19 Şubat 2013 Salı

açlık / knut hamsun

“fakat yine durdum. aklın alamayacağı kadar zayıf olmalıydım. gözlerim çukura batmış, kafamın içine gömülmüştü. yüzüm nasıldı acaba? insanın, henüz yaşarken, sadece açlık yüzünden çirkin, korkunç biçimlere girmesi, çok rezil bir şeydi, çok rezil! içimde o çılgınca öfkeyi yeniden hissettim; son parlayış, son deprenişti bu. allahım, bu ne surat böyle? memlekette eşi benzeri bulunmayan bir kelle götürüyor, allahım, bir hamalı tuz-buz edecek güçte bir çift yumruk taşıyor ve kristiana şehrinin göbeğinde, suratım suratlıktan çıkacak kadar açlık çekiyordum! ne işti bu! bir beygir gibi, ha babam, kendimi zorlamış, gece gündüz, gözlerim önüme akıncaya kadar okumuş, çalışmış, beynimdeki zekâyı açlıklara akıtmıştım! ne geçmişti, lanet olsun, elime? sokak sürtükleri bile, bu manzaradan kendilerini koruması için tanrıya yalvarıyorlardı. fakat artık buna bir son vermek gerek… anlıyor musun? son vermek gerek, şeytanlar görsün yüzümü!.. sürekli büyüyen bir öfkeyle, bitkinliğime içerleyip, dişlerimi gıcırdatarak, ağlaya küfrede, sendeleye tökezleye yürüyor, yanımdan geçenlere dikkat bile etmiyordum. kendime işkence etmeye başlamıştım yeniden. alnımı bile bile sokak fenerlerine çarpıyor, tırnaklarımı avuçlarıma batırıyor, düzgün konuşamadım mı, öfkemden kudurarak dilimi ısırıyor, canım yandıkça deliler gibi gülüyordum.”

57
gözlerimi kapadım, yarı sesli bir şarkı tutturdum, oyalanmak için yatağa uzandım fakat boşuna! karanlık zihnimi kavramış, beni bir an olsun kendi halime bırakmıyordu. ya içinde erir, karanlığa karışır gidersem? yatakta doğruldum, kollarımı sağa sola savurdum.
sinirlerim bozuldukça bozuluyordu. var gücümle buna karşı koymayı denedim, hiçbir faydası olmadı. gayet garip hayallerin elinde tutsak oturuyor, kendimi yatıştırmak isteyerek ninniler mırıldanıyor, sıkıntıdan ter içinde, huzursuzluğumu gidermeye çalışıyordum. gözlerimi karanlığa dikmiştim. hayatımda böylesine bir karanlık görmemiştim. burada bambaşka bir karanlıkla karşı karşıya olduğum kuşkusuzdu; daha önce kimsenin dikkat etmediği çılgın bir elemanla karşı karşıya olduğum! en gülünç düşünceler zihnimi kurcalıyor, her şey beni ürkütüyordu. duvarda bir küçük deliğe takılmıştı aklım. duvarda bulduğum bir çivi deliği, duvara oyulmuş bir işaretti bu. elimle yokladım, içine üfledim, derinliğini ölçmek istedim. rastgele bir delik değildi, asla! kalleş, içtenpazarlıklı bir delikti bu; ondan sakınmam gerekiyordu. bu deliğin düşüncesiyle büyülenmiş, merak ve korkudan deliye dönmüş, derinliğini ölçmek, bitişik odaya kadar sürüp gitmediğinden emin olabilmek için sonunda yataktan kalkıp yarım çakımı aramam gerekti.

gözlerimi açtım. uyuyamadıktan sonra neden kapalı tutayım? aynı karanlık pusudaydı çevremde, düşüncelerimin tırmanmak isteyip de kavrayamadıkları, kavranmaz o siyah sonsuzluk! neye benzetilebilirdi acaba? bu karanlığı ifade edebilecek siyahlıkta bir sözcük bulmaya zorladım kendimi; fakat faydasız! söyledim mi ağzımı kapkara edecek şiddette bir sözcük arıyordum allah'ım ne kadar da siyahtı ya! tekrar limanı, gemileri, durmuş beni bekleyen o kara devleri düşündüm. beni emip kendilerine çekecekler, beni tutacaklar, ülkeden denizlerden aşıracaklar, insan gözünün görmediği siyah diyarlara götüreceklerdi. kendimi suların çekimine tutulmuş, gemilerde görüyor, bulutlarda süzüldüğümü hissediyor, batıyor, batıyordum. korkudan kısık bir çığlık kopardım, sımsıkı yapıştım yatağa. tehlikeli bir yolculuk yapmış, bir bohça gibi havalarda savrulmuştum. elimi sert kerevete çarpınca öyle bir ferahladım ki! işte ölüm, dedim kendi kendime, öl artık! bir süre yattığım yerde kaldım, artık öleceğimi düşündüm, birden doğruldum, sert bir sesle sordum: öleceğimi de kim söyledi?

112
birden bir sesleniş duydum soğuk, keskin bir ihtar. bu haykırışı duydum, çok iyi duydum, sinirli bir halde yana kaydım, berbat ayaklarımın kımıldanışı nispetinde hızlı bir adım attım. koskoca bir ekmek arabası ta yanımdan geçti, tekerlek ceketimi sıyırmıştı biraz tetik davransaydım kurtulacaktım. dişimi tırnağıma taksaydım biraz tetik davranabilirdim belki de biraz tetik! ama iş işten geçmişti ayaklarımdan birinde bir acı duydum, birkaç parmak ezilmişti. ezilen parmakların, ayakkabının içinde adeta büzülüverdiklerini hissettim. arabacı var gücüyle atların dizginlerine sarıldı, arabada arkasına dönerek dehşet içinde sordu: ne oldu? evet, daha da kötü olabilirdi... her halde tehlikeli değil o kadar... kırık çıkık olduğunu sanmıyorum... rica ederim… gidebildiğim kadar çabuk, banklardan birine yürüdüm etrafımı almış, gözlerim bana dikmiş bu bir sürü insandan sıkılıyordum. hem öldürücü bir darbe değildi bu ucuz atlatmıştım, böyle bir şey başıma gelecekti er geç. işin fena tarafı, ayakkabım parçalanmış, kapak tabandan kopmuştu. ayağımı kaldırdım, yangın içinde kan gördüm. bilerek yapılmamıştı ya bu adam başıma böyle bir kazanın gelmesini istememişti ya az mı korkmuştu! arabadan biraz ekmek vermesini isteseydim verirdi herhalde. sevinç sevine verirdi şüphesiz, allah razı olsun!açlıktan imanım gevriyor, bu yüzsüz iştahımdan nasıl yakayı sıyıracağımı bilemiyordum. oturduğum kanepede sağa sola kıvranıyor, göğsümü dizlerime eğiyordum. karanlık bastırınca belediyenin oraya gittim.allah bilir, oraya nasıl vardığımı... parmaklığın kenarına oturdum. ceketimin ceplerinden birim yırttım, ağzıma sokup çiğnemeye başladım. belli bir maksatla değil, gözlerim bir noktaya dikili, bir şey gömleksizin, halim zehir zakkum, ağzımda çiğniyordum, birkaç çocuğun etrafımda oynadıklarını işitiyor, önümden geçen bir yolcuyu içgüdümle duyuyor, başkaca bir şeye dikkat etmiyordum:.birdenbire altımdaki dükkanlardan birine gidip biraz çiğ et elde etmeyi düşündüm. yerimden kalktım, parmaklığın karşı tarafına geçtim, çarşı çatısının öbür uçundan aşağı indim. kasaplara yaklaşmıştım ki, basamakların bitiminde yukarıya seslendim yukarda bir köpek varmış da onunla konuşuyormuşum gibi, arkama tehditler savurdum. karşıma çıkan ilk kasaba yöneldim:lütfen dedim. köpeğim için bir kemik verir misiniz ? bir kuru kemik, üzerinde hiç et olmasa da olur ağzına almaya bir şey olsun, kafi!adam bir kemik verdi, küçük mükemmel bir kemik, üzerinde et de vardı biraz kemiği ceketimin altına soktum, öyle candan teşekkür ettim ki, adam şaşırdı, yüzüme baktı. bir şey değil! dedi.yoo, öyle söylemeyiniz! diye mırıldandım. bana büyük bir iyilik ettiniz.sonra yukarı çıktım. kalbim hızlı hızlı çarpıyordu. demirciler geçidine daldım, ta içerlere yürüdüm, bir arka avluda harap bir kapının önünde durdum. dört bir yanda hiç ışık görülmüyordu dört bir yanım karanlıktı mükemmel kemiği kemirmeye başladım.tadı neyin tadına benziyordu, hiçbir şeyin! bayat kanın tıkayıcı kokusuydu kemikten yükselen derhal kusmak zorunda kaldım. bir daha denedim. yuttuklarımı çıkarmayacak olsam faydasını görecektim herhalde midemi yatıştırmam gerekiyordu. kızdım, dişlerimi hırsla et parçasına geçirdim, birazım kopardım, sonra yuttum. para etmiyordu et kırıkları midemde ısınır ısınmaz geri geliyorlardı. çılgına dönmüş, yumruklarımı sıktım, çaresizlikten ağlamaklı olmuştum deliler gibi dişledim kemiği. gözyaşlarını boşandı, yaşlarla ıslandı, kirlendi kemik, öğürüyor, küfrediyor, yeniden ısırıyordum kalbim çatlayacakmış gibi ağlıyordum, tekrar kustum. bağırıp çağırarak, dünyada ne var ne yok isyan ettim.çıt yok. çevremde ne bir insan, ne bir ışık, ne bir ses. zorlu bir heyecan hali yaşıyordum beni belki biraz doyurabilecek olan bu ufacık et parçalarını çıkarmak zorunda kaldıkça ağır ve sesli soluyor, dişlerimi gıcırdatarak ağlıyordum. hiçbirinin fayda etmediğini görünce bitkin bir nefretle dolu, gözlümün öfke bürümüş, elimdeki kemiği kapıya doğru fırlattım gökyüzüne yukarı bağırıp çağırdım, tehditler savurdum sesim kısılmış, acı acı allah'ın adım haykırdım, parmaklarımı pençeler gibi büktüm... isyan ediyordun, deliler gibi isyan ediyordum.