yeniçağ’ın sonlarına doğru, ortaçağ’ın hortlamasından kısa süre
önce jüpiter’in sevecen ışınlarının aydınlattığı yay burcunda doğdum. temmuz
ayının sıcak bir günüydü, akşamın erken bir saatinde dünyaya açtım gözlerimi,
doğumumun gerçekleştiği bu saatteki ısı derecesini yaşam boyu farkına varmadan
sevdim, aradım hep, bulamadığım zamanlar içim kararıp suratım asıldı. soğuk
ülkelerde barınamadım asla, hayatımda zevk için çıktığım bütün gezilerde güneyi
seçtim. dindar bir ailenin çocuğuydum, anne ve babamı yürekten sevdim, beni on
buyruk’tan dördüncüsüyle vakitsiz tanıştırmayalardı, belki daha bir yürekten
sevecektim kendileri.. gelin görün ki, ne kadar doğru, ne kadar iyi niyetli
olsalar da, buyruklar her vakit kötü bir etki yaptı üzerimde. yaradılıştan uysal,
kuzu gibi istenilen yöne yöneltilecek biri olan ben, her türlü buyruğa karşı
hele çocukluk yıllarında baş kaldırdım. "mecbursun" sözünü işitmeye
göreyim, çileden çıkıyor, yapmam istenilen şeyi yapmamakta diretiyordum. bu
özelliğimin de okul yaşamımı hayli olumsuz yönde etkilediğini bilmem söylememe
gerek var mı. gerçi dünya tarihi denen o eğlenceli derste öğretmenlerimizin
söylediklerine bakılırsa, her zaman dünyayı, geçmişten aktarılagelen yasalarla
bağlarını koparıp kendi içlerindeki yasalara uygun davranan insanlar yönetip
değiştirmişti ve bu insanların önünde saygıyla eğilmek gerekiyordu.
dostlarımın vefasızlığı karşısında bazen
bir hüzne kapılıyor ama bundan asla hoşnutsuzluk duymuyor, söz konusu
vefasızlıkların daha çok yürüdüğüm yolun doğruluğunu gösterdiğine inanıyordum.
bu eski dostlarım geçmişte pek sempatik bir insan ve yazar olduğumu, oysa
şimdiki durumumun hiç de iç açıcı sayılamayacağını söylemekte yerden göğe
haklıydı. o zamanlar beğeni ya da karakter sorunları benim için çoktan önemini
yitirmişti, konuştuğum dili anlayacak kimse yoktu ortada. yazılarımdaki
güzellik ve ahenkten eser kalmadığı suçlamasını tarafıma yöneltmekte belki
haklıydı dostlarım. ancak, bu gibi sözcükler beni güldürmekten öteye
geçmiyordu. ölüme mahkûm edilip yıkılan duvarlar arasında hayatta kalma savaşı
veren biri için güzelliğin ne anlamı, ahengin ne anlamı vardı? kim bilir, yaşam
boyu öyle sanmama karşın belki hiç de bir yazar değildim, estetik uğrundaki
bütün uğraşıp didinmelerim bir yanılgıdan kaynaklanmıştı bakarsın? neden
olmasındı; ama bu da artık önem taşımıyordu benim için. kendi iç dünyamda
çıktığım cehennem yolculuğunda gördüğüm şeylerden çoğu bir yutturmacaydı,
uydurma ve önemsiz şeylerdi; dolayısıyla yazar olmak için doğduğum, yazarlık
yeteneğine sahip olduğum kuruntusu da bunlar içindeydi belki. böyle bir şeye ne
kadar az önem veriyordum şimdi! ayrıca, kendini beğenmişlik ve çocuksu bir
kıvançla bir zaman yaşamdaki misyonum gözüyle baktığım şeyden de artık ortada
eser kalmamıştı. misyonumu, beni esenliğe çıkaracak yolu bundan böyle şiir ya
da felsefede ya da buna benzer başka bir uzmanlık dalında değil, içimdeki az
buçuk dirimselliği ve gücü korumaya çalışmakta, ruhumda henüz yaşadığını
duyumsadığım şeye karşı ne olursa olsun sadık kalmakta görüyordum. bu yaşamdı
işte, bu tanrı idi. —yaşam için tehlikeli bu yüksek gerilim dönemleri geride
kaldıktan sonra tümü şimdi tuhaf denecek kadar değişik görünüyor bana; çünkü
bir zamanki içerikler ve bunların isimleri artık önem taşımamakta, dünkü kutsal
nesneler şimdi insana nerdeyse komik geliyor. savaşın benim için de sona erdiği
1919 baharında isviçre’nin ücra bir köşesine çekilip münzevi bir hayat sürmeye
başladım. öteden beri (anne ve babamla dedelerimden devraldığım bir mirastı bu
da) hint ve çin bilgeliğiyle haşır neşir oluşum ve yeni yaşantılarımı doğu’nun
simge diliyle açığa vuruşum, bana sık sık "budist" isminin
yakıştırılmasına neden oldu, bense buna gülüp geçtim, çünkü benim doğrusu
budizm kadar kendime uzak gördüğüm bir başka din yoktu. ama yine de doğru bir
yanı vardı beni böyle nitelemelerinin, bir nebze de olsa gerçeği içeriyordu,
ama bunu ancak biraz ilerde anladım. mümkün olsa da bir insan özgür olarak
kendine bir din seçebilseydi, ruhumun en derin köşesinde saklı yatan özleme
uyarak diyelim konfiçyüs, brahmanizm ya da katoliklik gibi tutucu bir din
seçerdim. ne var ki, bunu karşı kutba duyduğum özlemden yapar, söz konusu
dinlere doğuştan yakınlık hissettiğim için böyle bir şeye kalkışmazdım; çünkü
sadece bir rastlantı sonucu dindar protestan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya
gelmekle kalmayıp mizaç ve yaradılış bakımından da bir protestanım, şimdilerde
var olan protestan mezheplerine karşı beslediğim şiddetli antipati hiç de benim
protestanlığımla çelişki oluşturmuyor.
yaradılıştan uysal, kuzu gibi istenilen yöne yöneltilecek biri
olan ben, her türlü buyruğa karşı hele çocukluk yıllarında baş kaldırdım.
'mecbursun' sözünü işitmeye göreyim, çileden çıkıyor, yapmam istenilen şeyi
yapmamakta diretiyordum. bu özelliğimin de okul yaşamımı hayli olumsuz yönde
etkilediğini bilmem söylememe gerek var mı. gerçi dünya tarihi denen o
eğlenceli derste öğretmenlerimizin söylediklerine bakılırsa, her zaman dünyayı,
geçmişten aktarılagelen yasalarla bağlarını koparıp kendi içlerindeki yasalara
uygun davranan insanlar yönetip değiştirmişti ve bu insanların önünde saygıyla
eğilmek gerekiyordu. ancak, derste anlatılan öbür şeyler gibi bu da yalandan
başka bir şey değildi; çünkü biz çocukların arasından biri çıkıp da ister iyi,
ister kötü niyetle gözünü karartarak verilen bir buyruğa ya da sadece aptalca
bir alışkanlığa yahut moda bir davranışa karşı başkaldırayım dese, ne kimse
saygıyla önünde eğiliyor, ne de böyle biri başkalarına örnek diye
gösteriliyordu; cezalandırılıp alay konusu yapılıyor yalnızca ve öğretmenlerin
ödleklik taşan o üstün güçlerinin altında ezilip çiğneniyordu.
bir gün yaptığım resmin önünde
dikiliyordum ki, gardiyanlar o sıkıcı davetiyeleriyle çıkıp geldiler yine, beni
mutlu çalışmamdan koparıp almak istediler. ansızın bir bezginlik çöktü üzerime;
bütün bu olup bitenler, bütün bu zalim ve ruhsuz gerçek karşısında tiksintiye
benzer bir duygu içimi kapladı. bütün gün çektiğim eza ve cefaya bir son
vermenin zamanı gelmiş gibi göründü bana. madem o masum sanatçı oyunlarını oynamakta
beni rahat bırakmıyorlardı, ben de ister istemez yaşamımın pek çok yılını
adadığım o ciddi sanatlara, hünerlere yönelecektim; büyü ve sihir olmadan bu
dünyaya katlanılacak gibi değildi.
kim bir kadın ister de kadının onu
sonradan bir daha arzulayıp arzulamayacağını bilmezse acı çeker o kimse,
kendisini kötü günler bekler ve her erkeğin yüreğinde duyumsadığı şeydir bu. ne
var ki, kim bir kez tanrı’yı arzular ve ona sevgiyle yaklaşırsa, onun çektiği
acı daha da büyüktür ve bu acı sona ermez hiç, çünkü tanrı’nın sevgisinden emin
olup olamayacağını asla bilmez.