yaşlı insanlar hayatın kötülüklerini göre göre kötüleşiyorlar; gönül saflığını, insan duygusunun bütün iyi taraflarını kaybediyorlardı. bu belki normaldi ama yürekleri yalnız iyilikle çarpan, dünyada yalnız iyi şeyler bulunduğunu sanan genç kızların da kötü duygulara kapılmış olması korkunçtu
gönlüm dolu âh u zâr kaldı...
ansızın bu mısradaki hüznün tâ yüreğine işlediğini farketti. makber’in en alelade, hatta dil bakımından da pürüzlü olan bu mısraında ne vardı da bu kadar içine, işliyordu? yoksa kendisi mi romantik bir anında idi?
şiirlerin ne zaman tesirli oldukları hakkında biraz düşündü. tedâîler kendisini yıldırım hızıyla çok uzaklara sürüklerken beyninde bir noktanın aydınlandığını sezer gibi oldu: insanlar kendi durumlarına uygun bir mısradan, bir beyitten zevk alıyorlar, hüzünleniyorlar, keder duyuyorlardı. ayşe kendi gönlünü yokladı: bu gönül âh u zâr ile doluydu. şu farkla ki hâmid, kendi âh u zarını bir fırtına çığlığı halinde dünyaya ve zamanlara fırlatabildiği halde ayşe’nin âh u zarı gönlünün sınırları içinde mahpus kalmaya mahkûmdu. kendisini bu kadar duygulandıran da galiba bir dert ortağının olmayışı, hatta derdini işitecek bir yabancının bulunmayışı idi. bunu keşfettikten sonra tekrar kitaba daldı:
gönlüm dolu âh u zâr kaldı...
bir gönülün âh u zâr ile dolmasının ne demek olduğunu gönlü rahat olanlar anlayamazdı.
(edebiyatı) niçin seversin güntülü?
sevginin niçini olmaz ki efendim... düşünsem belki mâkul bir sebep bulabilirim. fakat bu hakikî sebep olmaz. çünkü biz önce severiz. sonra sevdiğimiz şeyin güzel taraflarını bulmaya çalışırız. bu da hodbinliğimizden doğar efendim.
- bendeniz ayrıca hiçbir millete mensup değilim. sadece yek’im.
selim pusat kızmıştı:
serseri! milliyetsiz adam olur mu?
yek riyakar bir tavırla ellerini oğuşturdu:
yaşamak için muhakkak bir millete mensup olmak mı lazım, selim beğ?
elbette. hayvanların milliyeti olmaz!
ne çıkar efendim? insan, hayvan… hatta ot ve camad…hepimiz aynı kökten gelmiyor muyuz?
selim’in yüzü öfke ve istihza ile karıştı:
ne derin fikirler!.. fakat bugünün gerçekleriyle bağdaşmasına imkan yok. milletler olmayınca birbiriyle
çarpışacak orduları nasıl kuracaksın? bir tarafta insanlar, bir tarafta da otlar veya madenler mi bulunacak?
yek, selim’i çileden çıkaracak kadar riyakar olan eğilimlerinden birini daha yaparak cevap verdi:
ordular kurup çarpışmak için bir mecburiyet yok ki selim beğ! bu dünyanın nimetlerinden bol bol
faydalanmak dururken neden ordular kurulsun? neden kanlar dökülüp kahramanlar toprağa serilsin?
ya ne yapılsın?
yaşansın efendim, yaşansın…
saatler geçiyor, bunun farkında olmayan selim, ayşe’nin verdiği yazıları okuyordu. ömründe ilk defa, askerlik dışındaki bir konuya böylesine merak ve ilgiyle dalmıştı. masal okuyan bir çocuk gibiydi. bir aralık, okuduğu kitap kendisini hallâc-ı mansûr’a getirdi. hallâc-ı mansur, «ene’l-hak» dediği için işkenceyle öldürülürken kendisini öldürenler için tanrı’ya yalvarıyor ve şöyle diyordu:
“onları bağıla, beni bağışlama. mademki benim insalığımı, kendi tanrılığında yok ediyorsun, benim insalığım senin tanrılığının üzerinde hakkı ile, benim sana kavuşmama böylece sebep olan bu insanlıar senin de yargılamamanı istiyorum”
mansur’u parçaladılar. her parçasından “enel hak” feryadı yükseldi. yaktılar. külleri “enel hak” diye bağırdı. küllerini ırmağa attılar. ırmak “enel hak” haykırışıyla doldu.
bazen bir sevgili için her şey bırakılır yüzbaşım. insan bir öfke ânında arkadaşını, bir buhran dakikasında kendisini öldürebildiği gibi, aşk denen hastalığın şiddetlendiği bir sırada da istikbalini, hâlini, mazisini, her şeyini feda edebilir.
aşk bir nevi anormal duygudur, âşıklar da anormal hastalardır ama ruh hekimliği bakımından her büyük insan da az çok anormal sayılır. bütün insanlar tam normal olsa insanların akıllı ve şuurlu hayvanlardan farkı kalmaz.
- prensesim, dedi. bunun klâsik bir tek çaresi var. fakat o çare de hemen daima nazarî kalmıştır.
- nedir?
- ışığı bastıracak daha parlak bir ışık
- öyle bir ışık var mı
- var. fakat o kadar yüksekte ki düşünmek bile çılgınlık olur.
leyla gözlerini pusat’a dikerek birkaç saniye baktı. sonra kendisini dayanılmaz derecede güzelleştiren gülümseyişiyle;
- müsaade ediyorum beni sevebilirsiniz! dedi.
ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
bilmem, bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?
pervane olan kendini gizler mi alevden;
sen istedin, ondan bu gönül zorla tutuştu...
gün senden ışık alsa da bir renge bürünse;
ay secde edip çehrene yerlerde sürünse;
her sey silinip kayboluyorken nazarımdan
yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse...
ey sen ki kül ettin beni onmaz yakışınla,
ey sen ki gönüller tutusur her bakışınla!
hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince
çehren bana uğrunda ölüm hazzı verince
gönlümdeki azgın devi rüzgarlara attım;
gözlerle günah işlemenin zevkini tattım.
gözler ki birer parçasıdır sende ilahın,
gözler ki senin en katı zulmün ve silahın,
vur şanlı silahınla gönül mülkü düzelsin;
sen öldürüyorken de, vururken de güzelsin!
bir başka füsun fışkırıyor sanki yüzünden,
bir yüz ki yapılmış dişi kaplanla hüzünden...
hasret sana ey yirmi yılın taze baharı,
vaslınla da dinmez yine bağrımdaki ağrı.
dinmez! gönlün, tapmanın, aşkın sesidir bu!
dinmez! ebedi özleyişin bestesidir bu!
hasret çekerek uğruna ölmek de kolaydı,
görmek seni ukbadan eğer mümkün olsaydı.
dünyayı boğup mahşere döndürse denizler,
tek bendeki volkanları söndürse denizler...
hala yaşıyor gizlenerek ruhuma "kaabil";
imkanı bulunsaıdı, bütün ömre mukabil
sırretmeye elden seni bir perde olurdum.
toprak gibi her çiğnediğin yerde olurdum.
mehtaplı yüzün tanrı'yı kıskandırıyordur.
en hisli siirden de örülmez bu güzellik.
yaklaşması güç, senden uzaklaşması zordur,
kalbin işidir, gözle görülmez bu güzellik
mikail söze başladı:
- selim pusat benim haklarıma da ilişti. ben en güzel ve iç açıcı yağmurları yağdırdığım gibi öldürücü kasırgaları da estirir, ılık güneşle beraber kavurucu güneşi de parlatırım. bu sanık öyle bir sevgiye tutuldu ki gönlünde nisan esintileriyle birlikte karakış boraları da esti. zaman zaman mayıs güneşiyle ısındı. zaman zaman ağustos güneşiyle kavruldu. bana rakib oldu. iradesini kullanamadı. bir subay için en büyük günah budur.
çıt çıkmıyordu. heybetli ses yine sordu:
- ne diyorsun selim pusat?
selim daha da sertleşmişti:
- doğrudur!
israfil söze başladı:
- benzi vazifem kıyamet günü olacaktır. o güne kadar buyruk beklemeye mecburum. selim pusat’ın gönlünün içindeki feryatlar o kadar acı ve gürültülü idi ki insanlar duysa hep ölür, benim surumu öttürmeme lüzum kalmazdı. bütün bunlar kendisinin günahından doğdu. günahlarını araştıra araştıra ilk sebebe gidince bunu öğrendim. insanların türlü fikri çalkantısıyla boğuştuğu çağda o kırallık taraftarıydı. ülkesinin kanunlarını tanımaz olmuştu.
heybetli ses üçüncü defa sordu:
- ne diyorsun selim pusat?
- doğrudur!
- bütün olanların ilk sebebi senin kıralcı oluşun mudur?
- evet!
- bunu ilk günah diye kabul ediyor musun?
- asla!
- neden?
- bütün o muhteşem kıralları sen yarattın!
bazen bir sevgili için her şey bırakılır yüzbaşım. insan bir öfke anında arkadaşını, bir buhran dakikasında kendini öldürebildiği gibi, aşk denen hastalığın şiddetlendiği bir sırada da istikbalini, halini, mazisini, her şeyini feda edebilir.
- buda! sen fenalık diye bir şey kabul etmiyorsun. selim pusat fenalık yapmış mıdır? günah işlemiş midir?
buda’nın yavaş, yumuşak ve pürüzsüz sesi cevap verdi:
- günah işlemiştir! alemin bir kuruntular alemi, aşkın bir hastalık olduğunu anlamamış, ruhunu huzurun ışığından didişmenin karanlığına atmıştır. böylelikle senden, ebedi nirvanna’dan uzaklaşarak en büyük günahı taşımıştır. ruhu milyonlarca yıl azap cehenneminde yanmaya layıktır. ancak ondan sonradır ki kuruntudan insanların sükununa kavuşacak, put diye taptığı kızın alelade bir yaratık, geçici bir hayal olduğunu anlayacaktır.
buda susunca ışıktaki ses heybetle sordu:
- ne cevap vereceksin selim pusat?
selim pusat öfkelenmişti:
- bütün bu sözleri saçmalardan ibaret, diye bağırdı. buda denilen bu adam tarih boyunca tek kumandan yetiştirmemiş, savaşı öğrenmemiş, yabancı tutsaklığını şiar edinmiş bir miskinler ülkesinin peygamberidir. kuruntu ne demek? sükun yani barış ne demek? alemi savaşla yaratan sen değil misin? savaşı yaratılış kanunu yapan sen değil misin? güzel kızları yaratan sen değil misin? sevmek için bize gönül veren sen değil misin? hem o güzeli yarat. hem onu bana sevdir. ondan sonra da ruhumu milyonlarca yıl azap cehenneminde yak. bunu bir tanrı değil, ancak tanrı kudretinde bir çocuk yapabilir!
bir erkek, «ızdırap çekiyorum; sen de beni seviyor musun?» diye ağlıyor, bir kadın da buna «sus, sus, ben de ızdırap çekiyorum!» diye cevap veriyordu.