: diyemedim tabii. hiç birşey söyleyemedim!

"dünyanın en aşağılık düzeni karşımdaydı. artık dayanamıyordum. yüzlerine bile bakmadan hemen kalkıp gitmeliydim. "


gecenin sonuna doğru...
cevat'ın yalakalarında biri muharrem'i şöyle takdim eder "susun! nietzsche hazretleri konuşma yapacak!"

"sevgili generalim cevdet bey! pardon, cevat bey ve kadirşinas yalakaları!
şunu iyi bilin ki; gösteriş budalası insanlardan, gösterişli laflardan, gösterişin kendisinden hiç hoşlanmam! bu, bir...
kibirden, kendini beğenmişlikten, "bütün bu dağları ben yarattım" havalarından, süslü kişiliklerden nefret ederim! bu, iki...
yalakalardan, yalakalıktan, yalakaca edilmiş laflardan ve davranışlardan da nefret ederim! bu, üç...
dördüncüsü... gerçeği, içtenliği ve samimiyeti çok severim. ve dostoyevski'nin dediği gibi: gerçeğin, her şeyin üstünde, zavallı egoların bile üstünde tutulmasını isterim.
arkadaşlığın, karşılıklı, açık sözlü ve yalansız olanı için canımı veririm! evet buna bayılırım sayın generalim!
arkadaşlık, hassaslık ve incelik isteyen bir iştir! öyle kabalığa, özensizliğe, alaycılığa gelmezzz!

yine de şerefinize sayın generalim! güle güle gidin istanbul'a... o kahpe bizans'ı bizim için fethedin! oradan da sürün atınızı, batıya... viyana'ya... nobel'di, oscar'dı ne bulursanız getirin ankara'ya!şerefinize sayın generalim! şerefinize!"

" hayatım boyunca unutamayacağım bu rezillikleri düşündükçe bıçak gibi bir sızı kalbime saplanıyor, utançtan gebermek istiyordum."

---

"hiç birini adam yerine koymadığımı göstermekte kararlıydım"



24 Şubat 2013 Pazar

mühürlenmiş zaman / andrey tarkovski




ilkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir. bir insanın kendine karşı hile yapması, onun, filminden, hayatından, her şeyinden vazgeçmesi demektir.

... doğrusunu söylemek gerekirse ben, düşünceleri öncelikle polemik içinde gelişen insanlardanım (gerçeğin tartışmalardan doğacaığ görüşüne katılıyorum). tek başıma kaldım mı, muhtemel fikir ve anlayışların az çok belirgin iskeletine duygusal malzeme sağlamanın ötesinde bir işe yaramadığı için her türlü yaratıcı düşünme süreciyle çelişen, ayrıca metafizik yapıma da pek de uygun düşen bir inceleme tarzına kendimi kaptırıp gidiyorum.

... çünkü yaratıcı çalışma, asla değişmez mutlak ölçütlere vurulmaz.

insan hayatının öyle yönleri vardır ki, bunlar ancak şiirsel araçların yardımıyla oldukları gibi yansıtılabilirler.

... ama bütün bunlar gerçek dışı bir atmosfer yaratmaktan öte bir işe yaramazdı. ya içerik? ya rüyanın mantığı, o ne olacaktı? bu mantık, burada, anıların kendisinden fışkırıyordu. bir yerlerde ıslak otlar, güneşin altında dumanları tüten atlar; bunların hepsi doğrudan hayatın içinde görüntüye girmişlerdi, yani hiçbiri güzel sanatların yakın dallarından türetilmiş malzeme değildi. düşsel gerçekdışılığı en basit çözümlerle yansıtma arayışı bizi sonunda, ağaçların ve arkaplanda beliren ve her seferinde değişik bir ifade taşıyan bir kız çehresinin negatif görüntüsünü üç kez geniş açı içinde vermeye itti. bu planda amacımız, kaçınılmaz felaketi kızın önsezileriyle algıladığını vurgulamaktı. (plastik etki)

... bu tip, içsel dramatikliğiyle beni, keskinleşen buhran anlarından ve insanlara özgü bütün temel çatışmalardan adım adım gelişen karakterlerden daha çok fazla etkiledi. gelişmeyen, neredeyse durgun bir karakterde ihtirasın baskısı aşırı derecede yoğunlaşır ve bu yüzden adım adım gelişen bir insanda olduğundan çok daha belirgin ve inandırıcı bir şekle bürünür. işte, dostoyevski'yi de bu tür bir ihtirası anlatığı için seviyorum. benim bütün ilgim, görünüşte dingin, ancak esiri oldukları ihtiraslar yüzünden içsel gerilimle dolu karakterlere yöneliktir.

...senaryonun yazarı ve yönetmen aynı kişi değilse, o zaman hiçbir şeyle önüne geçilmeyecek bir çelişkiye tanık olacağız demektir. tabii bu, ilkelerine bağlı iki sanatının karşı karşıya geldiği durumlar için söz konusudur yalnızca.

şiirsel bağlantılar, olağanüstü duygusal bir ortam yaratarak seyirciyi harekete geçirir. seyircinin hayatı tanıma faaliyetine katılmasına özellik sağlar, çünkü ne hazır bir sonuç sunmakta ne de yazarın katı talimatlarına dayanmaktadır. kullanıma açık tek şey, canlandırılan görüntülerin derin anlamını bulup keşfetmeye yarayan şeydir. karmaşık bir düşünce ve şiirsel bir dünya görüşü, asla, ne pahasına olursa olsun, fazla açık, herkesçe bilinen olgular çerçevesine sıkıştırılmamalıdır. dolaysız, genelgeçer sonuçlar çıkarma mantığı, insana fazlasıyla geometri teoremlerinin ispatını hatırlatıyor. oysa akılsal ve duygusal hayat değerlerinin birbirine bağlandığı çağrışımsal bağlar, hiç şüphesiz sanat için çok zengin imkanlar sağlar. sinemanın bu imkanlardan bu kadar seyrek yararlanması gerçekten üzücüdür. zira bu yol oldukça çok şey vaat ediyor. bu yol bağrında, bir görüntüyü oluşturan malzemeyi adeta 'patlatacak' bir güç barındırıyor.

... bir sanat eseri: bu her şart altında, düşünceyle biçimin organik birliği demektir.

... insan hayatının öyle yönleri vardır ki, bunlar ancak şiirsel araçların yardımıyla oldukları gibi yansıtılabilirler. (yaratılan plastik etki)

sanat niçin vardır? sanata kim ihtiyaç duyar? esasen sanata ihtiyaç duyan herhangi bir kimse var mıdır? bütün bunlar, yalnızca sanatçıların değil, sanatı kabullenen, daha doğrusu günümüzde kullanılan deyimiyle "tüketen" (ne yazık ki tüketen deyimi, 20. yüzyıldaki sanat-kitle ilişkisinin özünü belirlemekte, dahası âdeta teşhir etmektedir) her insanın cevabını aradığı sorulardır. herkes bu soruyla ilgili ve dediğimiz gibi, sanatla uğraşan her insan bu soruya bir cevap arıyor. aleksander blok, "şair, kargaşadan uyum yaratır" demiştir. puşkin, şairi peygamberlik yeteneği ile donatır. her sanatçı, diğer sanatçılar için bağlayıcı olmayan, kendine özgü yasalarla tanımlanır.

ne olursa olsun, yalnızca bir meta olarak 'tüketilmek' istenmeyen her türlü sanatın amacı, hiç şüphesiz kendine ve çevresine, hayatın ve insan varlığının anlamını açıklamak, yani insanoğlu gezegenimizdeki varoluş sebebini ve amacını göstermek olmalıdır. hatta belki de hiç açıklamaya bile kalkmadan onları bu soruyla karşı karşıya getirmelidir.

insanoğlu bıkıp usanmadan, kendisiyle dünya arasında bir ilişki kurar; bu dünyayı sahiplenmek, sezgisel olarak algıladığı idealiyle bu dünya arasında bir uyum sağlamak için yanıp tutuşur. bu isteğin yerine getirilemez olması, insanların hoşnutsuzluğunun ve kendi benliğindeki eksikliğin yarattığı acının bitip tükenmeyen bir kaynağını oluşturur. demek ki sanat ve bilim, dünyaya sahip olma biçimleri; insanın sözümona 'mutlak gerçek'e giden yol üzerindeki bilgi edinme biçimleridir.

ve sanat, en olgucu anlamıyla da olsa bir eğitimin temeli değil, manevi bir deneyim talep eder.

... burada güzele ulaşmaktan söz ederken, yani ideale özlemden doğan sanatın hedefinin işte bu ideal olduğunu söylerken, amacım asla sanatın dünyevi 'pislik'ten kaçınması gerektiğini vurgulamak değildir. aksine, sanatsal görüntü daima, birinin yerine ötekini, büyüğün yerine küçüğü geçiren bir göstergedir. canlıdan  söz etmek isteyen sanatçı ölüden bahseder, sonsuz hakkında konuşabilmke için sınırlı olanı sunar. bir yedek! sonsuzu maddeleştirmek mümkün değildir, ancak onun yanılsaması, görüntüsü yaratılabilir.
çirkin nasıl güzelin içinde varsa, güzel de çirkinin içinde vardır. hayat, bu saçmalığa varan muazzam çelişkinin içine gömülmüştür ve bu çelişki sanatta aynı zamanda hem uyumlu hem de dramatik bir birlik olarak belirir. her şeyin birbirine yakın olduğu, her şeyin iç içe geçtiği bu bütünlüğü algılamaksa ancak görüntüyle mümkündür. bir görüntünün düşüncesinden söz edilebilir, görüntünün özü, sözcüklerle ifade edilebilir, çünkü düşüncenin sözel ifadesi, şekillendirilmesi mümkündür. ancak bu tanımlama da görüntüyü anlatmaya yetmez. bir görüntünün bu eylemin akılsal anlamı açısından kavranamaz. sonsuzluk düşüncesi sözcüklerle ifade edilemez, hatta tanımlanamaz bile. sanat, insanlara bu imkanı bahşeder, sonsuzu denenebilir kılar. sanatçının kendi sanatı uğruna verdiği mücadelenin azgeçilmez koşulları, kendine inanmak, hizmet etmeye hazır olmak ve taviz vermemektir.
... bütün bunlara ek olarak, sanatın köklü bir iletişim işlevi vardır. ... sanat, bir üst dildir.

bir sanat eserinin kabul görmesinin vazgeçilmez önkoşulu, bir sanatçıya güvenme, ona inanmaya hazır olmaktır. ama bazen, salt duygularla kavranması gereken şiirsel bir görüntüden bizi ayıran anlaşmazlık derecesini aşmak çok güçtür. tıpkı tanrı'ya duyulan gerçek inanç gibi bu inancın da koşulu, belli bir ruhsal tutum ve özel, saf bir manevi güçtür.
burada dostoyevski'nin ecinniler romanında yer alan, stavrogun ile şatov arasındaki konuşma yeniden akla geliyor.
"yalnızca sizin  tanrı'ya inanıp inanmadığınızı öğrenmek istiyorum"
nikolay vsevolodoviç onu sert bir ifade ile süzmektedir.
"ben rusya'ya ve onun iman gücüne inanıyorum. isa'nın bedenine inanıyorum. isa'nın rusya'da yeniden doğacagına inanıyorum... inanıyorum." diye kekeledi satov, heyecanla.
"peki ya tanrı'ya? tanrı'ya inanıyor musunuz?"
"ben, tanrı'ya... inanacağım."

... güzel, gerçeğin peşinden koşmayanlardan kendiğni gizler.

bence, çağımızın en üzücü özelliği, sıradan insanın bugün, güzeli ve geçici olmayanı yansıtmakla ilgili olan her şeyden koparılmış olmasıdır. "tüketicilere" göre biçilmiş günümüz kitle kültürü -bir protezler medeniyeti- ruhları sakatlıyor; insanın kendi varlığıyla ilgili en temel soruları sormasını, bir ruhsal varlık olarak kendisinin bilincine varmasını giderek artan bir şekilde engelliyor; ama bir sanatçı, gerçeğin sesine kulaklarını tıkamamalıdır, tıkayamaz; çünkü ancak ve ancak bu çağrı, yaratıcı iradesini belirleyecek ve disiplin altına alacaktır. sanatçı; yalnız bu sayede inancını başkalarına da aktarabilme yeteneğine kavuşacaktır. bu inanca sahip olmayan bir sanatço ise doğuştan kör bir ressama benzer.

.. hayır, sanatın amcı, daha çok, insanı ölüme hazırlamak, onu iç dünyasının en gizli köşesinden vurmaktır.

thomas mann, bir keresinde şöyle bir söz sarf etmişti: "özgür olan, yalnızca kayıtsızlıktır. kişilik sahibi olan özgür değildir, aksine kendi damgasının izini taşımak, gereklerine uymak ve esiri olmak zorundadır"

bir insan, yaşadığı zaman süresince kendini gerçek peşinde koşma yeteneği olan ahlaki bir varlık olarak kavrama imkanına sahiptir. zaman, insana verilmiş hem tatlı hem de acı bir armağandır. hayat, var olmak için kendine koyduğu hedeflere uygun olarak bir ruh geliştirmesi için insanan tanınmış bir süreden başka bir şey değildir. ve insan bu gelişimi gerçekleştirmek zorundadur. hayatımızın sıkıştırıldığı o acımasız derecede dar çerçeve, bizim kendimize ve diğer insanlara olan sorumluluğumuzu açıkça gözler önüne serer. insanın vicdanı da zamana bağlıdır ve yalnız onunla var olur.

bilindiği gibi, hazreti süleyman'ın yüzüğüne şu satırlar kazılmıştır: "her şey gelip geçicidir"

genelde insan, yitirilmiş, kaçırılmış ya da henüz erişilememiş zaman yüzünden sinemaya gider. hayat deneyimleri arayış içinde oraya gider, çünkü sinema, başka hiçbir sanat türünün başaramayacağı kadar insanın olgusal deneyimini genişletir, zenginleştirir ve derinleştirir, hatta yalnız zenginleştirmekle de kalmaz, adeta gözle görülür bir şekilde uzatır da. sinemanın esas gücü budur, yoksa 'star'lar, bıkkınlık veren konular, günlük hayatı unutturan eğlence değil.

bir gün teyibime tesadüf bir diyalog kaydetmişim. insanlar seslerinin kaydedildiğini fark etmeden sohbet ediyorlar. bu bandı sonradan dinlediğimde, her şey mükemmel bir mizansen, bir 'kayıt'mış gibi geldi bana. kişilerin harket mantıkları, duyguları ve enerjileri açıkça hissedilebiliyordu. seslerdeki o harika tını, o olağanüstü duraklamalar... hiçbir stanislavski, bu duraklamaları imkanı yok açıklayamaz. hemingway'in o ünlü üslubu da bu diyalog yapısı karşısında taklitçi ve naif kalır.

... buna verebileceğim tek cevap, rüyanın 'karmaşıklığı' ve 'söylenebilmezliği'nin sinema için net görüntüden vazgeçmek anlamına gelmeyeceğidir.

filmin son sahnesinde de santis, kadın ve erkek kahramanın dikenli tellerin iki ynaına yerleştirir. dikenli tellerin bildirisi çok açıktır. bu çiftin arasına ayrılık girmiştir., aralarında mutluluğun hüküm sürmesine imkan yoktur; bir ilişki kuramayacaklardır. bu olayın somut, bireysel eşsizliği, zorla üstüne bindirilen biçim yüzünden birdenbire sıradanlaşır böylece. yönetmenin yürüttüğü sözümona mantık seyircinin adeta kucağına düşer ve ne yazık ki çoğu seyirci de bundan hoşlanır. sonucu 'mantıken izleyebildikleri' ve anlamını açıkça görebildikleri için, yani perdede olup bitenlere dikkatini vermek adına bir de beyinleri ve gözleri yormak zorunda kalmayacakları için bununla yetinmeyi yeğlerler. bu tür hazır lokmalara alışmış seyircinin sonunda seviyesi de düşer, demoralize olur. dikenli tellere, çitlere bir sürü film de rastlar durururz; anlamları da hiç değişmez, hep aynıdır.


19 Şubat 2013 Salı

dance me to the end of love / leonard cohen



dance me to the end of love
dance me to your beauty with a burning violin
dance me through the panic 'til i'm gathered safely in
lift me like an olive branch and be my homeward dove
dance me to the end of love
dance me to the end of love

oh let me see your beauty when the witnesses are gone
let me feel you moving like they do in babylon
show me slowly what i only know the limits of
dance me to the end of love
dance me to the end of love
me to the wedding now, dance me on and on
dance me very tenderly and dance me very long
we're both of us beneath our love, we're both of us above
dance me to the end of love
dance me to the end of love

dance me to the children who are asking to be born
dance me through the curtains that our kisses have outworn
raise a tent of shelter now, though every thread is torn
dance me to the end of love

dance me to your beauty with a burning violin
dance me through the panic till i'm gathered safely in
touch me with your naked hand or touch me with your glove
dance me to the end of love
dance me to the end of love
dance me to the end of love

danset benimle askin sonuna dek
güzelliginle danset benimle siddetli bir viyolin esliginde
telas içinde danset benimle güvenlice bulusana dek
kaldir beni bir zeytin dali gibi ve eve dogru giden güvercinim ol
danset benimle askin sonuna dek
danset benimle askin sonuna dek

güzelligini görmeme izin ver seyirciler gittigi zaman
oyununu görmeme izin ver babylonda yaptiklari gibi
yavasça göster bana sinirlarinin ne oldugunu
danset benimle askin sonuna dek
danset benimle askin sonuna dek
dügünde simdi ben de, danset benimle ve danset
danset benimle usulca ve danset benimle çok uzun
biz ikimiz askimizin altindayiz, biz ikimiz yukarisinda
danset benimle askin sonuna dek
danset benimle askin sonuna dek
danset benimle dogmayi bekleyen çocuklara kadar
danset benimle öpücüklerimizin eskittigi son perde içinde
siginacak bir çadir kur simdi, her ipligi yirtilmis olsa da
danset benimle askin sonuna dek

güzelliginle danset benimle siddetli bir viyolin esliginde
telas içinde danset benimle güvenlice bulusana dek
dokun bana çiplak ellerinle ya da dokun bana eldiveninle
danset benimle askin sonuna dek
danset benimle askin sonuna dek
danset benimle askin sonuna dek

açlık / knut hamsun

“fakat yine durdum. aklın alamayacağı kadar zayıf olmalıydım. gözlerim çukura batmış, kafamın içine gömülmüştü. yüzüm nasıldı acaba? insanın, henüz yaşarken, sadece açlık yüzünden çirkin, korkunç biçimlere girmesi, çok rezil bir şeydi, çok rezil! içimde o çılgınca öfkeyi yeniden hissettim; son parlayış, son deprenişti bu. allahım, bu ne surat böyle? memlekette eşi benzeri bulunmayan bir kelle götürüyor, allahım, bir hamalı tuz-buz edecek güçte bir çift yumruk taşıyor ve kristiana şehrinin göbeğinde, suratım suratlıktan çıkacak kadar açlık çekiyordum! ne işti bu! bir beygir gibi, ha babam, kendimi zorlamış, gece gündüz, gözlerim önüme akıncaya kadar okumuş, çalışmış, beynimdeki zekâyı açlıklara akıtmıştım! ne geçmişti, lanet olsun, elime? sokak sürtükleri bile, bu manzaradan kendilerini koruması için tanrıya yalvarıyorlardı. fakat artık buna bir son vermek gerek… anlıyor musun? son vermek gerek, şeytanlar görsün yüzümü!.. sürekli büyüyen bir öfkeyle, bitkinliğime içerleyip, dişlerimi gıcırdatarak, ağlaya küfrede, sendeleye tökezleye yürüyor, yanımdan geçenlere dikkat bile etmiyordum. kendime işkence etmeye başlamıştım yeniden. alnımı bile bile sokak fenerlerine çarpıyor, tırnaklarımı avuçlarıma batırıyor, düzgün konuşamadım mı, öfkemden kudurarak dilimi ısırıyor, canım yandıkça deliler gibi gülüyordum.”

57
gözlerimi kapadım, yarı sesli bir şarkı tutturdum, oyalanmak için yatağa uzandım fakat boşuna! karanlık zihnimi kavramış, beni bir an olsun kendi halime bırakmıyordu. ya içinde erir, karanlığa karışır gidersem? yatakta doğruldum, kollarımı sağa sola savurdum.
sinirlerim bozuldukça bozuluyordu. var gücümle buna karşı koymayı denedim, hiçbir faydası olmadı. gayet garip hayallerin elinde tutsak oturuyor, kendimi yatıştırmak isteyerek ninniler mırıldanıyor, sıkıntıdan ter içinde, huzursuzluğumu gidermeye çalışıyordum. gözlerimi karanlığa dikmiştim. hayatımda böylesine bir karanlık görmemiştim. burada bambaşka bir karanlıkla karşı karşıya olduğum kuşkusuzdu; daha önce kimsenin dikkat etmediği çılgın bir elemanla karşı karşıya olduğum! en gülünç düşünceler zihnimi kurcalıyor, her şey beni ürkütüyordu. duvarda bir küçük deliğe takılmıştı aklım. duvarda bulduğum bir çivi deliği, duvara oyulmuş bir işaretti bu. elimle yokladım, içine üfledim, derinliğini ölçmek istedim. rastgele bir delik değildi, asla! kalleş, içtenpazarlıklı bir delikti bu; ondan sakınmam gerekiyordu. bu deliğin düşüncesiyle büyülenmiş, merak ve korkudan deliye dönmüş, derinliğini ölçmek, bitişik odaya kadar sürüp gitmediğinden emin olabilmek için sonunda yataktan kalkıp yarım çakımı aramam gerekti.

gözlerimi açtım. uyuyamadıktan sonra neden kapalı tutayım? aynı karanlık pusudaydı çevremde, düşüncelerimin tırmanmak isteyip de kavrayamadıkları, kavranmaz o siyah sonsuzluk! neye benzetilebilirdi acaba? bu karanlığı ifade edebilecek siyahlıkta bir sözcük bulmaya zorladım kendimi; fakat faydasız! söyledim mi ağzımı kapkara edecek şiddette bir sözcük arıyordum allah'ım ne kadar da siyahtı ya! tekrar limanı, gemileri, durmuş beni bekleyen o kara devleri düşündüm. beni emip kendilerine çekecekler, beni tutacaklar, ülkeden denizlerden aşıracaklar, insan gözünün görmediği siyah diyarlara götüreceklerdi. kendimi suların çekimine tutulmuş, gemilerde görüyor, bulutlarda süzüldüğümü hissediyor, batıyor, batıyordum. korkudan kısık bir çığlık kopardım, sımsıkı yapıştım yatağa. tehlikeli bir yolculuk yapmış, bir bohça gibi havalarda savrulmuştum. elimi sert kerevete çarpınca öyle bir ferahladım ki! işte ölüm, dedim kendi kendime, öl artık! bir süre yattığım yerde kaldım, artık öleceğimi düşündüm, birden doğruldum, sert bir sesle sordum: öleceğimi de kim söyledi?

112
birden bir sesleniş duydum soğuk, keskin bir ihtar. bu haykırışı duydum, çok iyi duydum, sinirli bir halde yana kaydım, berbat ayaklarımın kımıldanışı nispetinde hızlı bir adım attım. koskoca bir ekmek arabası ta yanımdan geçti, tekerlek ceketimi sıyırmıştı biraz tetik davransaydım kurtulacaktım. dişimi tırnağıma taksaydım biraz tetik davranabilirdim belki de biraz tetik! ama iş işten geçmişti ayaklarımdan birinde bir acı duydum, birkaç parmak ezilmişti. ezilen parmakların, ayakkabının içinde adeta büzülüverdiklerini hissettim. arabacı var gücüyle atların dizginlerine sarıldı, arabada arkasına dönerek dehşet içinde sordu: ne oldu? evet, daha da kötü olabilirdi... her halde tehlikeli değil o kadar... kırık çıkık olduğunu sanmıyorum... rica ederim… gidebildiğim kadar çabuk, banklardan birine yürüdüm etrafımı almış, gözlerim bana dikmiş bu bir sürü insandan sıkılıyordum. hem öldürücü bir darbe değildi bu ucuz atlatmıştım, böyle bir şey başıma gelecekti er geç. işin fena tarafı, ayakkabım parçalanmış, kapak tabandan kopmuştu. ayağımı kaldırdım, yangın içinde kan gördüm. bilerek yapılmamıştı ya bu adam başıma böyle bir kazanın gelmesini istememişti ya az mı korkmuştu! arabadan biraz ekmek vermesini isteseydim verirdi herhalde. sevinç sevine verirdi şüphesiz, allah razı olsun!açlıktan imanım gevriyor, bu yüzsüz iştahımdan nasıl yakayı sıyıracağımı bilemiyordum. oturduğum kanepede sağa sola kıvranıyor, göğsümü dizlerime eğiyordum. karanlık bastırınca belediyenin oraya gittim.allah bilir, oraya nasıl vardığımı... parmaklığın kenarına oturdum. ceketimin ceplerinden birim yırttım, ağzıma sokup çiğnemeye başladım. belli bir maksatla değil, gözlerim bir noktaya dikili, bir şey gömleksizin, halim zehir zakkum, ağzımda çiğniyordum, birkaç çocuğun etrafımda oynadıklarını işitiyor, önümden geçen bir yolcuyu içgüdümle duyuyor, başkaca bir şeye dikkat etmiyordum:.birdenbire altımdaki dükkanlardan birine gidip biraz çiğ et elde etmeyi düşündüm. yerimden kalktım, parmaklığın karşı tarafına geçtim, çarşı çatısının öbür uçundan aşağı indim. kasaplara yaklaşmıştım ki, basamakların bitiminde yukarıya seslendim yukarda bir köpek varmış da onunla konuşuyormuşum gibi, arkama tehditler savurdum. karşıma çıkan ilk kasaba yöneldim:lütfen dedim. köpeğim için bir kemik verir misiniz ? bir kuru kemik, üzerinde hiç et olmasa da olur ağzına almaya bir şey olsun, kafi!adam bir kemik verdi, küçük mükemmel bir kemik, üzerinde et de vardı biraz kemiği ceketimin altına soktum, öyle candan teşekkür ettim ki, adam şaşırdı, yüzüme baktı. bir şey değil! dedi.yoo, öyle söylemeyiniz! diye mırıldandım. bana büyük bir iyilik ettiniz.sonra yukarı çıktım. kalbim hızlı hızlı çarpıyordu. demirciler geçidine daldım, ta içerlere yürüdüm, bir arka avluda harap bir kapının önünde durdum. dört bir yanda hiç ışık görülmüyordu dört bir yanım karanlıktı mükemmel kemiği kemirmeye başladım.tadı neyin tadına benziyordu, hiçbir şeyin! bayat kanın tıkayıcı kokusuydu kemikten yükselen derhal kusmak zorunda kaldım. bir daha denedim. yuttuklarımı çıkarmayacak olsam faydasını görecektim herhalde midemi yatıştırmam gerekiyordu. kızdım, dişlerimi hırsla et parçasına geçirdim, birazım kopardım, sonra yuttum. para etmiyordu et kırıkları midemde ısınır ısınmaz geri geliyorlardı. çılgına dönmüş, yumruklarımı sıktım, çaresizlikten ağlamaklı olmuştum deliler gibi dişledim kemiği. gözyaşlarını boşandı, yaşlarla ıslandı, kirlendi kemik, öğürüyor, küfrediyor, yeniden ısırıyordum kalbim çatlayacakmış gibi ağlıyordum, tekrar kustum. bağırıp çağırarak, dünyada ne var ne yok isyan ettim.çıt yok. çevremde ne bir insan, ne bir ışık, ne bir ses. zorlu bir heyecan hali yaşıyordum beni belki biraz doyurabilecek olan bu ufacık et parçalarını çıkarmak zorunda kaldıkça ağır ve sesli soluyor, dişlerimi gıcırdatarak ağlıyordum. hiçbirinin fayda etmediğini görünce bitkin bir nefretle dolu, gözlümün öfke bürümüş, elimdeki kemiği kapıya doğru fırlattım gökyüzüne yukarı bağırıp çağırdım, tehditler savurdum sesim kısılmış, acı acı allah'ın adım haykırdım, parmaklarımı pençeler gibi büktüm... isyan ediyordun, deliler gibi isyan ediyordum.

15 Şubat 2013 Cuma

kader / zeki demirkubuz



uğur: neden geldin?
bekir: biliyorsun.
u: ne deyim ben şimdi sana
b: hiç bir şey deme bir tek kalmama izin ver yeter. bak söz veriyorum bu sefer hiç bir şeye karışmıycam.
u: kaç defa denedik biliyorsun. nasıl inanıyım sana?
b: söz veriyorum eğer durmazsam kovarsın.
u: ya bela çıkarırsan?
b: çıkarmam.
u: ya çıkarırsan?
b: çıkarmam ya. baktım olmuyor bi' kenarda kafama sıkarım.
u: manyak manyak konuşma.
b: eğer sıkmazsam siksinler. benim de bi' gururum var be.
u: gördük son defasında bütün konya'yı ayağa kaldırıp gittin.
b: sen de aşşağılama bizi o ta ne zamandı.
u: ben dönmenden yanayım. artık iki çocuk babasısın.
b: bunu yapma bana
u: sen de yapma. benim için hava hoş. iyi bile olur. ama insaniyetli olmaz. sana da yazık ailene de.
b: sen de anla artık başka yolu yok bunun. yazıkmış kılmış tüymüş, hepsi hesap edildi bunların ya. her şeye hazırım diyorum sana. herkesin inandığı bir şey vardır bu amına koduğumun hayatında. benimki de sensin.

geçen gece çocuk hastaydı. ilacı bitmiş; almak için dışarı çıktım. sağa sola saldırıp nöbetçi eczane arıyoruz. birden durup dururken içim cız etti. baktım yine aynı karın ağrısı. öyle özlemişim ki seni... dönerken bir meyhane gördüm. bir tek içeri girdiğimi hatırlıyorum, bir de rakıya yumulduğumu. arkasından en az dört cigaralık... sonra gözümü bir açtım: karşıdan karlı dağlar geçiyor. bir daha açtım, başımda bir çocuk ''kalk abi.'' diyor ''kars'a geldik.'' otobüsten indim, yürümeye başladım. dedim: ''allah'ım nerdeyim ben, burası neresi?'' sonra güç bela burayı buldum. kapının önünde durup düşündüm. dedim: ''bekir, bu kapı ahiret kapısı, burası sırat köprüsü, bu sefer de geçersen bir daha göremezsin. iyi düşün'' dedim. düşündüm... düşündüm... ama olmadı; dönmedim. sonra '' bak oğlum'' dedim kendi kendime. ''yolu yok çekeceksin. isyan etmenin faydası yok; kader'in böyle... yol belli, bu son, son yürüşün.''

offret / andrey tarkovski



(alexander kitapta fotoğrafları yer alan tablolara bakar)

a: derinlik ve mahremiyet bir arada
inanılmaz
bir dua gibi
ve bütün bunlar kayboldu artık
dua bile edemeyiz
(…)
harika bir kitap
hiç hayatı boşa geçirdiğini düşündüğün oldu mu?
b: hayır, neden?
a: evet, bir zamanlar böyle bir duyguya kapılmıştım.
ama küçük adam doğduktan sonra
herşey değişti
bir anda olmadı tabi
yavaş yavaş o büyüdükçe
biliyorsun, ona cok bağlıyım
belki de biraz fazla bağlıyım
yine de içerlediğim bir şey var
kendimi hayata hazırlamıştım
daha yüksek bir hayata
felsefe, din, tarih, estetik okudum
sonunda bütün bunlar bana ayak bağı oldu
kendi irademle yaptım bunu
yine de mutluyum işte
bugün olduğu gibi.

trainspotting


“kocaman bir televizyon falan seçin.
bulaşık makinenizi, arabanızı, cd çalarınızı ve elektrikli konserve açacağınızı seçin.
düşün koleströlü, diş sigortanızı sağlıklı bir hayatı seçin.
ev kredisi ödeme planınızı seçin.
başlangıç için bir ev seçin.
arkadaşlarınızı seçin.
günlük giysilerinizi ve bavul takımınızı seçin.
çeşit çeşit oturma grupları arasından taksitle birtane seçin.
tak-yap bir ürün alıp pazar sabahı kendinizi bir bok zannetmeyi seçin.
kanepeye oturup bir taraftan ruh sömüren programları izlerken,
o lanet abur cuburları zıkkımlanmayı seçin.
ve sonunda sizden sonra yerinize geçsin diye doğurtuğunuz bencil veletler için
bir utanç kaynağından başka bir şey olmayan sefil evinizde son nefesinizi vermeyi seçin.
geleceğinizi seçin.
hayatı seçin.
ama neden böyle bir şey yapayım ki?

ben hayatı seçmemeyi seçtim.
ben başka bir şey seçtim.
neden mi?
hiçbir nedeni yok.”

mark renton