29 Temmuz 2013 Pazartesi

gizliajans / alpercanıgüz















s8
“hah” dedim alayla. “ajans sahibi bie kedi, hayvanlar la telepatik ilişkiler kuran, durmadan ağlayan yöneticiler, ortalıkta cıa ajanı gibi dolaşan müşteri temsilcileri… ben de ne eksik diye düşünüyordum. tabi ki psişik bir sismograf’

s9
 (musa’nın sanem’e iç sesleri)
… rüyalarımın kadını
…  dedi elizabeth taylor
… gülerek kesti sözümü güzeller güzeli
… yine aynı yüreğimi eriten dudak büzüş
… diye gülümsedi gül yüzlüm
… dedi ilk yaz yagmurum
… sanem ve menekşe gözleri
… diye gülümsedi sebeb-i mevcudiyetim
.. dedi gönlümün sultanı
.. dedi selvi boylu al yazmalım
… gözlerinin içi parlyarak güldü. o gözler yüzünden bir gün kendimi ateşe atacağımı hissediyorum.
… sanem?” ve ismin dudaklarımı yakıyor neden?

s15
bazı aşklar vardır içinde kahkahaların çınlamasından ziyade gözyaşlarının çağlaması daha uygun düşer.

s16
insanlardan insanlar diye söz edenler insanlardan oldum olası nefret etmişimdir.

s80
"geçmiş  olsun" dedi tunçay bey. "sanem hanım geçen gün hastaladnığınızı söyledi."
"evet, sanırım öğle yemeğinden zehirlendim. özür dilerim, aramam gerekirdi"
"hımm, peki hastalanınca ne yaptınız"
yüzümü ateş basıverdi. hereyi bilen onlarıd, ben değili "eve gittim."
"hastaneye gitmeliydiniz."
"biraz dinlenirsem geçeceğini düşündüm; nitekim öyle oldu. teşekkür ederim."
"hastaneye gitmeliydiniz," diye yineledi tunçay bey.
"ama hata bizde..." senin gibi bir eşşği işe aldık diye devam etmesini bekliyordum cümlenin, ama öyle olmadı.
".... hemen gerekli evrakları doldurun, en geç bir hafta içinde sigortanıa kavuşursunuz"
bir anda rahatlayıvermiştim. "teşekkür ederim," dedim. "yanmışsınız."
"efendim?"
"teniniz," diye açıkladım neşeyle. "bronzlaşmışsınız." hafta sonu bir yere mi gittiniz?"
"evet," dedi tunçay bey. "cenazeye."
özür dilemek para etmezdi. hakikaten eşşeğin tekiydim.

s88
tamay bey ile ilk görüşme
"... burada kutu beyin oluyor değil mi"
"kesinlikle'" diye yanıtladı tamay bey keyifle. "yani tüm yapmamız gereken, insanların beyinlerini çeşitli biçimlerde kesip üzerlerinde öğrenme deneyleri yapmak! doğru kutuyu buluncaya dek...." onu böyle sakin sakin dinlemek beni potansiyel bir cani yapmazdı. aptal aptal bakıyordum. derken kahkahayı patlattı tamay bey. "hay allah iyiliğiniz versin musa bey! yüzünüzü görmenizi isterdim."
"nasıl?" diye geveledim.
katıla katıla gülüyordu karşımda. "dalga geçiyorum yahu, işletiyorum sizi. ben kutular konusundaki hobimden bahsederken öyle boş bakıyordunuz ki, dayanamadım..."
oyuna getirmişti beni pezevenk. çaresiz gülümsedim. "neyse içim rahatladı..."
"yani kusura bakmayın n'olur... mütevazi bir eğlence diye bakın, olur mu?"
çok pis tufaya gelmiştim hakikaten. "tamam tamam" dedim. "benim aptallığım. kutu müzesi gibi sapıkça bir şey söylediğinz anda nalmalıydım..."
bıçak gibi kesildi kahkahaları. "o konuda şaka yapmıyordum."
bir an buz gibi birbirmize baktık. derken uyandım. namussuz yine işletiyordu beni. bir kahkaha attım. hayır. o hâla gülmüyordu. nefretle bakıyordu bana. "ben gideyim." dedim.
odasından çıkınca derin bir nefes aldım. nasıl allah'ın cezası bir yerdir bu gizliajans?

s184
mevsimlerden yazdu ve tercüme-i halime ne söylesem azdı. biliyordum, gidecekti. kim bilir, belki de bir bekleyeni vardı? lakin gözlerinden anlıyordum, o da benim gibi yalnızdı. dışarıdan bakınca halleri pervasız, ruhu uçarıydı. sevdiyse de çok, korkarım bana pek inanmazdı. işte bu konuda çok haksızdı. varsın olsun; başka kim gözlerinde umudu ve acıyı aynı anda böyle güzel taşırdı? tanrı'nın kaderime yazdığı işte bu kızdı.

s96
... boş zamanlarını kolaj yaparak falan geçiriyordur herhalde. böyle kadınlar arasında nedense çok popüler olan ve genellikle sermik yapımı ya da ispanyolca dersleriyle başlayıp küba dostları derneği'yle devam eden, en nihayetinde de tımarhaneyle tamamlanan bir kişisel gelişim yolculuğunun uğrak noktalarından birinde olmalıydı.

s102
 "niye benimle bu kadar uğraşıyorsunuz"
"çünkü sizi çok sevimli buluyorum"
ne diyeceğimi bilemiyordum "bilmukabele"
mehtap şuh bir kahkaha attı. "ömürsünüz hakikaten. bilmukabele! nereden öğreniyorsunuz bu lafları! eski türk filmlerinden mi?"
"her rüzgara yelken açsaydık, çoktan baştankara olmuştuk yavrum," dedim bitirim bitirim. "bak bunu eski bir türk filminden öğrendim işte. orhan günşiray kendisini baştan çıkarmaya çalışan bir konsomatrise söylüyordu"
mehtap apışmış bir halde suratıma bakarken "izninle, sevgilimi bulmam gerekiyor," deyip yanımdan uzaklaştı.
zevkten geberecektim.

insanlardan insanlar diye söz eden insanlardan oldum olası nefret etmişimdir.

ben atıp tutmayı sürdürürken, sevilay usulca avcumun alt kısmındaki yara izine dokundu.
-- "nedir bu?"
-- "cam kesiği" dedim. "anneme çok sinirlendiğim bir gün evdeki kapılardan birinin camına yumruk atmıştım. o zamandan kaldı bu iz."
-- "benim de var bir yara izim" diyerek sol bileğini gösterdi sevilay. kocaman, yuvarlak bir leke vardı atardamarının üzerinde. "erkek arkadaşımla atışıyorduk biz de. o bağırıp çağırıyor, ben de susmasını söylüyordum. hiç tınmıyor, aynı şeyleri tekrarlayıp duruyordu. ben de sonunda elimdeki sigarayı bileğime bastım."
-- "kendini öldürmek için mi yaptın bunu?"
-- "hayır hayır” dedi sevilay. "konuyu değiştirmek için yaptım." gülerek bana baktı sonra. "bazı konular zor değişiyor."
hayranlıkla baktım ona.

-- "ne kadar güzelsin sevilay. ne kadar doğrusun... sevenler birbirlerine yara izlerini gösterirler. ilk önce bunu yaparlar. sana ruhumu açmadan önce bil ki incinebilirim demek için. çünkü en çok sevdiklerin yaralar seni." gözlerim yaşlarla dolmuştu. "neden sanem bana hiç yara izlerini göstermedi sevilay?"


bir minibüs dolusu mahvolmuş hayat, karizmatik kaptan mutullah akçabey yönetiminde, saatte ortalama yetmiş kilometre hızla kendilerini gelen evrak giden evrak arası biraz daha tüketecekleri işkencehaneye doğru ilerlerken, bir gece önce şatosunda düzenlediği kokain ve seks partisinin düşlerine dalmış sean connery'nin kıçında pireler uçuşuyordu.

evet. utanarak kabul ediyorum ki, bunu bir yerde okudum. ama ne fark eder? bütün şiirler, romanlar senin için yazılmadı mı zaten? bütün şarkılar senin için söylenmedi mi? masumların kanı senin için akmadı mı? ruhum hep seni aradı benim sanem. hep seni arar. milyonlarca yıl geçsin, sistemler çöksün, güneşler patlasın benim ruhum seni arar. ve biliyor musun sanem, bulur da. şimdi bulduğu gibi bulur.

derhal harekete geçmek yerine, on beş saat uyumak suretiyle her zaman olduğu gibi gerçeklerden kaçmayı tercih etmiş ve affedilmez bir hata yapmıştım.

yalan söylemeyi sevmiyor ama tanrı'ya şükür ki başarıyla gerçekleştirebiliyordum.

inşaat halinde bir bina düşün ve ben de kendimi onun çatısından aşağı atarak intihar etmeye karar vermiş olayım. eğer merdivenlerin parmaklıkları henüz inşa edilmemişse, inan bana, basamakları apartman boşluğu tarafından değil, duvar tarafından tırmanırım. hiç kimse ölene kadar ölüme hazı değildir.

sonra o ilk meş'um soruyla kopuş başlar: anneni mi daha çok seviyorsun babanı mı? bu masumane görünen soru, içinde korkunç bir gizli argüman barındırmaktadır: bu da sevginin ölçülebilir bir şey olduğu iddiasıdır. biliyor musunuz, çocuk o güne kadar bunu hiç düşünmemiştir bile. o hayatı ve hayatın bir parçası olarak kendisini ve diğerlerini doğallıkla sevmektedir. ne ki, birden tartmaya başlar... annemi mi daha çok seviyorum babamı mı?

bu ve benzeri konularda düşünmek için derhal biramı yenilemem gerekiyordu.

iki insanı, bir üçüncüyü ezmek kadar birbirine yaklaştıran bir şey var mıdır şu dünyada?