25 Aralık 2016 Pazar

certified copy / aabbas kiarostami



















intro:
"sanırım söylememe gerek yok, sanat,
üzerinde yazılması zor bir konu...
..sabit bir referans noktası yok...
...sizi tam olarak destekleyecek
mutlak gerçekler yok.
konunun psikolojik ve felsefi
yönlerini keşfetme kararlılığım...
...işimi umduğumdan daha da
fazla zorlaştırdı.
 benim göstermek istediğim,
kopya da en az...
...orijinali kadar değerlidir ve böylece
orijinalin değerini ortaya çıkarır.
ve sanırım bu yaklaşım sadece
sanatta geçerli.
geçenlerde bir okurumun, kitabımın,
öz benliğini anlaması için...
...kendini sorgulamaya yönelttiğini
söylemesi beni çok mutlu etti.
orijinallik kavramı, antik çağlarda
romalılar, mısırlıların el yapımı...
...gümüş takılarının taklitlerini
satmaya başladığından beri...
...tartışılmaya devam ediyor.
benim en sevdiğim hikâye,
lorenzo de medici'nin, michelangelo'ya...
...eros heykeline,
"antika" adını verirse...
...daha yüksek fiyata satabileceği
yönündeki tavsiyesidir.
orijinallik kavramıyla ilgili olarak...
...gerçek mi yoksa sahte mi
yönündeki endişeler...
...atalarımızın kafasını meşgul ettiği
kadar, bugün bizimkini de ediyor.
orijinal sözcüğü bizde olumlu
çağrışımlar yapar.
otantik, özgün, güvenilir...
..kalıcı, etkileyici ve
gerçek değere sahip.
kelimenin kökeni de
oldukça ilginç:
kelimenin kökü "oriri"
ortaya çıkmak ya da doğmak demektir.
ben özellikle kelimenin "doğum"
sözcüğüne yaptığı göndermeyle ilgiliyim.
bana göre burada
sanattaki üretimle...
...insan ırkının üremesi arasında
bir paralellik söz konusudur.
sonuç olarak bizler atalarımızın
dna'larının birer kopyasıyız.
orijinal eserleri incelerken
ve böylece orijinali sorgularken...
...medeniyetimizin temellerine dair
keşiflerde bulundum.
rönesans hümanistleri batı
kültürünün köklerini araştırmışlardı.
kültürel mirasımızı daha geniş bir
anlayışla araştırmamızı teşvik ettiler.
kültürlerin kökenlerine
duyulan bu hayranlık...
...orijinallik kavramının esas
tanımıyla doğrudan bağlantılıdır.
orijinallik kavramıyla beraber,
güvenilir olma...
...kültürel olarak
onaylanma ihtiyacı ortaya çıkar."

20 Kasım 2016 Pazar

lera lynn / my least favorite life (true detective)














this is my least favorite life / hiç istemediğim bir hayat bu yaşadığım
the one where you fly and ı don’t / senin kanatlandığın benimse kalakaldığım
a kiss holds a million deceits / milyonlarca yalanı örter bir öpücük
and a lifetime goes up in smoke / ve bir ömür dumanlara savrulur
this is my least favorite you / karşımda hiç istemediğim bir sen
who floats far above earth and stone / göğün yükseklerinden taşa ve toprağa dökülen
the nights that ı twist on the rack / bir koyağa sığındığım geceler
ıs the time that ı feel most at home  / en çok yuvamda hissettiğim zamanlardır  
we’re wandering in the shade / gölgelerde süzülüyoruz
and the rustle of fallen leaves / ve düşen yaprakların seslenişi
a bird on the edge of a blade / bıçağın ağzında bir kuş
lost n forever,my love,in a sweet memory/artık sonsuza dek kaybettim,sevdiğimi hoş anılarda  
the station pulls away from the train / istasyon uzaklaşıyor trenden
the blue pulls away from the sky / mavi gökyüzünden sıyrılıyor
the whisper of two broken wings / iki kırık kanadın fısıltısı
may be they’re yours, maybe they’re mine / belki senin belki benim
this is my least favorite life / hiç istemediğim bir hayat bu yaşadığım
the one where ı am out of my mind / aklımın başımda olmadığı
the one where you are just out of reach / sana uzanamadığım
the one where ı stay and you fly / benim kalakaldığım, senin kanatlandığın  
ı’m wandering in the shade / gölgelerde süzülüyorum 
and the rustle of fallen leaves / ve solmuş yapraklar sesleniyor
a bird on the edge of the blade / bıçağın ağzında bir kuş 
lost now forever, my love, in a sweet memory / artık sonsuza dek kaybettim, sevdiğimi hoş anılarda
kaynak: www.papik.net

26 Eylül 2016 Pazartesi

ruh adam / hüseyin nihal atsız





















yaşlı insanlar hayatın kötülüklerini göre göre kötüleşiyorlar; gönül saf­lığını, insan duygusunun bütün iyi taraflarını kaybediyorlardı. bu belki normaldi ama yürekleri yalnız iyilikle çarpan, dünyada yalnız iyi şeyler bulunduğunu sanan genç kızların da kötü duygulara kapılmış olması korkunçtu

gönlüm dolu âh u zâr kaldı...
ansızın bu mısradaki hüznün tâ yüreğine işlediğini farketti. makber’in en alelade, hatta dil bakımından da pürüzlü olan bu mısraında ne vardı da bu kadar içine, işliyordu? yoksa kendisi mi romantik bir anında idi?
şiirlerin ne zaman tesirli oldukları hakkında biraz düşündü. tedâîler kendisini yıldırım hızıyla çok uzaklara sürüklerken beyninde bir noktanın aydınlandığını sezer gibi oldu: insanlar kendi durumlarına uygun bir mısradan, bir beyitten zevk alıyorlar, hüzünleniyorlar, keder duyuyorlardı. ayşe kendi gönlünü yokladı: bu gönül âh u zâr ile doluydu. şu farkla ki hâmid, kendi âh u zarını bir fırtına çığlığı halinde dünyaya ve zamanlara fırlatabildiği halde ayşe’nin âh u zarı gönlünün sınırları içinde mahpus kalmaya mahkûmdu. kendisini bu kadar duygulandıran da galiba bir dert ortağının olmayışı, hatta derdini işitecek bir yabancının bulunmayışı idi. bunu keşfettikten sonra tekrar kitaba daldı:
gönlüm dolu âh u zâr kaldı...
bir gönülün âh u zâr ile dolmasının ne demek olduğunu gönlü rahat olanlar anlayamazdı.

(edebiyatı) niçin seversin güntülü?
sevginin niçini olmaz ki efendim... düşünsem belki mâkul bir sebep bulabilirim. fakat bu hakikî sebep olmaz. çünkü biz önce severiz. sonra sevdiğimiz şeyin güzel taraflarını bulmaya çalışırız. bu da hodbinliğimizden doğar efendim.

- bendeniz ayrıca hiçbir millete mensup değilim. sadece yek’im.
selim pusat kızmıştı:
­serseri! milliyetsiz adam olur mu?
yek riyakar bir tavırla ellerini oğuşturdu:
­ yaşamak için muhakkak bir millete mensup olmak mı lazım, selim beğ?
­ elbette. hayvanların milliyeti olmaz!
­ ne çıkar efendim? insan, hayvan… hatta ot ve camad…hepimiz aynı kökten gelmiyor muyuz?
selim’in yüzü öfke ve istihza ile karıştı:
­ ne derin fikirler!.. fakat bugünün gerçekleriyle bağdaşmasına imkan yok. milletler olmayınca birbiriyle
çarpışacak orduları nasıl kuracaksın? bir tarafta insanlar, bir tarafta da otlar veya madenler mi bulunacak?
yek, selim’i çileden çıkaracak kadar riyakar olan eğilimlerinden birini daha yaparak cevap verdi:
­ ordular kurup çarpışmak için bir mecburiyet yok ki selim beğ! bu dünyanın nimetlerinden bol bol
faydalanmak dururken neden ordular kurulsun? neden kanlar dökülüp kahramanlar toprağa serilsin?
­ ya ne yapılsın?
­ yaşansın efendim, yaşansın…


saatler geçiyor, bunun farkında olmayan selim, ay­şe’nin verdiği yazıları okuyordu. ömründe ilk defa, as­kerlik dışındaki bir konuya böylesine merak ve ilgiyle dalmıştı. masal okuyan bir çocuk gibiydi. bir aralık, oku­duğu kitap kendisini hallâc-ı mansûr’a getirdi. hallâc-ı mansur, «ene’l-hak» dediği için işkenceyle öldürülürken kendisini öldürenler için tanrı’ya yalvarıyor ve şöyle diyordu:
“onları bağıla, beni bağışlama. mademki benim insalığımı, kendi tanrılığında yok ediyorsun, benim insalığım senin tanrılığının üzerinde hakkı ile, benim sana kavuşmama böylece sebep olan bu insanlıar senin de yargılamamanı istiyorum”
mansur’u parçaladılar. her parçasından “enel hak” feryadı yükseldi. yaktılar. külleri “enel hak” diye bağırdı. küllerini ırmağa attılar. ırmak “enel hak” haykırışıyla doldu.

bazen bir sevgili için her şey bırakılır yüzbaşım. insan bir öfke ânında arkadaşını, bir buhran dakikasında kendisini öldürebildiği gibi, aşk denen hastalığın şiddetlendiği bir sırada da istikbalini, hâlini, mazisini, her şeyini feda edebilir.

aşk bir nevi anormal duygudur, âşıklar da anormal hastalardır ama ruh hekimliği bakımından her büyük insan da az çok anormal sayılır. bütün insanlar tam normal olsa insanların akıllı ve şuurlu hayvanlardan farkı kalmaz.

- prensesim, dedi. bunun klâsik bir tek çaresi var. fakat o çare de hemen daima nazarî kalmıştır.
- nedir?
- ışığı bastıracak daha parlak bir ışık
- öyle bir ışık var mı
- var. fakat o kadar yüksekte ki düşünmek bile çılgınlık olur.

leyla gözlerini pusat’a dikerek birkaç saniye baktı. sonra kendisini dayanılmaz derecede güzelleştiren gülümseyişiyle;
- müsaade ediyorum beni sevebilirsiniz! dedi.


ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
bilmem, bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?
pervane olan kendini gizler mi alevden;
sen istedin, ondan bu gönül zorla tutuştu...

gün senden ışık alsa da bir renge bürünse;
ay secde edip çehrene yerlerde sürünse;
her sey silinip kayboluyorken nazarımdan
yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse...

ey sen ki kül ettin beni onmaz yakışınla,
ey sen ki gönüller tutusur her bakışınla!
hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince
çehren bana uğrunda ölüm hazzı verince

gönlümdeki azgın devi rüzgarlara attım;
gözlerle günah işlemenin zevkini tattım.
gözler ki birer parçasıdır sende ilahın,
gözler ki senin en katı zulmün ve silahın,

vur şanlı silahınla gönül mülkü düzelsin;
sen öldürüyorken de, vururken de güzelsin!
bir başka füsun fışkırıyor sanki yüzünden,
bir yüz ki yapılmış dişi kaplanla hüzünden...

hasret sana ey yirmi yılın taze baharı,
vaslınla da dinmez yine bağrımdaki ağrı.
dinmez! gönlün, tapmanın, aşkın sesidir bu!
dinmez! ebedi özleyişin bestesidir bu!

hasret çekerek uğruna ölmek de kolaydı,
görmek seni ukbadan eğer mümkün olsaydı.
dünyayı boğup mahşere döndürse denizler,
tek bendeki volkanları söndürse denizler...

hala yaşıyor gizlenerek ruhuma "kaabil";
imkanı bulunsaıdı, bütün ömre mukabil
sırretmeye elden seni bir perde olurdum.
toprak gibi her çiğnediğin yerde olurdum.

mehtaplı yüzün tanrı'yı kıskandırıyordur.
en hisli siirden de örülmez bu güzellik.
yaklaşması güç, senden uzaklaşması zordur,
kalbin işidir, gözle görülmez bu güzellik


mikail söze başladı:
- selim pusat benim haklarıma da ilişti. ben en güzel ve iç açıcı yağmurları yağdırdığım gibi öldürücü kasırgaları da estirir, ılık güneşle beraber kavurucu güneşi de parlatırım. bu sanık öyle bir sevgiye tutuldu ki gönlünde nisan esintileriyle birlikte karakış boraları da esti. zaman zaman mayıs güneşiyle ısındı. zaman zaman ağustos güneşiyle kavruldu. bana rakib oldu. iradesini kullanamadı. bir subay için en büyük günah budur.
çıt çıkmıyordu. heybetli ses yine sordu:
- ne diyorsun selim pusat?
selim daha da sertleşmişti:
- doğrudur!
israfil söze başladı:
- benzi vazifem kıyamet günü olacaktır. o güne kadar buyruk beklemeye mecburum. selim pusat’ın gönlünün içindeki feryatlar o kadar acı ve gürültülü idi ki insanlar duysa hep ölür, benim surumu öttürmeme lüzum kalmazdı. bütün bunlar kendisinin günahından doğdu. günahlarını araştıra araştıra ilk sebebe gidince bunu öğrendim. insanların türlü fikri çalkantısıyla boğuştuğu çağda o kırallık taraftarıydı. ülkesinin kanunlarını tanımaz olmuştu.
heybetli ses üçüncü defa sordu:
- ne diyorsun selim pusat?
- doğrudur!
- bütün olanların ilk sebebi senin kıralcı oluşun mudur?
- evet!
- bunu ilk günah diye kabul ediyor musun?
- asla!
- neden?
- bütün o muhteşem kıralları sen yarattın!


bazen bir sevgili için her şey bırakılır yüzbaşım. insan bir öfke anında arkadaşını, bir buhran dakikasında kendini öldürebildiği gibi, aşk denen hastalığın şiddetlendiği bir sırada da istikbalini, halini, mazisini, her şeyini feda edebilir.

- buda! sen fenalık diye bir şey kabul etmiyorsun. selim pusat fenalık yapmış mıdır? günah işlemiş midir?
buda’nın yavaş, yumuşak ve pürüzsüz sesi cevap verdi:
- günah işlemiştir! alemin bir kuruntular alemi, aşkın bir hastalık olduğunu anlamamış, ruhunu huzurun ışığından didişmenin karanlığına atmıştır. böylelikle senden, ebedi nirvanna’dan uzaklaşarak en büyük günahı taşımıştır. ruhu milyonlarca yıl azap cehenneminde yanmaya layıktır. ancak ondan sonradır ki kuruntudan insanların sükununa kavuşacak, put diye taptığı kızın alelade bir yaratık, geçici bir hayal olduğunu anlayacaktır.
buda susunca ışıktaki ses heybetle sordu:
- ne cevap vereceksin selim pusat?
selim pusat öfkelenmişti:
- bütün bu sözleri saçmalardan ibaret, diye bağırdı. buda denilen bu adam tarih boyunca tek kumandan yetiştirmemiş, savaşı öğrenmemiş, yabancı tutsaklığını şiar edinmiş bir miskinler ülkesinin peygamberidir. kuruntu ne demek? sükun yani barış ne demek? alemi savaşla yaratan sen değil misin? savaşı yaratılış kanunu yapan sen değil misin? güzel kızları yaratan sen değil misin? sevmek için bize gönül veren sen değil misin? hem o güzeli yarat. hem onu bana sevdir. ondan sonra da ruhumu milyonlarca yıl azap cehenneminde yak. bunu bir tanrı değil, ancak tanrı kudretinde bir çocuk yapabilir!

bir erkek, «ızdırap çekiyorum; sen de beni seviyor musun?» diye ağlıyor, bir kadın da buna «sus, sus, ben de ızdırap çekiyorum!» diye cevap veriyordu.

24 Ağustos 2016 Çarşamba

andrey tarkovski / zaman zaman içinde (günlükler)



















ruhun mükemelliğini arzulamayan hiçbir insan değerli değildir; bir tarla faresi ya da bir tilki kadar önemsizdir.

tek istediğim huzur içinde yalnız bırakılmak, belki de unutulmak.. onların sevgisine dayanmak ya da onlardan bir şey istemek istemiyorum, özgürlükten başka. fakat özgürlük diye bir şey yok, olmayacak da. ayrıca beni ıra yüzünden suçluyorlar, bunu hissediyorum. onu doğal olarak seviyorlar. kıskanç değilim, tek istediğim bana işkence etmeleri ve benim bir aziz olduğumu düşünmemeleri. ben ne azizim ne de melek. ben tek korkusu sevdikleri tarafından acı çektirilmek olan nir egoistim.
şimdi gidip hesse okuyacağım.

en olağanüstü keşiflerin bizi zamanın varoluş alanı içinde beklediği inancı yıllardır içimi kemirir durur.

romanov filmi kabul etmedi ve bana yeni bir değişiklikler listesi gönderdi. 1… 2…  .. 6.. tabii bunların hiç birini yapmayacağım.

romanov 29’unda stüdyoyageldi ve solaris tek bir değişiklik yapılmadan kabul eidldi. kimse buna inanmaz. çünkü filmi kabul edecek anlaşmayı imzalaması gereken tek insan romanov. biri onun içine allah korkusu koymuş olmalı.

büyük bir telaş içindeyim. çok önemli bir şey yazmak istiyordum, fakat çok geç. unuttum. neden herkes beni bir azize dönüştürmek istiyor. ah tanrım! tek istediğim bir şeyler yaratman. bana aziz gözüyle bakmayın lütfen.

sanatsal yaratıcılık tanımı gereği ölümün reddedilişidir. / sanatın amacı, insanı ölüme hazırlamaktır.

koşutluk teorisiyle ilgili bir örnek de benim rublev’in senaryosuyla ilgili yaşadığım olay. içinde elimdeki tek kopyayı unuttuğum taksi saatler sonra beni yolda onca kalabalığın içinde yürürken görmüş, hemen durup onu bana geri vermişti.

... onun için yaşamla bağlantılı olan her şeyde umut vardır.

"... ve yüreğimi, gökkubbe altında olan ve bilgelikle ilişkili her şeyi arayıp bulmaya adadım. tanrı bu acı sıkıntıları insanoğullarına vermiş deneyimlesinler diye. güneşin altında yapılmış olan tüm işleri gördüm ve seyirci kaldım, hepsi de ruhun küskünlüğü ve boş gururuydu. bir şeşyde ne kadar çok erdem varsa o kadar çok da acı vardı, o yüzden, o, bilgiyi ve buna bağlı olarak da tasayı artırdı."

"kendimizi yaşamımızı bozan ve mahveden o boş merak duygusundan kurtarmalıyız. her şeyden önce içimizdeki, kalplerimizin yeni olan her şeyin peşine takılıp gitmesini, güncelin ardından koşmasını sağlayan ve bunun sonucunda da hep kuşku içinde olup, bize yarın ne olacak endişesini veren o inatçı eğilimi söküp atmalıyız.
aksi halde, hiçbir zaman huzura kavuşamaz ya da iyi olamazsınız, elinize kalan sadece hayla kırıklığı ve ani tepkiler olur. tüm bu dünyaya ilişkin zevklerin ve huzurlu yuvamızın eşiğinde darmadağın olmasını istiyor musunuz? eğer istiyorsanız, o halde atın ruhunuzdan dünyaya ilişkin olayları ve son yenilik kırıntılarından doğan o huzur vermeyen tutkuları. kapatın kapınızı dışardaki tüm gürültüye ve olan bitenin yankılarına. eğer buna da tatdaki tüm gürültüye ve olan bitenin yankılarına. eğer buna da tatmin edici bir çözümünüz varsa, hafif edebiyata dayanmak gibi, o da aynı gürültünün yalnızca yazılı biçimidir, başka bir şey değil."

yaşamlarımız hep yanış. bir bireyin topluma ihtiyacı yoktur. bireye ihtiyacı olan bir toplumdur. toplum bir savunma mekanizması, bir çeşit oto kuramdır. birey, sürüde yaşayan hayvan gibi değil, kendi yalnızlığında, doğaya, hayvanlara ve bitkilere yakın, onlarla ilişki halinde yaşamalı. yaşamımızı değiştirmemiz, onu yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini şimdi daha iyi ve net görüyorum. buna farklı yaşayarak başlamalıyız. fakat nasıl? inanmak ve sevmek için her şeyden önce özgür ve bağımsız hissetmeliyiz. bu önemsiz dünyayı reddedip başka bir şey için yaşamalıyız. fakat nasıl, nerede? işte bu ilk yanıldı, ilk engel.

bugün hayatımın günahını işledim. iki çift ayakkabı alıp tam 130.000 liret harcadım aptalca. ne için bilemedim?

sabah. bunu neden dün yazmadım bilmiyorum. evvelsi gün sartre öldü.çok üzücüydü. kendisiyle yapılan son röportajında yaşamı boyunca savunduğu ve gençlere öğütlediği prensiplerinin birçoğunu reddetti. üstelik biz bunu çok önceden, ölmeden yıllar önce hissetmiştik. hayır vaktinden önce yaşlanmasını kastetmiyorum, algılamalarındaki yüzeysellik, dünya görüşü fazla yüzeyselleşmişti.

birisi babama sormuş: “pasternak hakkında ne düşünüyorsunuz?”
o da şöyle demiş: “bazen bir kadın karşısında hissettiklerim gibi. bazen ona adeta taparım, bazen nefret, bir an sonra hayranlık duyarım, sonra gene küçümserim.”

… çünkü puşkin’in dahiliği uyumlu.

bu huzur ve uyum ne tolstoy ve dostoyevski ne de gogol’da var. onların dehasu huzursuzluk ve uyumsuzlukla dolu çünkü bu, yazarın kendisiyle olmak istediği insanın görüntüsü arasındaki çelişki şekillenip ortaya çıkıyor.

dostoyevski tüm isteğine karşın tanrı’ya inanmadı. inanma eyleminden yoksundu fakat inanç hakkında yazdı.

insaoğlu bin yıldır mutluluğun peşinde, fakat mutlu değil. neden; çünkü beceremiyor, çünkü bunun yolunu bilmiyor -her iki neden de geçerli. bunların da ötesinde, çünkü dünyasal yaşamlarımızda kesintisiz mutluluk yok, sadece gelecekte nu elde etme umudu var. acı olmak zorunda çünkü iyi ve kötü arasındaki savalta ruh ancak acı çekilerek saflığına kavuşabilir.

"benimkisi hoş bir hikaye değil. onda, tıpkı kendilerini kandırmayı bırakmış olan insanların hayatlarında olduğu gibi, yazılmış masallardaki o ince uyum yok. o tamamıyla bir anlamsızlık, kaos, delilik ve rüyalar karışımı bir şey" hesse'nin demian adlı kitabının başına yazılmış bu sözler hiç tereddütsüz ayna için de baş yazı olabilir.

tek istediğim içimden gelen yaşamsal şeyleri yaşama ve gerçekleştirme cüreti oldu. bu neden bu kadar zordu? bu tam tamına kekemenin olduğu sahnenin açıklaması ve temelde de filmin baş yazısı.
bir gün fivanda yerlisi yaşlı pavva kurumuş bir ağacı alır ve onu dağda bir yerde diker. sonra gider john kologa'ya bu ağacı meyve verinceye kadar her gün sulamasını söyler. yakınlarda su yoktur. su getirmek için sabah yola çıkıp akşam geri gelmek gereklidir. üçüncü yılın sonunda ağaç tomurcuklanır ve meyve verir. yaşlı adam meyveyi alıp kiliseye gider ve cemaate "gelin, itaatin meyvesini tadın' der.

hemen hemen tüm sosyal ve bireysel sorunlar insanların kendilerini sevmemelerinden ve kişisel olarak kendilerine yeterince saygı duymamalarından kaynaklanıyor. insanlar başkalarının otoritelerine inanmaya her zaman daha fazla hazırlar. her şey, önce, kendini sevmekle başlar. bu olmadıkça diğer insanları değil, sevmek anlamak bile mümkün olamaz.


anna zaccacheo bir koca adli filmin son sahnesinde de santis, kadın ve erkek kahramanı dikenli tellerin iki yanına yerleştirir. dikenli tellerin bildirisi çok açıktır: bu çiftin arasına ayrılık girmiştir, aralarında mutluluğun hüküm sürmesine imkân yoktur; bir ilişki kuramayacaklardır. bu olayın somut, bireysel eşsizliği, zorla üstüne bindirilen biçim yüzünüden birdenbire sıradanlaşır böylece. yönetmenin yürütttüğü sözümona mantık seyircinin adeta kucağına düşer ve ne yazık ki çoğu seyirci de bundan hoşlanır. sonucu ‘mantıken izleyebildikleri’ ve anlamını açıkça görebildikleri için, yani perdede olup bitenlere dikkatini vermek adına bir de beyinleri ve gözleri yormak zorunda kalmayacakları için bununla yetinmeyi yeğlerler. bu tür hazır lokmalara alışmış seyircinin sonunda seviyesi de düşer, demoralize olur. dikkenli tellere, çitlere bir sürü filmde rastlar dururuz; anlamları hiç değişmez, hep aynıdır.

‘sahnenin psiklolojik özü’

uzun süredir bir epizodun kaynağında yatan plastik simgesi yok etme imkanlarını araştırdık. sonunda kötülüğüm kanatlarda saklı olduğunu keşfettik. bu epizottaki ikarus çağrışımlarından uzaklaşmak amacıyla derilerden, kumaşlar parçalarından, iplerden yapılmış iğrenç görünümlü bir balon icat ettik. kanımca, bu epizodun sahte coşkusunu bozarak onu hiç akıldan çıkmayacak kadar benzersiz bir olaya dönüştüren de işte bu balon oldu.

gnümüzün en karmaşık sorunlarını, yüzyıllardır edebiyatın, müziğin ve güzel sanatların tekelinde olan bir düzlemde, bu sefer sinemanın yardımıyla ele almak mümkündür. yapılacak tek şey sinema sanatının gitmek zorunda olduğu yolu tekrar tekrar aramaktır.

böylece yüzyılımızın başında ortaya, topluma zamanlarının neredeyse üçte birinden fazlasını feda etmek zorunda kalan sayısız toplumsal grup çıktı. uzmanlaşma yaygınlık kazandı. uzmanların zamanı, giderek daha fazla yaptıkları işe bağımlı oldu. insan hayatı ve yazgısı, herkesin kendi mesleğine olan bağımlılığınca belirlenmeye başladı. insan, deneyimlerini en geniş anlamda, yani iletişim ve hayattan edindiği dolaysız izlenimler anlamında kökten kısıtlayan, daha içe dönük, rutin bir günlük programa göre yaşamaya başladı. öte taraftan, tek bir noktada yoğunlaşmış, uzmanlaşmış bir deneyime sahip olma olgusu da o kadar yaygınlaştı ki, sonunda tek tek gruplar aralarında herhangi bir iletişim kurmaktan neredeyse tamamen vazgeçti.
manevî yoksulluk, tek taraflı bilgi edinme tehlikesi ve çalışma hayatının içine kapalı düzeninden kaynaklanan tekdüzelikti. deneyim alış verişi giderek azaldı, insanlararası ilişki zayıfladı. kısacası: insanların hayat çizgileri standartlaştırıldı, hem de sanayileşmenin gereklerine her geçen gün biraz daha terkedilen kişiliklerin bireysel özelliklerini ve ruhlarını mükemmelleştirme uğrunda gösterdikleri çabaları hiç kaale almama pahasına. ve işte tam da, insanın toplumsal yazgısına doğrudan boyun eğmek zorunda bırakıldığı, standartlaştırılan bireyselliklerin ciddi bir tehlike oluşturmaya başladıkları anda sinema imdada yetişti

ve sinema, alışılmadık bir sürat ve dinamizle seyirciyi fethetti, ekonomisin en kar getiren kalelerinden biri oldu. milyonlarca seyircinin sinema salonlarını doldurarak korku dolu beklentiler içinde sabırsızlıkla ışıkların dsönüp perdeye filmin ilk görüntüsünün yansıyacağı o giz dolu anı beklemesine yol açan olay nasıl açıklanabilir?
seyirci aldığı bir sinema bileti kendi deneyimlerindeki gedikleri kapatmaya çalışır, yani bir anlamda 'yitirilmiş' bir zamanın peşini kovalar. bu sayede, huzursuzluk ve iletişimsizlikle belirlenen çağdaş hayatın yaratttığı o manevi boşluğu doldurmayı umar.
tabi insan, içindeki manevi boşluğu, başka sanat türlerinin, örneğin edebiyatın yardımıyla da dengelemeye çalışır. (...)

... bu yüzden mutlak bir başarı sağlama hesapları yapmaya hiç gerek yoktur, yapılmamalıdır da. en azından, sinemanın yalnızca iyi bir gösteri olarak değil, bir sanat dalı olarak gelişmesi isteniyorsa. ne de olsa bugün bir filmin geniş bir kesimin beğenisini kazanarak 'başarıya' ulaşmas, onun sanatın değil kitle kültürünün bir ürünü olmasına işaret eder.

birisi babama sormuş: “pasternak hakkında ne düşünüyorsunuz?”
O da şöyle demiş: “bazen bir kadın karşısında hissettiklerim gibi. bazen ona adeta taparım, bazen nefret, bir an sonra hayranlık duyarım, sonra gene küçümserim.”

… çünkü puşkin’in dahiliği uyumlu.
bu huzur ve uyum ne tolstoy ve dostoyevski ne de gogol’da var. onların dehasu huzursuzluk ve uyumsuzlukla dolu çünkü bu, yazarın kendisiyle olmak istediği insanın görüntüsü arasındaki çelişki şekillenip ortaya çıkıyor.


dostoyevski tüm isteğine karşın tanrı’ya inanmadı. İnanma eyleminden yoksundu fakat inanç hakkında yazdı. 




10 Temmuz 2016 Pazar

alper kamu cehennem çiçeği / alper canıgüz




















neden söz ettiğimi biliyorsunuz. bütün aşklar küllenir, bütün babalar ölür, bütün hikayeler biter. birinin yıkıntıların nöbetini tutması gerekir; işte o yüzden, biri hariç, bütün çocuklar büyür.

ben aşkı hayattan çok ölüme benzetirim. ve insan bir kere ölür.

toprak yolun bittiği noktada,önümde sarı bir deniz uzanıyor.dizlerimin üzerine çöküp sudaki aksime bakıyorum.bu yüz,benim yüzüm.bu gözler,benim gözlerim.ellerim,benim ellerim...hep kendim kalacağımı idrak ediyorum o zaman.tanrım,bu nasıl bir lanet?derimi yırtmak,gözlerimi oymak,dişlerimi sökmek bir işe yaramaz.kendime mahkumum.ağlasam,gözyaşlarım benim gözyaşlarım.ben cehennemde değilim,cehennem benim içimde..

...düşüncelerimi toparlamakta zorlanıyordum. ateş, beni iyice aptallaştırmıştı. sorum da bunun kanıtıydı zaten: " sence aşk diye bir şey var mı baba?"
yine güldü babam. seviyordum onu gülerken görmeyi." ne o kerata? yoksa hatice ablana mı yaktın abayı?" diyorum ya, çok uyanıktır peder. kime çekmişse?
böyle durumlarda genellikle yaptığım gibi inkara yeltenmedim. ben de gülümsedim. "bu da geçer" diye mırıldandım. o zaman kahkahayı patlattı babam. "ne yani?" diye çıkıştım. "geçmez mi? aşk hiç bitmez mi? dahası aşk diye bir şey var mı?" ben konuştukça kahkaha üstüne kahkaha atıyordu babam. baktım hoşuna gidiyor, devam ettim: " bir baba olarak söyle evladına; aşk var mıdır yok mudur, boş mudur dolu mudur, ne kokar, ne boktur?"
gülmesi biraz dinince "tanrı gibi düşün" dedi babam, ki böyle bir yanıtı hiç beklemiyordum. "inanıyorsan var olup olmaması pek önemli değildir. ayrıca en büyük inkarcının da en inançlının da içinde bir nebze kuşku vardır. ve elbette ki, aşk da tanrı da ölümsüzdür."
işte ben baba diye buna derim. hafif bir baş hareketiyle yanıtını takdir ettiğimi belirttim. ne? herhalde ömercik gibi yerimden fırlayıp, hıçkırık kıyamet boynuna sarılacağımı falan düşünmediniz?


o zamanlar dünya gerçekten de bir öküzün boynuzlarında durmaktaymış ve karanfil kız’ın bu aşırı gelişmiş iribaşa söyleyecek bir çift sözü varmış.
ama dur bak, en iyisi baştan başlayayım. şimdi bu karanfil kız babasını fazla görememekten şikayetçiymiş. çünkü adamcağız haftanın her günü, hatta bazen hafta sonları bile geç saatlere kadar çalışır, eve yorgun argın dönermiş. bir akşam adam gelip de kızına, "haydi seninle sinemaya gidelim. baba kız, sadece ikimiz," deyince sevinçten havalara uçmuş karanfil kız.
ne ki, işte adam eve geç vakit gelebiliyor ya, ancak gece matinesine gidebilmişler. sinema salonu da pek karanlıkmış, daha film başlamadan bir uyku basmış karanfil kız’ı. usulca babasının kucağına tırmanmış, kafasını da boynuna gömmüş. oh pek sıcak, pek rahatmış babasının kucağı da, bu şekilde filmi nasıl seyredecek? "mesele değil" demiş babası. "arka tarafta yüksekte bir ışık var, görüyor musun? işte o ışık, makinistin odasındaki projeksiyon makinesinden geliyor. perdeye vuran görüntü ilk önce o odanın camına yansır. ha biraz küçüktür ama istersen, keyfini bozmadan filmi oradan da takip edebilirsin." karanfil kız gözlerini dikkatle o ışığa dikmiş, bir süre sonra bir bakmış, aa hakikaten de o küçücük camda rengarenk, sihirli görüntüler uçuşuyor. ancak hala küçük bir sorun varmış. film yabancı bir dildeymiş. karanfil kız bütün çocuklar gibi kedilerin, köpeklerin, aslanların, kaplanların, fillerin, öküzlerin ve hatta çiçek ve ağaçların dilini konuşabiliyor ancak filmde konuşulan bu dili bilmiyormuş. ” o da mesele değil” demiş o gün her zamankinden pratik zekalı görünen babası. "sen filmi izle, konuşulanları ben sana çeviririm." sonra kızına iyice sarılmış ve başlamış anlatmaya: "bütün çocuklar büyür; biri hariç…"

olmayan ülke’de yaşayan ve büyümeyi reddeden bir haytayı konu alıyormuş film. bu çocuk bir gün kaybettiği gölgesinin peşinde koşarken yaşıtı bir kızla tanışmış, sonrasında da birlikte maceradan maceraya koşmaya başlamışlar. korsanlar, denizkızları, kızılderililer, bir peri ve kocaman bir timsah… on numara bir hikayeymiş yani. ama işte neticede karanfil kız dediğin el kadar çocuk; vakit geçtikçe göz kapakları ağırlaşmaya başlamış. bir noktada artık dayanamamış ve kendini, dağılan görüntülerin arasında beliren ve giderek büyüyen sarı ışığın kollarına bırakmış.

karanfil kız huzur dolu uykusundan uyandığında başucunda annesini, kardeşini, dayısını, teyzesini, amcasını, halasını, anneannesini, babaannesini, haminnesini, süt annesini ve sivri zekalı kuzenini görmüş. babası hariç herkesi… "babam nerede?" diye sorduğunda, ona adamın ortadan kaybolduğunu söylemişler. olacak iş mi, koskoca adam buharlaşıp uçmuş mu yani? ne ki hiç kimsenin adamın akıbetinden haberi yok gibiymiş. çok üzülmüş, ağlamış küçük kız. babasının niye öyle birdenbire ortadan kaybolup gittiğini anlayamıyormuş. ama ümidini de kaybetmemiş. her an, bir yerlerden çıkacak, kendisini kucaklayıverecek diye bekliyormuş. kendince küçük oyunlar bile geliştirmiş bu konuda. mesela istop mu oynanıyor, topu vargücüyle havaya fırlatırken, "baba" diye bağırıyor, yere indiğinde bir mucize eseri topu babasının ellerinde göreceğini kuruyormuş. ya da saklambaç oynarken, herkesi tek tek bulup sobeledikten sonra bıkıp usanmadan en olmadık kıyıları, köşeleri aramaya devam ediyor, arkadaşları bu durumdan sıkılıp eve dönünce de, "ortaya çık babaaa, kurtsun!" diye bağırıyormuş. ama babasından ne bir ses geliyormuş, ne bir nefes.

söylemiş miydim, bu karanfil kız'ın sivri zekalı bir kuzeni varmış. bu oğlan kızın durumuna çok üzülmekteymiş çünkü içten içe ona aşıkmış. bir gün dayanamayıp karanfil kız’a, "ben" demiş, "babana ne olduğunu biliyorum." gözleri büyümüş karanfil kız'ın. yapışmış yakasına kuzeninin, "söyle," demiş, "nerede babam?" "babanı öküz yuttu." diye cevap vermiş oğlan. karanfil kız şüpheyle bakmış ona. "hangi öküz?" "hangisi olacak? tabii ki boynuzlarında dünyayı taşıyan," demiş sivri zekalı kuzen. "ayrıca onu nasıl bulabileceğini de biliyorum." diye eklemiş sonra da. böylece kızı elinden tutup bir ormana götürmüş. kocaman ağaçlar ve yabani otlarla çevrili patikalarda yürümüş yürümüşler ve nihayet küçük bir derenin başına varmışlar. "otur şuraya," demiş oğlan. "öküz burada mı?" diye sormuş karanfil kız çimenlerin üstüne çökerek. oğlan yerden bir şey kopartıp yanına gelmiş, elindekini kıza uzatmış. "burada." "bu bir mantar," demiş karanfil kız. "öküz değil." "öküz mantarın içinde," diye cevaplamış oğlan. “bu hayatımda duyduğum en saçma şey,” demiş kız küçümseyici bir tavırla. "ne yani," diye çıkışmış kuzen, "öküzün dünyayı taşıdığına inanıyorsun da bir mantarın içinde olduğuna mı inanmıyorsun? amma da aptalmışsın!" oğlanlar sevdikleri kızlara böyle söylerler ki gerçek duyguları anlaşılmasın. her neyse, onun bu sözleri karanfil kız'ı ne kadar etkilemiş bilinmez; ama başka çaresi olmadığından mantarı dişlemiş ve başlamış beklemeye.

ağaç dallarının rüzgarda sağa sola sallanışına, kuşların uçuşuna, derenin akışına bakmış uzun uzun. derken ağaçlardan birinin haddinden fazla düz olduğunu, bir kuşun havada tuhaf bir kavis çizdiğini ve derenin az öncekinin tersi yönünde aktığını fark etmiş. ayağa kalkıp suyun akış yönünde, derenin kenarında ilerlemeye başlamış. bir ara arkasını dönünce, kuzeninin gülümseyerek kendine el salladığını görmüş, o da aynı şekilde karşılık verip yoluna devam etmiş. dere bir noktada, küçük bir şelaleye dönüşüp tepe aşağı dökülmekteymiş. karanfil kız büyük bir dikkatle suyun büküldüğü noktaya yaklaşmış ve derin bir nefes alıp kafasını aşağı uzatmış. 

öküzü işte o anda görmüş. koca boynuzlarının üzerine yerleştirdiği yerküreyle arasında sadece birkaç metrelik mesafe varmış. dilini çıkartmış, güç bela boynuzlarından sızan şelale suyunu içmeye çalışmaktaymış. "hey sen, bana bak çabuk!" diye bağırmış karanfil kız. sevimsiz bir homurtuyla karşılık vermiş ona öküz. "sen de kimsin? bu ne yaygara!" "demek dünyayı tutan öküz sensin" demiş kız. "teknik olarak o da beni tutuyor tabii," diye cevaplamış öküz. "çok enteresan." demiş küçük kız. "ama niyetim felsefe tartışmak değil. buraya babama ne olduğunu öğrenmeye geldim." öküz kıçına konan sinekleri kovmak için kuyruğunu sallamakla yetinmiş. "duydun mu beni sen!" diye çıkışmış kız. "duydum da," demiş öküz. "şu dünyayı birkaç dakikalığına tutarsan ben de şu şelalenin suyundan kana kana içebilirim." "nasıl olacak o iş?" diye sormuş karanfil kız. “koca dünyayı ben nasıl taşıyacağım?” öküz bu soruyu bekliyor gibiymiş zaten. ” amuda kalkmayı biliyorsun, değil mi?" "çocuk oyuncağı," diyerek ellerinin üstünde havaya dikilmiş karanfil kız. "ama akıllım, 'teknik olarak' ben dünyayı değil dünya beni taşıyor şu anda. çünkü yerçekimi kanunu diye bir şey var…" "sen orasını merak etme," demiş öküz saklayamadığı bir heyecanla. "sana biraz alışsın hele. şimdi anlat bakalım hikayeni."

böylece karanfil kız amuda kalkmış bir halde, babasıyla sinemaya gittiği gece olanları anlatmış öküze. hikayesini bitirdikten sonra, "eee," demiş. "şimdi söyle bakalım, ne oldu babama?" derin bir soluk almış öküz. “şu kıçıma konan sinekleri görüyor musun?" "ne alakası var şimdi ya!" demiş sinirle karanfil kız. "o sinekler beni çok kaşındırır," diye devam etmiş öküz. “bazen kuyruğumu sallamak yetmez, ellerim de yok ki şöyle hatır hatır kaşınayım, ister istemez olduğum yerde kıpraşırım. böyle durumlarda dünyada sarsıntılar meydana gelir…" "lütfen bir an önce ne söyleyeceksen söyler misin?" diye araya girmiş karanfil kız. "böyle durmak giderek zorlaşıyor. hem sen su içmeyecek miydin?" "dünyayı hemen bırakmak istemiyorum," demiş öküz "sana biraz alışsın hele." karanfil kız kaşlarını çatmış." "aklından şüphem var öküz; ama bitir bakalım hikayeni." "evet," demiş öküz. "dediğim gibi ben kıpırdayınca yeryüzünde bazı değişiklikler olur. toprak çatlar, kayalar devrilir ve bazen de insanların yaptığı binalar çöker." "deprem dediğimiz olay; biliyorum," diye araya girmiş karanfil kız sabırsızca. başıyla onaylamış öküz. "bu çöken binaların altında kalanlar için durum hiç de iyi olmaz. ölenler ölür, yaralananlar bazen günlerce yardım gelmesini beklerler. böyle durumlarda büyükler, çocukları korkudan dehşete düşmesin diye ellerinden gelen her şeyi yaparlar. göçük altında kalmış bir baba örneğin, kızından bulundukları karanlık salonun bir sinema olduğunu hayal etmesini ister. onlarca metre uzaklıktaki ufacık bir çatlaktan sızan ışığın aslında bir projeksiyon makinesinden geldiğini, şimdi dikkatle o ışığa bakıp, anlatacağı hikayeyi bir film gibi gözünün önünde canlandırmasını söyler. küçük kız arada düşleriyle karışan bu filmi izlerken dışarıdakiler yavaş yavaş da olsa onlara yaklaşmaktadır; böylece çatlaktan sızan o ışık giderek genişler ve parlaklaşır. nihayet biri uzanıp kızı, babasının kaskatı kollarından çekip alır. hafıza acı anıları siler, geriye hiç büyümeyen bir çocuğun hikayesi kalır." 

karanfil kız ve öküz bir süre hiç konuşmadan durmuşlar. nihayet öküz, "hazır mısın?" diye sormuş. kız evet anlamında başını sallayınca çevik bir hareketle kendini şelalenin buz gibi sularının altına atmış. susuzluğunu giderdikten sonra yeniden kıza dönmüş. "pekala," demiş. "sanırım ikimiz de istediğimizi aldık. dilersen dünyayı tekrar boynuzlarımın üstüne bırakabilirsin." karanfil kız yanaklarından yaşlar süzülürken gülümsemiş. "sen gerçekten çok kurnaz bir hayvansın," demiş. "biliyorsun ki, artık bunu yapamam." 

işte o günden beri öküz çayırlarda hoplar zıplar ve inekleri kovalarken dünya da küçük bir kızın omuzları üzerinde dönermiş…

5 Temmuz 2016 Salı

tatlı rüyalar / alper canıgüz



bir insan kendini napolyon sanıp bundan da mutluluk duyabiliyorsa, onu sözde tedavi edip mutsuz kılmak doğru mu?" "sırf çoğunluğun normallik anlayışına ters düşüyor diye birine deli yaftası yapıştırıp onu bir tımarhaneye kilitlemek insanlık dışı değil mi?" "neden insanları değiştirmektense insanlara dünyayı değiştirecek gücü vermeyi denemiyorsunuz?" "ya deliler haklıysa!" "delilere özgürlük!" "ve en sinir bozucusu da bana normalin tanımını yapabilir misiniz?" sorusuydu elbette. daha da ileri gidip kendisini şizofren ilan eden sanatçı bozuntuları bile vardı. tüm ruh hastaları dostoyevski, lincoln, van gogh ya da mayakovski ve tüm ruh hekimleri de bu kokuşmuş toplum düzenini korumak için onları kilit altında tutmaya çalışan gaddar gardiyanlardı.

"insanın, gerçeğine katlanamadığı bir hayata dişiyle tırnağıyla sarılması iğrenç değil de nedir?"

"bir insan kendini napolyon sanıp bundan da mutluluk duyabiliyorsa, onu sözde tedavi edip mutsuz kılmak doğru mu?" "sırf çoğunluğun normallik anlayışına ters düşüyor diye birine deli yaftası yapıştırıp onu bir tımarhaneye kilitlemek insanlık dışı değil mi?" "neden insanları değiştirmektense insanlara dünyayı değiştirecek gücü vermeyi denemiyorsunuz?" "ya deliler haklıysa!" "delilere özgürlük!" "ve en sinir bozucusu da bana normalin tanımını yapabilir misiniz?" sorusuydu elbette. daha da ileri gidip kendisini şizofren ilan eden sanatçı bozuntuları bile vardı. tüm ruh hastaları dostoyevski, lincoln, van gogh ya da mayakovski ve tüm ruh hekimleri de bu kokuşmuş toplum düzenini korumak için onları kilit altında tutmaya çalışan gaddar gardiyanlardı.

"siz yapan değil, olan bir insana benziyorsunuz. ve inanın, bu çok önemli bir niteliktir."

"ve lütfen bu kez tımarhaneden çıkmak için doktorunu ruh hastası olmadığına ikna etmek zorundaki bir insanın hassasiyetiyle anlatın her şeyi."

"ben ilişkilerime karşımdakine tam bir güven duyarak başlamayı tercih ederim. karşımdaki güvenilmez biri olduğunu gösterene kadar da böyle devam ederim. her seferinde hayal kırıklığına uğramışsam da ahlâken bunun böyle olması gerektiğine inanıyorum."

"belki de insan korktuğu için kaçmıyor, kaçtığı için korkuyor" diyen william james değil miydi?

yirmi beş yıllık öğretim üyesi profesör olcayto fişek sınıfa girdiğinde, mesleğe ilk başladığı günkü inançlarının hiç değişmediğini fark etti: öğrencilerinin hepsi gerizekalıydı.

öncelikle şunu bilmelisiniz ki, düşleriniz ancak ve ancak onlara inanacak kadar güçlüyseniz gerçekleşir.

12 Haziran 2016 Pazar

puslu kıtalar atlası / ihsan oktay anar



















bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmekti. acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden daha rahat döşeklere , daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardi. dünyaya olan kayıtsızlıkları bazan o kerteye varıyordu ki, kendilerine altın ve gümüşten, zevk ve safadan, lezzet ve şehvetten bir âlem kurup keder ve ızdırap fikirlerinin kafalarına girmesine izin vermiyorlardı. oysa uzun ıhsan efendi, dünya' nın şahidi olmanın gerçek bir ibadet olduğunu sık sık söylerdi. her insan şu ya da bu şekilde dünyayı okumalıydı. kuran'ın kendisi peygamberin dünyayı nasıl okuduğuna bir örnekti ve onun ardında giden herkes, dünyayı onun gibi okuyup şahadetlerini yazmalı ve bunları başkalarına aktarmalıydı. dünyaya şahit olmanın yolu ise maceranın kendisinden başka bir şey değildi. yaşanılanlar görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun macera insanoğlu için büyük bir nimetti. çünkü dünyadaki en büyük mutluluk bu dünya'nın şahidi olmaktı.

sizler, hepiniz,içinde yaşadığınız dünya, kostantiniye, her şey, sadece ve sadece benim düşüncemde varsınız. dedi, randekar yanılıyor:düşünüyorum, ama sadece ben var değilim. düşündüğüm için asıl siler varsınız;sizler ve içinde yaşadığınız dünya.

sana gelince bünyamin, senin uzun ihsan efendi’nin oğlu olduğunu ta baştan beri bildiğimden eminsindir muhakkak. aradığım kişinin sen olduğunu, daha benim hayatımı kurtardığın gün anlamıştım. “para” sendeydi, koynunda sakladığın o garip kitabın arasında. şaşırma! bundan da haberim var. sen geceleri uyurken odana girdiğimde fark ettim. evet, odana da girdim. uyanmana imkan yoktu. çünkü içtiğin kahvelerde sana derin bir uyku verecek eczalar vardı. uyurken seni uzun uzun seyrettim. yüzünün asıl halini düşledim. babana benziyordun. sana karşı hissettiklerimi anlatmama imkan yok. bir duygu, anlaşılamıyorsa, duygu değildir zaten. seni ta baştan öldürebilir ve “para”yı alabilirdim. ama bunu yapmak istemedim. çünkü nasıl olsa elimdeydin ve benim için nerdeyse o para kadar değerliydin. sanki kasıtlı olarak karşıma çıkarılmıştın. bu yüzden seni yakından incelemek istedim. böylece güçsüzlüğün ve silikliğin ne olduğunu öğrenme fırsatı buldum. aynı zamanda gücün ve her turlu iktidar tutkusunun da ne kadar büyük erdemsizlik olduğunu da bu sayede gördüm. hayatta kalabilmek için bizler kadar çaba göstermiyordun. yokedilmeye belki çoktan razıydın. senin amacın varlığını sürdürmek değil de sanki bambaşka bir şeydi. sen bir şahittin. evet, artık bundan eminim. kesinlikle bir kahraman değildin. o küstahça sözlerini de sanki biri kulağına fısıldıyor ve benimle adeta alay ediyordu. sanki benim, onların ve herkesin başına gelen bütün şeyler, senin görmen, öğrenmen içindi. güçsüz biri olan sen, her çeşit iktidarın sahibi olan benim üzerimdeydin. çünkü olaylara müdahale etmeden hepimizi gören, seyreden sendin. seni ezdiğimizde ağlıyordun. güçsüzlük belirtisi olarak yorumlanabilen bu şey aslında senin yaşamındı. oysa biz taşlar kadar güçlü, bir o kadar da cansızdık.

ey kör!
aç gözünü de düşlerden uyan. simurg'u göremesen de bari küçük bir serçeyi gör. kaf dağına varamasan bile hiç olmazsa evinden çıkıp kırlara açıl, böcekleri, kuşları, çiçekleri ve tepeleri seyret.  bırak dünyanın haritasını yapmayı, daha hayattayken bir taşı bir taşın üstüne koy. gülleri ve bülbülleri göremeyip gün boyu evinde oturan adam dünyanın kendisini hiç görebilir mi?

dünya bir düştür. evet, dünya... ah, evet! dünya bir masaldır. 

bilmek ve şahit olmak en büyük mutluluktur. 

... gerçek olan biri beni düşlüyor. o gerçek, ben ise bir düş oluyorum. 

20 Mart 2016 Pazar

true detective sezon 1/4














m-kuramı diye bir şey
duydunuz mu hiç, dedektifler?
yok. beni aşar o.
şöyle bir şey. bu evrende...
...zamanı doğrusal ilerliyormuş
gibi yaşarız.
ama uzay zamanımızın dışında...
...dördüncü boyuttaki bir perspektiften...
...zaman var olmazdı.
eğer o perspektiften bakabilseydik...
...görürdük ki...
...uzay zamanımız basık bir hâlde.
aynı uzayda üst üste binen,
maddeden yontulmuş bir heykel gibi...
...bilinçliliğimiz, pistteki arabalar misali
hayatlarımızda daireler çiziyor.
bizim boyutumuzun dışındaki her şey...
...ki bu da sonsuzluk oluyor.
bize bakan sonsuzluk.
şimdi, bizim için...
...bu bir küre.
ancak onlar için...

...bu bir çember.
***

zamanın olmadığı sonsuzlukta...
...hiçbir şey büyümez, hiçbir şey gelişemez.
hiçbir şey değişmez.
ölüm, zamanı yarattı.
öldüreceği şeylerin büyümesi için.
tekrar hayata geliyorsun...
...ama aynı hayata.
hep doğduğun hayata.
kaç defa yaptık biz
bu konuşmayı, dedektifler?
kim bilir?
hayatlarınızı hatırlayamıyorsunuz.
hayatlarınızı değiştiremiyorsunuz.
işte bu da tüm hayatın
korkunç ve gizli kaderidir.
kapana kısılmışsınızdır...
...her uyandığınızda kendinizi
içinde bulduğunuz kabus tarafından.

true detective sezon 1/3


bence insan bilinci
evrimde trajik bir şekilde ilerledi.
çok fazla bilinçlendik.
doğa kendinden bağımsız
bir bakış açısı yarattı.
bizler doğa kanunlarına göre
var olmaması gereken yaratıklarız.
bu çok mantıksız geliyor, rust.
hepimiz bir yanılsama içindeyken...
...duyusal deneyimler ve
hislerin gelişimi sayesinde...
...birey olduğumuzu sanan fakat...
...aslında bir hiç olan bireyleriz.
bence türümüzün yapması
gereken onurlu davranış...
...programlamamızı reddedip...
...üremeyi durdurmak...
...ve hep birlikte soyumuzu tüketerek...
...kardeşçe bu haksızlığa
bir gecede son vermektir.
+o halde ne diye
sabah yataktan kalkıyoruz ki?
ben de kendime bunu soruyorum...
...ama aslında bu sorunun cevabı...
...intihar etme cesaretimin
olmamasıdır.

true detective sezon 1/2


yeniden hayata gelme kilisesi'ndeydik.
çok eski bir inanıştır.
bizim bay karizma'nın ne düşündüğünü
tahmin ediyorsunuzdur.
duyu organlarınız kısıtlandığı için.

R: bu gruptakilerin ortalama ıq'su
kaçtır sence?
M: insanları böyle aşağılayınca
eline ne geçiyor?
bu insanlar hakkında ne biliyorsun sanki?
R: sadece gözetleme ve çıkarım.
obezite ve fakirliğe eğilim...
...peri masallarına duyulan
bir sevda görüyorum.
ellerindeki üç kuruşu da, dolaştırdıkları
şu hasır sepete koyuyorlar.
buradaki kimsenin atomu parçalayamayacağını
söylemek yanlış olmaz herhâlde, marty.
M: gördün mü?
şu sikik davranışların işte.
herkes, senin gibi, boş bir odada oturup
cinayet romanlarıyla tatmin olmak istemiyor.
bazı insanlar toplum içinde olmayı,
toplum yararını istiyor.
R:öyle mi? eğer toplum yararı dediğin
peri masallarıysa...
...o zaman bu kimse için
iyi haber değil.
sizi buraya bağlayan şey, üzüntüleriniz.
kalbinizdekilerden sizi ayırıyor bunlar.
ve burada pek çok temiz kalp görüyorum.
hepinize bakıyorum ve birçok
temiz kalp görüyorum.
burada yaşam sevgisi görüyorum.


M:eğer insanlar inanmasaydı...
...neler neler yaparlardı. 
R: şimdi ne yapıyorsak aynısını.
sadece daha açık bir şekilde.
M: siktir oradan.
ortalık kan gölüne dönerdi ve...
...ahlaksızlıktan geçilmezdi,
bunu sen de biliyorsun.
R: eğer bir insanı doğru yolda
tutan tek şey ilahi mükafatsa...
...dostum, o kişi adinin tekidir.
ben de bunların hepsini
ortaya çıkarmak isterim.
M:sanırım dediğin,
adilik anlamında doğru.
R:şu defterin taş yazıt olduğunu mu
sanıyorsun?
şurada bir günü atlatabilmek için
bir araya gelip...
...evrenin kanunlarına
karşı çıkan hikayeler anlatmak...
...bu hayat ile ilgili ne diyor sence?
bu, senin gerçeklerinle
ilgili ne diyor marty?
böyle konuşmaya başlayınca,
bana paniklemişsin gibi geliyor.
M:sence bunların hepsi dolandırıcılık yani?
hepsi hatalı yani?
R:aynen öyle.
maymunun biri güneşe bakıp, diğerine...
..."bana, elindekini vermeni söyledi"
dediğinden beri bu böyle.
insanlar o kadar zayıflar ki...
...gidip yemek alacaklarına paralarını
dilek kuyusuna atarlar.

isa mesih, isa mesih, kolların
açık ve kapalı.
hayatımın yankıları asla seninle
ilgili bir gerçeği bulunduramaz.
sen tüyü, külün içinde
hareket ettirirsin.
sen yaprağa, ateşiyle dokunursun.
- amin!
- amin.



korku ve kendinden nefretin...
...otoriter bir kanala aktarılması.
buna arınma deniyor.
hikayesiyle, onların korkularını alıyor.
bunun yüzünden, yansıttığı gerçeklikle
doğru orantıda etkili oluyor.
- evet!- evet.
bazı dil antropologlara göre din,
beyinde bazı patikaları düzenleyerek...
...eleştirel düşünceyi körelten bir virüs.
M: ben, senin kadar süslü
kelimeler kullanmıyorum...
R: ...ama varoluşa inanmayan birisi olarak
bu konu hakkında epey konuşuyorsun.
ve hâlâ panikliyor gibisin.
M: en azından ben kırmızı ışığa
doğru gitmiyorum.
R:hepimiz bu hayat tuzağının içindeyiz.
kendi içinde herkes düşünüyor ki
her şey farklı olacak.
başka bir şehre gidecekler...
...sonsuza kadar arkadaş olacakları
insanlarla tanışacaklar.
âşık olacaklar ve
tamamlanmış olacaklar.
tamamlanmakmış. bir de
"sonuca bağlamak" var.
bu ikisi her ne sikimse-
bu hayatı doldurmak için
uydurulmuş sikik şeyler.
sona ermediği sürece,
hiçbir şey, hiçbir zaman...
...tamamlanmaz. sonuca bağlamakmış.
hayır, hayır, hayır.
hiçbir şey, hiçbir zaman bitmez.

papaz theriot......bu kızı tanıyor musunuz?

true detective sezon 1/1


insanlar.
binlerce hayatın sonunu gördüm.
genci, yaşlısı.
her biri gerçekliğinden emindi.
duyumsal tecrübelerinin oluşturduğu
amacı ve anlamı olan özel bireyler.
biyolojik bir kukladan fazlası
olduklarına o kadar emindiler ki.
gerçek er ya da geç ortaya çıkar
ve herkes görür.
ipler kesildiğinde
herkes aşağı düşer.
***

o gün, orası bana babamın vietnam
ve orman hakkındaki konuşmalarını hatırlattı.
benim o gün orada ne olduğu hakkında konuşmam sizin bir işinize yaramayacak.
bu.
bahsettiğim şey bu.
zaman, ölüm ve beyhudelik hakkında konuştuğumda bahsettiğim şey...
...tam olarak da bu.
bu işin başında daha büyük fikirler var.
çoğunlukla, toplum olarak bizim ortak ilüzyonlarımız bunlar.
aralıksız 14 saat cesetlere baktığınızda düşündüğünüz şeyler bunlar oluyor.
böyle bir şey yaptın mı hiç?
gözlerinin içine bakarsınız, resimde olsalar bile.
ölü ya da canlı olmaları fark etmez.
yine de okuyabilirsiniz.
ve ne görürsünüz
biliyor musunuz?
ilk başta değil, ama
tam orada son anlarında.
aşikâr bir rahatlama.
çünkü korkuyorlardı.
ama şimdi ilk defa gördüler...
...her şeyi bırakmanın
ne kadar kolay olduğunu.
ve gördüler o son nanosaniyede.
ne olduklarını gördüler.
sen, kendin, bu büyük drama
hiçbir zaman...
...küstahlık ve aptal arzulardan ibaret
geçici bir çözümden başka bir şey değildi.
ve öylece bırakıp gidebiliyorsun...
...hayatına o kadar da sıkı sıkıya
tutunmak gerekmediğini görerek.
fark ediyorsun ki...
...tüm hayatınız, sevginiz,
nefretiniz, hatıralarınız, acılarınız...
...hepsi aynı şeydi.
hepsi bir rüyaydı.
kilitli bir odada sakladığınız rüya.
insan olduğuna dair bir rüya.
ve birçok rüyada olduğu gibi...
...bunun da sonunda bir canavar var.

true detective / posterler







bir büyücünün çocukluğu / hermann hesse
















yeniçağ’ın sonlarına doğru, ortaçağ’ın hortlamasından kısa süre önce jüpiter’in sevecen ışınlarının aydınlattığı yay burcunda doğdum. temmuz ayının sıcak bir günüydü, akşamın erken bir saatinde dünyaya açtım gözlerimi, doğumumun gerçekleştiği bu saatteki ısı derecesini yaşam boyu farkına varmadan sevdim, aradım hep, bulamadığım zamanlar içim kararıp suratım asıldı. soğuk ülkelerde barınamadım asla, hayatımda zevk için çıktığım bütün gezilerde güneyi seçtim. dindar bir ailenin çocuğuydum, anne ve babamı yürekten sevdim, beni on buyruk’tan dördüncüsüyle vakitsiz tanıştırmayalardı, belki daha bir yürekten sevecektim kendileri.. gelin görün ki, ne kadar doğru, ne kadar iyi niyetli olsalar da, buyruklar her vakit kötü bir etki yaptı üzerimde. yaradılıştan uysal, kuzu gibi istenilen yöne yöneltilecek biri olan ben, her türlü buyruğa karşı hele çocukluk yıllarında baş kaldırdım. "mecbursun" sözünü işitmeye göreyim, çileden çıkıyor, yapmam istenilen şeyi yapmamakta diretiyordum. bu özelliğimin de okul yaşamımı hayli olumsuz yönde etkilediğini bilmem söylememe gerek var mı. gerçi dünya tarihi denen o eğlenceli derste öğretmenlerimizin söylediklerine bakılırsa, her zaman dünyayı, geçmişten aktarılagelen yasalarla bağlarını koparıp kendi içlerindeki yasalara uygun davranan insanlar yönetip değiştirmişti ve bu insanların önünde saygıyla eğilmek gerekiyordu.

dostlarımın vefasızlığı karşısında bazen bir hüzne kapılıyor ama bundan asla hoşnutsuzluk duymuyor, söz konusu vefasızlıkların daha çok yürüdüğüm yolun doğruluğunu gösterdiğine inanıyordum. bu eski dostlarım geçmişte pek sempatik bir insan ve yazar olduğumu, oysa şimdiki durumumun hiç de iç açıcı sayılamayacağını söylemekte yerden göğe haklıydı. o zamanlar beğeni ya da karakter sorunları benim için çoktan önemini yitirmişti, konuştuğum dili anlayacak kimse yoktu ortada. yazılarımdaki güzellik ve ahenkten eser kalmadığı suçlamasını tarafıma yöneltmekte belki haklıydı dostlarım. ancak, bu gibi sözcükler beni güldürmekten öteye geçmiyordu. ölüme mahkûm edilip yıkılan duvarlar arasında hayatta kalma savaşı veren biri için güzelliğin ne anlamı, ahengin ne anlamı vardı? kim bilir, yaşam boyu öyle sanmama karşın belki hiç de bir yazar değildim, estetik uğrundaki bütün uğraşıp didinmelerim bir yanılgıdan kaynaklanmıştı bakarsın? neden olmasındı; ama bu da artık önem taşımıyordu benim için. kendi iç dünyamda çıktığım cehennem yolculuğunda gördüğüm şeylerden çoğu bir yutturmacaydı, uydurma ve önemsiz şeylerdi; dolayısıyla yazar olmak için doğduğum, yazarlık yeteneğine sahip olduğum kuruntusu da bunlar içindeydi belki. böyle bir şeye ne kadar az önem veriyordum şimdi! ayrıca, kendini beğenmişlik ve çocuksu bir kıvançla bir zaman yaşamdaki misyonum gözüyle baktığım şeyden de artık ortada eser kalmamıştı. misyonumu, beni esenliğe çıkaracak yolu bundan böyle şiir ya da felsefede ya da buna benzer başka bir uzmanlık dalında değil, içimdeki az buçuk dirimselliği ve gücü korumaya çalışmakta, ruhumda henüz yaşadığını duyumsadığım şeye karşı ne olursa olsun sadık kalmakta görüyordum. bu yaşamdı işte, bu tanrı idi. —yaşam için tehlikeli bu yüksek gerilim dönemleri geride kaldıktan sonra tümü şimdi tuhaf denecek kadar değişik görünüyor bana; çünkü bir zamanki içerikler ve bunların isimleri artık önem taşımamakta, dünkü kutsal nesneler şimdi insana nerdeyse komik geliyor. savaşın benim için de sona erdiği 1919 baharında isviçre’nin ücra bir köşesine çekilip münzevi bir hayat sürmeye başladım. öteden beri (anne ve babamla dedelerimden devraldığım bir mirastı bu da) hint ve çin bilgeliğiyle haşır neşir oluşum ve yeni yaşantılarımı doğu’nun simge diliyle açığa vuruşum, bana sık sık "budist" isminin yakıştırılmasına neden oldu, bense buna gülüp geçtim, çünkü benim doğrusu budizm kadar kendime uzak gördüğüm bir başka din yoktu. ama yine de doğru bir yanı vardı beni böyle nitelemelerinin, bir nebze de olsa gerçeği içeriyordu, ama bunu ancak biraz ilerde anladım. mümkün olsa da bir insan özgür olarak kendine bir din seçebilseydi, ruhumun en derin köşesinde saklı yatan özleme uyarak diyelim konfiçyüs, brahmanizm ya da katoliklik gibi tutucu bir din seçerdim. ne var ki, bunu karşı kutba duyduğum özlemden yapar, söz konusu dinlere doğuştan yakınlık hissettiğim için böyle bir şeye kalkışmazdım; çünkü sadece bir rastlantı sonucu dindar protestan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmekle kalmayıp mizaç ve yaradılış bakımından da bir protestanım, şimdilerde var olan protestan mezheplerine karşı beslediğim şiddetli antipati hiç de benim protestanlığımla çelişki oluşturmuyor.

yaradılıştan uysal, kuzu gibi istenilen yöne yöneltilecek biri olan ben, her türlü buyruğa karşı hele çocukluk yıllarında baş kaldırdım. 'mecbursun' sözünü işitmeye göreyim, çileden çıkıyor, yapmam istenilen şeyi yapmamakta diretiyordum. bu özelliğimin de okul yaşamımı hayli olumsuz yönde etkilediğini bilmem söylememe gerek var mı. gerçi dünya tarihi denen o eğlenceli derste öğretmenlerimizin söylediklerine bakılırsa, her zaman dünyayı, geçmişten aktarılagelen yasalarla bağlarını koparıp kendi içlerindeki yasalara uygun davranan insanlar yönetip değiştirmişti ve bu insanların önünde saygıyla eğilmek gerekiyordu. ancak, derste anlatılan öbür şeyler gibi bu da yalandan başka bir şey değildi; çünkü biz çocukların arasından biri çıkıp da ister iyi, ister kötü niyetle gözünü karartarak verilen bir buyruğa ya da sadece aptalca bir alışkanlığa yahut moda bir davranışa karşı başkaldırayım dese, ne kimse saygıyla önünde eğiliyor, ne de böyle biri başkalarına örnek diye gösteriliyordu; cezalandırılıp alay konusu yapılıyor yalnızca ve öğretmenlerin ödleklik taşan o üstün güçlerinin altında ezilip çiğneniyordu.

bir gün yaptığım resmin önünde dikiliyordum ki, gardiyanlar o sıkıcı davetiyeleriyle çıkıp geldiler yine, beni mutlu çalışmamdan koparıp almak istediler. ansızın bir bezginlik çöktü üzerime; bütün bu olup bitenler, bütün bu zalim ve ruhsuz gerçek karşısında tiksintiye benzer bir duygu içimi kapladı. bütün gün çektiğim eza ve cefaya bir son vermenin zamanı gelmiş gibi göründü bana. madem o masum sanatçı oyunlarını oynamakta beni rahat bırakmıyorlardı, ben de ister istemez yaşamımın pek çok yılını adadığım o ciddi sanatlara, hünerlere yönelecektim; büyü ve sihir olmadan bu dünyaya katlanılacak gibi değildi.

kim bir kadın ister de kadının onu sonradan bir daha arzulayıp arzulamayacağını bilmezse acı çeker o kimse, kendisini kötü günler bekler ve her erkeğin yüreğinde duyumsadığı şeydir bu. ne var ki, kim bir kez tanrı’yı arzular ve ona sevgiyle yaklaşırsa, onun çektiği acı daha da büyüktür ve bu acı sona ermez hiç, çünkü tanrı’nın sevgisinden emin olup olamayacağını asla bilmez.






1 Şubat 2016 Pazartesi

insancıklar / dostoyevski
















insan kendisine olan saygısını, onurunu ve güvenini yitirdiği an işi bitmiş demektir. alabildiğine bir baş aşağı düşüş yaşar.

mesele duvarlar değil, hatıralar, geçmişe ait hatıralar içimi sıkıyor… hem de işin tuhafı, bunlar daha çok tatlı hatıralar olduğu halde üzülüyordum. o zamanlar fena gözüken, insanı kızdıran olaylar bile hatıra olunca bütün kötülüğünü kaybediyor, hayalde cazibe kazanıyor.

yılları bir uyur gezer gibi peş peşe harcamak, dünyadan bihaber yaşamak , ne bedbahtça!

anacığım, hayatın gerçek yüzünü yazar adı verilen kâğıt karalayıcılarından değil benden öğrenebilirsin.

yoksul, ezilmiş insan kuşkucudur. çevresine, yanından geçenlere yan gözle, bir tuhaf bakar. kendisinden mi söz ediliyor, anlamak için gözlerini kısarak, kuşkulu bakışlarını dolaştırır. konuşulanlara kulak kabartır.

eğer hepimiz tanrı'nın kulları isek; neden genç bir kız basma entari bulamazken kokanalar ipeklere bürünsün? neden biri üç gün aç yatarken öbürü tıka basa yesin? ben öyle sanıyorum ki; bunlar tanrı'nın bile gücüne gidiyordur.

eğer başkasının olan her şeyi insanın kalbine alması ve aynı güçte hissetmesi mümkün olsaydı, doğrusu, insan bundan en mutsuz insan olurdu.

ne kadar garip bir zamanlar bize kötü gelen, bizi kızdıran olaylar bile birer anıya dönüşünce bütün kötülüğünü kaybediyor.

anı tatlı da acı da olsa her zaman ıstırap verir insana. belki başkası öyle değildir, ben duyarım bu ıstırabı. ama tatlıdır bu ıstırap. kalp acı çekmeye, ezilmeye, sıkışmaya, kederlenmeye başladığında anılar onu, gündüzün sıcağında kavrulmuş cılız, zavallı bir çiçeği akşam serinliğinde çiy tanelerinin canlandırdığı gibi canlandırır.'

…nedense, bahar insanda sıcak ve mutlu hisler uyandırıyor. tabiatla birlikte insanın duyguları da canlanıyor. ben ki, hayatta dikili ağacı olmayan zavallı bir ihtiyarım. düşünebiliyor musun, ben bile hayal kurabiliyorum!
belki kısacaksınız ama, yeni bir kitap aldım. oldukça duygusal psikolojik ağırlıklı kitap. kitabın başında bir de şiir var.
ah, niçin kuşlar kadar hür değilim?
beni duvarlar arasına esir eden
bu bağlardan nasıl kurtulacağım?
daha bunun gibi birtakım hoyratça fikirler… neyse, geçelim bunları… nemize lazım!

düşkünler hodbin olur... doğanın bir yasasıdır bu. eskiden de hissediyordum bunu. yoksul, ezilmiş insan kuşkucudur. çevresine, yanından geçenlere yan gözle, bir tuhaf bakar. kendisinden mi söz ediliyor, anlamak için gözlerini kısarak, kuşkulu bakışlarını dolaştırır çevresindekilerin üzerinde, konuşulanlara kulak kabartır. niçin böyle soğuk bir dış görünüşü vardır? neler hisseder? dış görünüşü böyledir de iç görünüşü nasıldır acaba.

24 Ocak 2016 Pazar

ne kadınlar sevdim zaten yoktular / atilla ilhan

















ne kadınlar sevdim zaten yoktular
yağmur giyerlerdi sonbaharla bir
azıcık okşasam sanki çocuktular
bir akşam korkudan gözleri sislenir.
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
böyle birsevmek görülmemiştir
hayır,sanmayınki beni unuttular
hala ara sıra mektupları gelir.
gerçek değildiler birer umuttular
eski bir şarkı belki bir şiir
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
yanlızlıklarımda elimden tuttular
uzak fısıltıları içimi ürpertir
sanki gök yüzünde birer buluttular
nereye kayboldular şimdi kim bilir
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
böyle bir sevmek görülmemiştir

sürgün ve krallık / albert camus

o zaman dünyanın akışı durmuş ve bu andan sonra hiç kimse yaşlanmayacakmış gibi geldi ona. bundan böyle, yaşam her yerde aynı anda duruvermişti, içinde bir insanın acıdan ve hayranlıktan ağlamakta olduğu yürek bir yana bırakılacak olursa.

selam, efendiydi,tek efendiydi,tartışılmaz niteliği kötülüktü,iyi efendi yoktur.

öteden beri,bu ölçüsüz ülkenin kemiğine dek kazınmış, koro toprağı üzerinde ,kimi insanlar durmamacasına yol almaktaydı,hiçbir şeyleri yoktu,ama kimseye hizmet etmiyorlardı,tuhaf bir krallığın yoksun ve özgün beyleriydiler.

17 Ocak 2016 Pazar

dağlarına bahar gelmiş memleketimin / ahmet arif









haberin var mı taş duvar?
demir kapı, kör pencere,
yastığım, ranzam, zincirim,
uğruna ölümlere gidip geldiğim,
zulamdaki mahzun resim,
haberin var mi?
görüşmecim, yeşil soğan göndermiş,
karanfil kokuyor cigaram
dağlarına bahar gelmiş memleketimin.