20 Mart 2016 Pazar

bir büyücünün çocukluğu / hermann hesse
















yeniçağ’ın sonlarına doğru, ortaçağ’ın hortlamasından kısa süre önce jüpiter’in sevecen ışınlarının aydınlattığı yay burcunda doğdum. temmuz ayının sıcak bir günüydü, akşamın erken bir saatinde dünyaya açtım gözlerimi, doğumumun gerçekleştiği bu saatteki ısı derecesini yaşam boyu farkına varmadan sevdim, aradım hep, bulamadığım zamanlar içim kararıp suratım asıldı. soğuk ülkelerde barınamadım asla, hayatımda zevk için çıktığım bütün gezilerde güneyi seçtim. dindar bir ailenin çocuğuydum, anne ve babamı yürekten sevdim, beni on buyruk’tan dördüncüsüyle vakitsiz tanıştırmayalardı, belki daha bir yürekten sevecektim kendileri.. gelin görün ki, ne kadar doğru, ne kadar iyi niyetli olsalar da, buyruklar her vakit kötü bir etki yaptı üzerimde. yaradılıştan uysal, kuzu gibi istenilen yöne yöneltilecek biri olan ben, her türlü buyruğa karşı hele çocukluk yıllarında baş kaldırdım. "mecbursun" sözünü işitmeye göreyim, çileden çıkıyor, yapmam istenilen şeyi yapmamakta diretiyordum. bu özelliğimin de okul yaşamımı hayli olumsuz yönde etkilediğini bilmem söylememe gerek var mı. gerçi dünya tarihi denen o eğlenceli derste öğretmenlerimizin söylediklerine bakılırsa, her zaman dünyayı, geçmişten aktarılagelen yasalarla bağlarını koparıp kendi içlerindeki yasalara uygun davranan insanlar yönetip değiştirmişti ve bu insanların önünde saygıyla eğilmek gerekiyordu.

dostlarımın vefasızlığı karşısında bazen bir hüzne kapılıyor ama bundan asla hoşnutsuzluk duymuyor, söz konusu vefasızlıkların daha çok yürüdüğüm yolun doğruluğunu gösterdiğine inanıyordum. bu eski dostlarım geçmişte pek sempatik bir insan ve yazar olduğumu, oysa şimdiki durumumun hiç de iç açıcı sayılamayacağını söylemekte yerden göğe haklıydı. o zamanlar beğeni ya da karakter sorunları benim için çoktan önemini yitirmişti, konuştuğum dili anlayacak kimse yoktu ortada. yazılarımdaki güzellik ve ahenkten eser kalmadığı suçlamasını tarafıma yöneltmekte belki haklıydı dostlarım. ancak, bu gibi sözcükler beni güldürmekten öteye geçmiyordu. ölüme mahkûm edilip yıkılan duvarlar arasında hayatta kalma savaşı veren biri için güzelliğin ne anlamı, ahengin ne anlamı vardı? kim bilir, yaşam boyu öyle sanmama karşın belki hiç de bir yazar değildim, estetik uğrundaki bütün uğraşıp didinmelerim bir yanılgıdan kaynaklanmıştı bakarsın? neden olmasındı; ama bu da artık önem taşımıyordu benim için. kendi iç dünyamda çıktığım cehennem yolculuğunda gördüğüm şeylerden çoğu bir yutturmacaydı, uydurma ve önemsiz şeylerdi; dolayısıyla yazar olmak için doğduğum, yazarlık yeteneğine sahip olduğum kuruntusu da bunlar içindeydi belki. böyle bir şeye ne kadar az önem veriyordum şimdi! ayrıca, kendini beğenmişlik ve çocuksu bir kıvançla bir zaman yaşamdaki misyonum gözüyle baktığım şeyden de artık ortada eser kalmamıştı. misyonumu, beni esenliğe çıkaracak yolu bundan böyle şiir ya da felsefede ya da buna benzer başka bir uzmanlık dalında değil, içimdeki az buçuk dirimselliği ve gücü korumaya çalışmakta, ruhumda henüz yaşadığını duyumsadığım şeye karşı ne olursa olsun sadık kalmakta görüyordum. bu yaşamdı işte, bu tanrı idi. —yaşam için tehlikeli bu yüksek gerilim dönemleri geride kaldıktan sonra tümü şimdi tuhaf denecek kadar değişik görünüyor bana; çünkü bir zamanki içerikler ve bunların isimleri artık önem taşımamakta, dünkü kutsal nesneler şimdi insana nerdeyse komik geliyor. savaşın benim için de sona erdiği 1919 baharında isviçre’nin ücra bir köşesine çekilip münzevi bir hayat sürmeye başladım. öteden beri (anne ve babamla dedelerimden devraldığım bir mirastı bu da) hint ve çin bilgeliğiyle haşır neşir oluşum ve yeni yaşantılarımı doğu’nun simge diliyle açığa vuruşum, bana sık sık "budist" isminin yakıştırılmasına neden oldu, bense buna gülüp geçtim, çünkü benim doğrusu budizm kadar kendime uzak gördüğüm bir başka din yoktu. ama yine de doğru bir yanı vardı beni böyle nitelemelerinin, bir nebze de olsa gerçeği içeriyordu, ama bunu ancak biraz ilerde anladım. mümkün olsa da bir insan özgür olarak kendine bir din seçebilseydi, ruhumun en derin köşesinde saklı yatan özleme uyarak diyelim konfiçyüs, brahmanizm ya da katoliklik gibi tutucu bir din seçerdim. ne var ki, bunu karşı kutba duyduğum özlemden yapar, söz konusu dinlere doğuştan yakınlık hissettiğim için böyle bir şeye kalkışmazdım; çünkü sadece bir rastlantı sonucu dindar protestan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmekle kalmayıp mizaç ve yaradılış bakımından da bir protestanım, şimdilerde var olan protestan mezheplerine karşı beslediğim şiddetli antipati hiç de benim protestanlığımla çelişki oluşturmuyor.

yaradılıştan uysal, kuzu gibi istenilen yöne yöneltilecek biri olan ben, her türlü buyruğa karşı hele çocukluk yıllarında baş kaldırdım. 'mecbursun' sözünü işitmeye göreyim, çileden çıkıyor, yapmam istenilen şeyi yapmamakta diretiyordum. bu özelliğimin de okul yaşamımı hayli olumsuz yönde etkilediğini bilmem söylememe gerek var mı. gerçi dünya tarihi denen o eğlenceli derste öğretmenlerimizin söylediklerine bakılırsa, her zaman dünyayı, geçmişten aktarılagelen yasalarla bağlarını koparıp kendi içlerindeki yasalara uygun davranan insanlar yönetip değiştirmişti ve bu insanların önünde saygıyla eğilmek gerekiyordu. ancak, derste anlatılan öbür şeyler gibi bu da yalandan başka bir şey değildi; çünkü biz çocukların arasından biri çıkıp da ister iyi, ister kötü niyetle gözünü karartarak verilen bir buyruğa ya da sadece aptalca bir alışkanlığa yahut moda bir davranışa karşı başkaldırayım dese, ne kimse saygıyla önünde eğiliyor, ne de böyle biri başkalarına örnek diye gösteriliyordu; cezalandırılıp alay konusu yapılıyor yalnızca ve öğretmenlerin ödleklik taşan o üstün güçlerinin altında ezilip çiğneniyordu.

bir gün yaptığım resmin önünde dikiliyordum ki, gardiyanlar o sıkıcı davetiyeleriyle çıkıp geldiler yine, beni mutlu çalışmamdan koparıp almak istediler. ansızın bir bezginlik çöktü üzerime; bütün bu olup bitenler, bütün bu zalim ve ruhsuz gerçek karşısında tiksintiye benzer bir duygu içimi kapladı. bütün gün çektiğim eza ve cefaya bir son vermenin zamanı gelmiş gibi göründü bana. madem o masum sanatçı oyunlarını oynamakta beni rahat bırakmıyorlardı, ben de ister istemez yaşamımın pek çok yılını adadığım o ciddi sanatlara, hünerlere yönelecektim; büyü ve sihir olmadan bu dünyaya katlanılacak gibi değildi.

kim bir kadın ister de kadının onu sonradan bir daha arzulayıp arzulamayacağını bilmezse acı çeker o kimse, kendisini kötü günler bekler ve her erkeğin yüreğinde duyumsadığı şeydir bu. ne var ki, kim bir kez tanrı’yı arzular ve ona sevgiyle yaklaşırsa, onun çektiği acı daha da büyüktür ve bu acı sona ermez hiç, çünkü tanrı’nın sevgisinden emin olup olamayacağını asla bilmez.