29 Ekim 2020 Perşembe

bir adın kalmalı / ahmet hamdi tanpınar





bir adın kalmalı geriye
bütün kırılmış şeylerin nihayetinde
aynaların ardında sır
yalnızlığın peşinde kuvvet
evet nihayet bir adın kalmalı geriye
birde o kahreden gurbet

sen say ki ben hiç ağlamadım
hiç ateşe tutmadım yüreğimi
geceleri koynuma almadım ihaneti

ve sanki bütün şiirler gözlerini
bütün şarkılar saçlarını söylemedi
hele nihavend hele buselik hiç geçmedi fikrimden
ve hiç gitmedi bir topak kan gibi adın
içimin nehirlerinden

evet yangın
evet salaş yalvarmanın korkusunda talan
evet kaybetmenin o zehirli buğusu
evet isyan

evet kahrolmuş sayfaların arasında adın
sokaklar dolusu bir adamın yalnızlığı
bu sevda biraz nadan
biraz da hıçkırık tadı
pencere önü menekşelerinde her akşam

bir adın kalmalı, bir adın kalmalı geriye
kırılmış şeylerin nihayetinde

ayrılık, ah ayrılık kurşun kadar ağır
bir adın kalmalı geriye

bir adın kalmalı, bir adın kalmalı geriye
ayrılık kurşun kadar ağır
beni affet, kaybetmek için erken
sevmek için çok geç

dağlar sonra oynadı yerinden
ve hallaçlar attı pamuğu fütursuzca
sen say ki yerin dibine geçti, geçmeyesi sevdam
ve ben seni sevdiğim zaman bu şehre yağmurlar yağdı
yani ben seni sevdiğim zaman
ayrılık kurşun kadar ağır
gülüşün kadar felaketiydi yaşamanın

yine de bir adın kalmalı geriye
bütün kırılmış şeylerin nihayetinde
aynaların ardında sır
yalnızlığın peşinde kuvvet
evet nihayet, bir adın kalmalı geriye
bir de o kahreden gurbet
beni affet
kaybetmek için erken
sevmek için çok geç

sen say ki, ve sen say ki, hiç ağlamadım
ateşlere tutmadım yüreğimi
sen say ki, sen san ki
geceleri koynuma almadım ihaneti
(bir adın kalmalı) bir adın kalmalı (bir adın kalmalı geriye) bir adın kalmalı geriye
(ayrılık kurşun kadar ağır) ayrılık kurşun kadar ağır
(beni affet) beni affet
(kaybetmek için erken) kaybetmek için erken
sevmek için çok çok geç (sevmek için çok geç)

21 Temmuz 2020 Salı

saatleri ayarlama enstitüsü / ahmet hamdi tanpınar



kadehlerimiz ellerimizde gittik. bu artık filânın veya falanın tasavvuru değildi. tabiatı eşyanın ta kendisi idi. caz alabildiğine bir zeybek tutturmuştu. ve kızım biraz evvel baldızımın marifet gösterdiği yerde, yani salonun ortasında, karşısında van humbert, dünyanın en garip, en akıl almaz zeybeğini oynuyorlardı. etraf sadece göz olmuş onlara bakıyordu. biz de bir müddet van humbert’in havada acemi acemi sarkan kollarına, yere indikten sonra güçlükle kalkan dizlerine baktık. halit ayarcı yavaşça kulağıma:

- burada ben de pes! derim, diye mırıldandı.

dünyanın en harika ailesinin reisi idim. ve bu haysiyetle deminden beri bana çapkınca dirseğini çarpan karıma aynı şekilde cevap verdim. halit bey ilâve etti:

- nasıl, hoşunuza gitti değil mi? babalık gururunuzu bir tarafa bırakın, sadece kadınlarımızın bu muvaffakiyeti muazzam iş değil mi? böyle bir şeyle karşılaşacağınızı ümit eder miydiniz?

ben bir gözüm kızımın van humbert’in hantal ve alabildiğine geniş vücuduna yaptırdığı acayip ve tehlikeli cambazlıklarda:

- imkân mı var? dedim. hayalime bile gelmezdi. hele kızım zehra’nın...

- hakkınız var... bu kadar süratli terakki, görülmemiş şey...

- yalnız biraz da bilselerdi. meselâ kızım hakikaten zeybek oyununu bilseydi, baldızım demin tepindiği zıkkımdan biraz anlasaydı. büyüğü sandalye ile avize kırar gibi besteleri harap etmeseydi....

halit ayarcı çok terbiyeli bir şekilde esnedi:

- yine aynı mesele... dedi. daha doğrusu hep aynı mesele! aziz dostum, siz şifa kabul etmez bir gayrimemnunsunuz... bu işlerde bilmek ikinci derecede kalır. yapmak vardır, sadece yapmak!.. sonra kendi kendine konuşur gibi ilâve etti:

- bilgi bizi geciktirir. zaten ne sonu, ne de gayesi vardır. mesele yapmak ve yaratmaktadır. bilselerdi, bilselerdi... fakat bilselerdi bunu yapamazlardı. bu heyecana, bu icada, bu kendiliğinden bulmağa erişemezlerdi. bilgileri buna mâni olurdu. kızınız bu geceyi yarattı. ne ile? yaratma kabiliyetiyle... çünkü yaratmak, yaşamanın ta kendisidir. biz yaşayan, yaşamayı tercih eden insanlarız. siz istediğiniz kadar somurtun!

- ben somurtmuyorum, düşüncemi söylüyorum...

- kendinize saklayın o düşünceyi de, şu karşınızdaki harikulâde manzaraya bakın!

ahmet hamdi tanpınar (saatleri ayarlama enstitüsü, s. 325)



hayri irdal: "ben mi realist değilim!realist olmasaydım size vak'ayı böyle anlatabilir miydim? size baldızım hakkında en ufak bir ümitle bahsettim mi?hiç bir tarafını değiştirdim mi?en ufak bir halini methettim mi?ben öyle sanıyorum ki herşeyi olduğu gibi görenlerdenim.hatta fazla realistim, rahatsız edecek kadar..."


halit ayarcı:" realist olmak hiç de hakikati olduğu gibi görmek değildir.belki onunla en faydali münasebetimizi tayin etmektir.hakikati görmüşsün ne çıkar? kendi başına hiçbir manası ve kıymeti olmayan bir yığın hüküm vermekten başka neye yarar? istediğin kadar uzatabileceğin bir eksikler ve ihtiyaçlar listesinden başka ne yapabilirsin? bir şeyi değiştirir mi bu? bilakis yolundan alıkor seni.kötümser olursun, apışır kalırsın,ezilirsin.hakikati olduğu gibi görmek...yani bozguncu olmak...evet bozgunculuk denen şey budur, bundan doğar.siz kelimelerle zehirlenen adamsınız, onun için size eskisiniz dedim.yeni adamın realizmi başkadır."







"...
- aziz dostum, dedi, zavallı aziz dostum! yahut zavallı ben! çünkü asıl zavallı benim bu işte. bir türlü size iyi niyetimi anlatamıyorum. beni bu kadarcık olsun anlamalıydınız! size rol filan yaptıran yok. emrivaki de yok. sadece hürmet eden, inanan insan var. tasavvurlarımı tabii hayatınız şeklinde yaşamanızı istiyorum. evvelden haber versem hürriyetinizi ihlal etmiş olurum. asıl o zaman rol yapmış olurdunuz... sokağa çıktığınız zaman kime tesadüf edeceğinizi bilmediğiniz gibi, bu gece de olacakları bilmiyordunuz. geldiniz, gördünüz ve karşılaştığınız şeyleri hepimiz birden yaşadık. burada emrivaki yok ki!

- amma bir yanlış yapabilirdim, her şey berbat olurdu.

- yapsanız ne çıkardı? hata denen şey yoktur ki zaten... iyi anlayın! farz edin ki hakikaten bir yanlış yaptınız! oradan yürürüz ve doğruya çıkarız. hata denen şey, tashih etmek budalalığında bulunanlar için mevcuttur. bizim için değil... biz onun varlığını kabul ettiğimiz andan itibaren her türlü hatanın üstündeyiz. hayır, hayri bey, hayır, yanlış yoktur ve olamaz da. bütün mesele bir vaziyeti iyi hazırlamaktır. ve insana itimattır..."

yine aynı mesele… dedi. daha doğrusu hep aynı mesele! aziz dostum, siz şifa kabul etmez bir gayrimemnunsunuz… bu işlerde bilmek ikinci derece kalır. yapmak vardır, sadece yapmak!.. sonra kendi kendine konuşur gibi ilave etti: -bilgi bizi geciktirir. zaten ne sonu, ne de gayesi vardır. mesele yapmak ve yaratmaktır. bilselerdi, bilselerdi… fakat bilselerdi bunu yapmazlardı. bu heyecana, bu icada, bu kendiliğinden bulmağa erişemezlerdi. bilgileri buna mâni olurdu. kızınız bu geceyi yarattı. ne ile? yaratma kabiliyetiyle… çünkü yaratmak, yaşamanın ta kendisidir. biz yaşayan, yaşamayı tercih eden insanlarız. siz istediğiniz kadar somurtun!



24 Mayıs 2020 Pazar

rubai / ömer hayyam

rengarenk dünyada bir adam gezer,
ne zengin ne fakir ne mümin ne zındık,
hiçbir gerçeğe dalkavukluk etmez,
hiçbir yasayı tanımaz,
cesur ve üzgün,
bu alacalı dünyada kimdir bu adam?

20 Nisan 2020 Pazartesi

sahilde kafka / haruki murakami

· “fakat insan kendini bir şeylerle özdeşleştirerek yaşar” dedi oşima. “böyle yapmak zorundadır zaten. sen bile, farkında olmadan öyle yapıyorsundur. goehe’nin dediği gibi, dünyadaki her şey metaforlaran ibarettir. 

· "insan kendisinin eksik bir parçasını bulmak umuduyla aşık olur. o yüzden de, aşık olduğu insanı düşünürken, az ya da çok hüzünlenir 

· “fakat bu d majör sonatı’na kulak verdiğmide, orada insan yeteneğinin sınırlarını hissedebiliyordum. bir tür mükemmelliğin, aslında eksikliklerin üst üste yığılmasıyla ortaya çıktığını keşfediyorum. bu yaşama isteğimi güçlendiriyor. dediklerimi anlayabiliyor musun?” 

· müzik sank bir girdap tarafından yutulup gitmişti. kulaklıklarımı çıkardığımda sessizlik yeniden üzerime çullandı. sessizlik kulaklarla duyulabilen bir şey. bunu da yeni öğreniyordum. 

· puccini müziğinin nasıl desem, sonsuzluğun geriye doğru aktığı hissini uyandıran bir şeyler var. 

· ayrımcılığa uğramanın nasıl bir şey olduğunu, ne kadar derin yaralar bıkaktığını, o ayrımcılığa maruz kalan dışında kimse anlamaz. acısı kişiye özeldir ve kendine özgü bir yarası vardır. o yüzden, iş eşitlik ve adaletistemeye geldiğinde, başkalarından aşağı kalacağımı sanmamç yalnız, çok daha fazla canımı sıkan şey, hayal gücünden yoksun insanlardır. t. s. eliout’un ifdesiyle ‘içi boş insanlar’. o hayal gücünden yoksun olduklarık kısmı, hissisz perdelerle örtmeye kalktıkları halde, kendileri bunun farkında olmadan ortalıkta doaşıp dururlar. sonra o hissizliklerini içi boş lalarla başkalarına dayatmaya kalkarlar. 

· ben de on beş yaşımdayken özel bir dünyam olsun istemiştim, hiç kimsenin uzanamayacağı, zaman akışının durduğu bir yer." 
"fakat bu dünyada öyle bir yer yok." 
"haklısın. o yüzden ben de böyle yaşıyorum işte. yaralar almaya devam ettiğim, yüreğimin her gün biraz daha değiştiği, zamanın durup dinlenmeden akıp gittiği bir dünyada. " 

· sembol ve anlam birbirinden farklı şeylerdir. o erhalde anlam ya da mantık gibi muğlak aşamalarına göz ardı edip şiirde olması gereken doğru sözleri elde etmeyi başarmış olmalı. haada uçan bir kelebeği kanadından usulca yakalar gibi, sanki bir rüyadaki sözcükleri yakalargibi. sanatçı dediğin, muğlaklığın üstesinden gelebilen insandır. 

· bendeniz nakata okuma bilmiyorum ya kütüphaneye de ilk kez geliyorum dedi nakata. ben de övünecek değilim ama okuma bildiğim halde kütüphaneye ilk kez geliyorum dedi hoşino da. ne kadar keyifli bir yer olduğunu insan ancak gelince anlıyor. iyi bari. nakano semti nde de kütüphane var. bundan sonra sık sık gitmek niyetindeyim. en iyi tarafı girişin ücretsiz olması. okuma yazma bilmeyenlerin de kütüphaneye girebildiklerini bendeniz nakata bugün öğrendim. 

· benim bir kuzenimin gözleri doğuştan görmüyor ama sık sık sinemaya gider. ne zevk alır bilemiyorum gerçi. öyle mi? bendeniz nakata gözlerim görüyor ama sinemaya da hiç gitmedim. yapma yahu! bir de sinemaya gideriz o zaman birlikte. 

· saeki hanım hafifçe gülümsedi. gülümsemesi bir süre dudaklarında kaldı. o haline baktıkça yaz günü bir çiy damlasının küçük bir tomurcuğun üzerinde kuruyarak bıraktığı izi canlandırıyordum hayalimde. sen aşıksın dedi. evet. yani o kızın yüzü ve tüm varlığı onu gördüğün her an senin için çok özel ve değerli öyleyse. evet. ne zaman kaybedeceğimi bilemiyorum gerçi. 

· belki de dedi oşima yüzünü buruşturarak. bak kafka tamura belki de dünyadaki hiç kimse özgürlüğü arzulamıyordur. arzuladıklarını sanıyorlar sadece. her şey bir ütopya. eğer ellerine özgürlük gerçekten geçecek olsa çoğu insan ne yapacağını şaşırır. bunu aklında tut. insanlar aslında özgürlüklerinin kısıtlanmasından hoşlanırlar. 

· benim aradığım güç yenmek ya da en azından yenilmemek için lazım olacak bir güç değil. dışarıdan gelecek etkileri kesmeye yarayacak bir güç de değil. istediğim dışarıdan gelen gücü karşılayıp ona dayanmayı sağlayacak bir güç. haksızlık şanssızlık üzüntüler yanlış anlamalar anlayışsızlıklar... böyle şeylere sessizce direnmemi sağlayacak bir güç. 

· dün akşam çok iyi anladım. anlamı olmayan şeylerde anlam aramaya kalkmanın zamanımı boşa harcamak olacağını. bilgece bir sonuç. haddinden uzun düşünmek hiç düşünmemiş olmaktan farksızdır derler. güzel lafmış. kapsamlı bir laftır. şu köşe yaz köşesi şu köşe kış köşesi ortada su şişesi de derler. bu da ne şimdi? hızlı söylemek gerekiyor. benim icadım. peki şu an o lafı söylemeni gerektiren bir durum mu var? yok. öylesine içimden geldi yalnızca. 

· gezi yirmi dakika kadar sonra tamamlandı. iki adam saeki hanım a teşekkür ettiler. saeki hanım gezi boyunca gülümsemesini bir an bile yüzünden eksiltmemişti. fakat ona baktıkça birçok şey hoşino ya tuhaf gelmeye başlamıştı. kadın neşeli bir yüzle onlara bakıyordu ama onları görmüyor gibiydi. yani onlara baktığı halde başka bir şeyi görüyordu. kadın açıklamalarını yaparken aklında başka bir şeyler var gibiydi. tek laf edilemeyecek ölçüde görgülü nazik davranıyordu. soru sorunca yine aynı nezaketiyle kolayca anlaşılacak şekilde yanıtlıyordu. ancak sanki benliği orada değil gibiydi. elbette gönülsüzmüş gibi bir hali yoktu. kadın gerçekten işini layıkıyla yapmaktan zevk alıyordu. ancak yüreği başka bir yerlerdeydi. i 

12 Nisan 2020 Pazar

uyku / ülkü tamer












bana çiçek gönderme
bir kuş ağacı gönder
dallarında gezinsin
kül rengi güvercinler..

konsunlar yastığıma
uyutmak için beni
sırtlarında kuş tüyü
gagalarında ninni..

kaldırıp yastığımı
uçursunlar göklere
kendimi yıldızlarda
bulayım birdenbire..

bana çiçek gönderme
bir kuş ağacı gönder
alnıma dokunanlar
iyileşmiş desinler..

24 Mart 2020 Salı

boşversene sen niye beklemeli / edip cansever










"yürek yalnız bir kez görür,
sonra gözler görür."
howard fast

boşversene sen niye beklemeli
sıktı artık bu kent beni
çekip gitmeliyim hiç düşünmeden
bulmalıyım aradığım o yeri
şiirmiş, bilgelikmiş her neyse
ne varsa benden kalsın geride
kalsın o yalanlar, o yalan ilişkiler de
ve ölümler ki sevdanın ikiz doğurduğu
yetsin, taşımak istemiyorum hiçbirini yedeğimde
nerdesin ey benim hergün yeniden doğan oğlum
sevginin çoğul oğlu
senin ülkende yalnız bütün özlemler
bilirim yalnız orda, içtenlik, erinç, coşku
bayrağındaki bir tek çiçekli dalla
orda uçsuz bucaksız
olanca görkemiyle bir erguvan imparatorluğu.

öğrendim öğrenmesine, mutsuzluk da bir gelişmedir
tanımadığım kentler, yüzler, hiç mi tanımadığım
oteller, genelevler, nar ağaçları
dar sokaklar, eğri büğrü kaldırımlar
satın alamadığım bir örtüye çeviren yalnızlığı
ve bir yağmur öncesinde belli belirsiz
üç beş çocuğun birbirini çağırdığı
sopasını düşürdüğü bir dilencinin

unutup gittiği sonra ses çıkarmadan
anlaşılmaz mırıltılarla yokuş aşağı
iner gibi ben de
örgüsünden başını kaldıran bir kadının
gözlerinde
nasıl binlerce rengin içinden sıyrılırsa dünya
bulacağım elbette aradığım o yeri
yıllar yılı tuttuğum aklımda
hani salkımlar içinde bir ev vardı
eski bir gemici feneri asılıydı kapısında
duvarlarında uçan balıkların kurutulduğu
yıkılmışsa ne yaparım bilmem ki
eksilmiş gibi ağzımda bir dişim
yerini dilimle oynaya oynaya
dalar çıkarım elbet bambaşka sokaklara.

geçerim kuduğum hayallerin altından
bir gökkuşağının altından geçermiş gibi
budakları kalın ellerimi andıran
asmaların yanıbaşındasın
yüzümde bir garajın tutulmaz akşamıyla
o geçimsiz akşamla
ve mutlak kayalardan doğmuş olan
göğün mavi yapmadığı bir şahin
başımın üstünde tek başına.

kırmızı dallar, göğe uzanır çitler
yıldızları birbirinden ayıran
bilmez olur muyum hiç, mutluluk da bir gelişmedir
yaşarken olsun, ölümle olsun, sonu ayrılığa varan
ey gün batımı! benden duymuş olma bu yakınmayı

bir gül bana kendini kopardı verdi
daha dün akşam, daha dün akşam.

yürek bir kez görür, sonra hep gözler görür
ben o yüreğimle görmüşüm anlaşılan
çözüldü artık o büyü, yanımda
sıcaklığı parmaklarımı acıtan bir haziran
üstelik çoktan buldum aradığım o yeri
tam yedi kez doğan güneşlerin altında
bir yitip bir yükselen sıradağların ardından.

yıkansam, yıkansam, hep o güneşlerle yıkansam
dişleri tenime geçse yaz rüzgarlarının
izine pek rastlamasam
ama kalbini sert ve serin tutan bir denizciye
bunu bir daha sorsam
ne çıkar bir daha sorsam
sonra hiç konuşmasam, sonra hiç konuşmasam
ve bu yogun, bu üzünçlü yüreği
benim değilmiş gibi, benim değilmiş gibi
kimse görmeden şöyle bir yol kenarına bıraksam.

22 Mart 2020 Pazar

istanbul'u dinliyorum / orhan veli kanık











istanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı
önce hafiften bir rüzgar esiyor;
yavaş yavaş sallanıyor
yapraklar, ağaçlarda;
uzaklarda, çok uzaklarda,
sucuların hiç durmayan çıngırakları
istanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı.

istanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı;
kuşlar geçiyor, derken;
yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
ağlar çekiliyor dalyanlarda;
bir kadının suya değiyor ayakları;
istanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı.

istanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı;
serin serin kapalıçarşı
cıvıl cıvıl mahmutpaşa
güvercin dolu avlular
çekiç sesleri geliyor doklardan
güzelim bahar rüzgarında ter kokuları;
istanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı.

istanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı;
başımda eski alemlerin sarhoşluğu
loş kayıkhaneleriyle bir yalı;
dinmiş lodosların uğultusu içinde
istanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı.

istanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı;
bir yosma geçiyor kaldırımdan;
küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.
birşey düşüyor elinden yere;
bir gül olmalı;
istanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı.


istanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı;
bir kuş çırpınıyor eteklerinde;

alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum;
dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum;
beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından
kalbinin vuruşundan anlıyorum;
istanbul`u dinliyorum.

6 Mart 2020 Cuma

bahçemizin halinden baharımı kıyasla / ömer hayyam

bahçemizin halinden
baharımı kıyasla.
zambaklar verem olmuş
kırmızı güller yasta
eller yüzler simalar
resimler aynı değil
baharlar bile değişmiş
artık her şey bir başka

bu sonbahardaki ayak izlerim
sanki geçmiş bir şeyler
her yerler talan olmuş
hatıralar bile yanlış
üç beş kırık bardak
tas tabak çanak
birkaç kiraz dalı
ürkütülmüş birkaç kurbağa
yolcular yok olmuş
yollar artık bambaşka
artık akortsuz saz gibi
dalda kuş çiçekteki arı
bir uçkur iki bağlama
yalnızca varı yoğu
iki öz kırpmışım
bir kaç da öpücük
boşunaymıs burukluklar
aceleler, tezler
hesap kitap yanlışmış
yıllar boşuna geçmiş
ayrılıklar hüzünler
şimdi pususundan
bakan gözler bir başka
hesap kitap gerekmez
var zararı hesapla...

1 Mart 2020 Pazar

büllbülü öldürmek / harpet lee



• çünkü sözlerimi ciddiye almanızı isteyemezdim sizden scout, yapılan işin doğası gereği her hukukçunun hayatında kendisini kişisel açıdan etkileyen en az bir davası olur. benimki de bu, galiba. okulda bu konuda çirkin konuşmalar duyabilirsiniz, ille de bir şey yapacaksanız sizden tek şey istiyorum: başınızı dik tutun, yumruklarınızı da indirin. kim size ne derse desin, sinirlerinize hakim olun. değişiklik olsun diye, kafanızla mücadele edin... öğrenmeye dirense de kafa denen şey iyi bir şeydir. "atticus, davayı kazanacak mıyız". "hayır, tatlım". "o zaman neden..." "daha başlamadan yüz yıl önce kaybetmiş olmamız demek kazanmaya çalışmayacağız anlamına gelmez" dedi atticus.

• şu dava, tim robinson davası, insanın vicdanının en hassas noktasına dokunan şey... scout, bu adama yardım etmeye çalışmasaydım kilisey gidip tanrı'ya dua edemezdim. "atticus, yanılıyor olmalısın..." "nasıl?" "e, pek çok kişi kendilerinin haklı olduğunu, senin yanıldığını düşünüyor." "tabii bunu düşünmeye hakları var, düşüncelerine saygı gösterilmesini istmekte de haklılar," dedi atticus, "ama başka insanların yüzüne bakabilmek için ilk önce kendi yüzüme bakabilmeliyim. çoğunluğa bağlı olmayan tek şey insanın vicdanıdır.

• ama bu ülkede insanlar ancak bir tek durumda eşit yaratılmış kişiler haline gelirler. -bir yoksulu rockefeller ailesi'nin bir ferdiyle, bir budalayı einstein ile, cahil bir kişiyi bir kolej müdürüyle eşit gören tek kurum vardır. bu kurum da, baylar, hukuk kurumudur. 

• ...gerçek cesaretin ne olduğunu görmeni istiyordum, gerçek cesaretin eli tüfekli bir adamla ilgisi olmadığını. daha başlamadan yenildiğini bile bile başlamak ve her ne pahasına olursa olsun sonuna kadar devam etmek olduğunu. nadiren de olsa bazen kazanırsın.

• öğreneceğin şeylerin çoğunu kitaplardan öğrenmeyeceksin.

• istediğin kadar saksağanı vur vurabilirsen ama unutma, bülbülü öldürmek günahtır.

• jack! bir çocuk sana bir sorduğu zaman, tanrı aşkına, o çocuğa sorduğu şeyin yanıtını ver. uyduruk şeyler anlatma. çocuklar çocuktur ama kaçamaklı lafları büyüklerden daha çabuk anlarlar, ayıca kaçamaklı yanıtlar onların kafalarını daha da karıştırır.

• insanlar genelde neyi görmek istiyorlarsa onu görürler, neyi duymak istiyorlarsa onu duyarlar.

tatar çölü / dino buzzati



• ya, aslında yanılıyorsa? ya, gayet sıradan bir yazgıya sahip sıradan biri olarak yaratılmışsa?

• boş vadide yukarı doğru çıkmakta ve nal sesleri geçitlerin boşluğunda geniş yankılar uyandırmaktadır; kayalıkların tepesindeki çalılıklar ve küçük sarı otlar kıpırtısızdır, hatta bulutlar bile gökyüzünde alışılmamış bir yavaşlıkla ilerlemektedir .

• yavaş yavaş güveni azalıyordu. insanın, tek başına olduğu ve hiç kimseyle konuşamadığı zaman bir şeye inanması çok zordur. işte tam da o dönemde, drogo, insanların her zaman birbirlerinden uzakta olduklarını fark etti, birisi acı çektiğinde, acısı sadece kendisine ait oluyor, hiç kimse o acıyı birazcık olsun dindiremiyordu; bir insan acı çektiğinde diğerlerinin, duydukları sevgi ne denli büyük olursa olsun, bu yüzden acı çekmediklerini ve yaşamdaki yalnızlığı işte bu durumun oluşturduğunu fark etti.

• böylece çöl yine kıpırtısız bir hale büründü, kuzeydeki sisler, bastiani kalesi’nin nizami yaşamı, hepsi kıpırtısızdı; nöbetçiler nöbet alanının o ucundan bu ucuna hep aynı yolu katediyordu; alayın karavanası hep aynıydı; günler birbirine benziyor ve uygun adım yürüyen askerler gibi sonsuza değin tekrarlanıyordu. yine de zaman geçiyordu; insanları hiç düşünmeden, dünyada gidip geliyor, güzel şeyleri solduruyor; ve henüz adı bile konmamış yeni doğmuş bebekler de dahil olmak üzere hiç kimse onun elinden kurtulamıyordu.

• drogo, insanların her zaman birbirlerinden uzakta olduklarını farketti, birisi acı çektiğinde acısı sadece kendisine ait oluyor, hiç kimse o acıyı birazcık olsun dindiremiyordu; bir insan acı çektiğinde diğerlerinin, duydukları sevgi ne denli büyük olursa olsun, bu yüzden acı çekmediklerini ve yaşamdaki yalnızlığı işte bu durumun oluşturduğunu farketti.

• geceleri böyle geçirmek, uykuya sığınmamak, geç kalmış olma duygusuna kapılmamak, güneşin doğuşunu izlemek, insanın önünde sonsuz görünen bir zamanın bulunması ve bundan hiç kaygılanmadan yararlanması... dünyada var olan onca güzel şey içinde drogo inatla deniz kenarındaki o saraya, müziğe, saatlerin boşa harcanmasına, güneşin doğuşunun beklenmesine imreniyordu. ne kadar aptalca görünürse görünsün, yitirdiği o barışçıl yaşamı en yoğun biçimde bunlar dile getiriyordu.

• daha çok yol var mıdır? yoo, şu ilerideki nehri geçmek, şu yeşil tepeleri aşmak yeterlidir. belki de varmışızdır bile. şu ağaçlar, kırlar, şu beyaz ev belki de bizim aradığımız şeylerdir. bir an, bunun doğru olduğuna inanıp, orada durmak isteriz. sonra, kulağımıza ileride daha iyisinin olduğu çalınır ve tasasız bir biçimde yeniden yola koyuluruz.

• ama bir noktada, belki de içgüdüsel olarak, insan geri döner ve arkasında bir kapının kapanarak dönüşü olanaksız kıldığını fark eder. işte o zaman bir şeylerin değişmiş olduğunun ayırdına varırız, güneş eskisi gibi kıpırtısız değildir, hızla hareket etmektedir; ne yazık ki, henüz bakmaya bile fırsat bulamadan, onun ufkun ucuna doğru hızla kaydığını, bulutların da gökyüzündeki mavi koylarda hareketsiz durmadığını, birbirlerinin üzerine çıkarak kaçtıklarını, iyice acele ettiklerini görürüz; zamanın geçtiğini ve günü gelince yolun zorunlu olarak son bulacağını anlarız.

• henüz genç ve sağlıklı bir bedene sahipken, zafer borularının öttüğü anda ölmek güzel olabilir; ama bir hastane koğuşunda uzun uzun acı çektikten sonra ölmek daha kötüdür herhalde, evde, sevgi dolu inlemeler, hafif ışıklar ve ilaç şişeleri arasında ölmek daha melankoliktir. ama bilinmeyen, yabancı bir diyarda, sıradan bir han odasında, yaşlı ve çirkinleşmiş bir biçimde, dünyada, arkada hiç kimsenin kalmadığını bilerek ölmek kadar zor hiç bir şey olamazdı.

• onlar, herkesin ortak yaşamına, sıradan insanların mutluluğuna, vasat bir yazgıya alışmamışlardı; birbirleriyle yan yana ya gerçekte bilincine varmadıklarından ya da sadece ruhlarının kıskanç çekingenliğiyle birer asker olduklarından, hiç sözünü etmeksizin aynı umutla yaşıyorlardı.

• ... halbuki, birisi ona 'yaşadığın sürece bu hep böyle olacak, sonuna kadar hep aynı şey' demiş olsaydı o da kendine gelirdi. 'olamaz' derdi, 'muhakkak farklı bir şeyler olagelmeli, öyle bir şey ki insan: artık sonuna gelmiş olsam bile beklemeye değmiş diyebilmeli.

suskunlar / ihsan oktay anar


• kalın musa'nın biraderi muhayyer hüseyin efendi bu lâkabını, cemaat içinde kazâen yellenmesi sonucu almıştı. bu kazadan sonra hem hayrete düşmesi hem de yellenirken çıkan sesin "muhayyer" perdesinde olduğunun musiki üstatlarınca tespiti, ona böyle bir lâkabın takılmasına vesile olmuştu. fakat kendisine vurulan bu damga ustalardan feyz, hayattan da kâm almaya davet eden bir çığırtkan beklerdi. 

• davut, "yoksa çargâh makamı mıydı?" diye sordu. "hazreti peygamber kur'an'ı bu makamla okumuş derler. o yüzden çargâh bir oyun havası çalan ya da bu makamda dünyevi bir beste bağlayan kişi çarpılırmış güya! bağdasar yine araya girerek, "ama en mükemmel musikinin sırrının da bu sokakta olduğunu söylüyorlar," dedi. kirkor sinirlenerek, "halt etmişler!" dedi. "en mükemmel musiki sağ esen olmak ve basur illetinin pençesinde kıvranmamaktır. 

• … bir paşaya yollanacak her şefaatname için, derkenar akçesi adı altında kâtiplere para koklatm 

• … alevden gömlek giyip âşıklar ordusunun mecnun, meftun ve meclûp neferlerinden biri olan davut artık, kalbindeki firavuna, yanı nevâ'ya tapıyordu. 

• keşmekeşte, kelepire konmak için ruhunu şeytana satmaya hazır bezirgânlarla, onlara külah giydirmek için yanan madrabazlar, sözgelimi birkaç gemi çoğu çarşıda olduğu gibi burada da, önüne bir perde örttükleri boy aynalarının başında bekleyen âyinedârlar vardı. bu şahıslar bir akçelik ücret karşılığı perdeyi açar, müşteri de ayna karşısında üstünü başını bir düzeltir, serpuşunu afili bir şekilde hafif yana yatırır, bıyıklarını burardı. bu işte, özlerine âşık oldukları için dakikalarca kendilerini seyreden müşterilere indirim yapmak esastı 

• dügâh "labunya! mebun! dübürzade! iskerlet! sabuncu! hamam oğlanı!" diye hakaretler yağdırmaktaydılar 

• ama bu dünyadaki en lezzetli yemek, yağlı kuzu etinden yapılmış büryan kebabıdır! hele yanında kokulu acem pirincinden nefis bir tereyağlı pilav olursa insan yemeye doyamaz! pilavın üzerine elbette etin yağından da bir iki kaşık gezdireceksin! daha ilk lokmayı tadarken et ağzında dağılıverir! yüzüne kan, bedenine can gelir! bu leziz yemeği bitirip doyduğunda ise, 'ah! keşke iki midem olsaydı da bir sahan daha yeseydim!' diye hayıflanırsın. çünkü lokman hekim'in ye dedikleri arasındadır bu yemek. gerçi ben hayatımda hiç büryan kebabı yemedim. fakat az önce kalbime doğdu! sözlerime inanmıyorsan gel de şu iştahlı adama bir bak!"

• şu ayaltı aleminde, ölmüş, yaşayan ve henüz doğmamış ne kadar insan varsa, göklerde o kadar yıldız ve belki bir o kadar da kader vardı.

• … ülker'i kovalayan ve yedi yıldızdan ibaret cebbar batarken, ölçü ve dengeyi temsil eden terazi takımyıldızı artık doğmuştu. hayalperestliğin timsali seretan'a hakan eflatun, büyükayı, ejderha ve küçükayı'dan sonra kutup yıldızı'nı gördü. gökyüzü bu yıldızın etrafında dönüyordu ve giderek, sanki daha da hızlı dönmeye başladı 

• …kalabalık az sonra galata mevlevihanesi'nin avlusunu tıklım tıklım doldurmuştu. cenaze buradaki bir hazîrede, "suskunlar" diye anılan küçük kabristanda toprağa verilecekti 

• …mübarek neyzenin dergâhta en sevdiği kışı ise, kalın musa'nın torunu, veysel bey'in mahdumu ve davut'un ikiz kardeşi, sağır ve dilsiz eflatundu.

• … gerçekten de iki gerdaniye, iki ayrı neva ve iki farklı muhayyer ile tınladı. 

• #tennureleri-lahitlerini-revnaklar-gûmgûme-nevbeti-ibrişim-mebûn-mastori-demkeş- ilk kadehler nüş edildiğinde sohbetler koyulaştı-şivekar köçek.

devir / ece temelkuran


• siyaset mi kaldı nahit? bir melanet var bu memlekette. bir ilk neden. gidiyorum yani geçmişe. hani 71 muhtırası’na gidiyorum, bizim çocukları astıkları zamana... bakıyorum o da ilk değil. 30’lara gidiyorum mesela... memleketin tohumunun atıldığı, cumhuriyetin ilan edildiği zamana gidiyorum. başlangıç orası da değil. acaba, diyorum, bu osmanlı’nın çadırdan çıkıp da saraya girdiği zaman... hani bunlar osmanlı’yı kurarken balkanlar oradan buradan oğlanları devşirmişler ya, anasından danasından koparıp hani... devleti bu öksüzlere kurdurmuşlar... dedektif, bence bu anasını sattığımın memleketinin dibinde o kimsesiz çocukların laneti var. bu merhametsizliğin sebebi, o çocukların hıncı işte. 

• bence ankara’nın dibinden çok şey çıkacak ali. binlerce yıl önce bu bozkıra varan ilk adam ve kadının, kırkikindi yağmuru öncesindeki rüzgârı işaret sanıp diktiği ilk çadır direği. ‘azıcık aşım kaygısız başım’ diyen o adamın çömlekleri çıkacak mesela. imparatorlukta gözden düştüğü için bozkıra gelen, yalandan iki sütun dikip keyfine bakan bir romalı beyin taht yıkılırken içtiği şarabın çanakları çıkacak. bir osmanlı sultanını ilk ve son kez esir düşüren memlekettir ankara, biliyor musun ali? timur’un, sultan yıldırım beyazıt’ı esir düşürdüğünde içtiği keyif esrarının külleri çıkacak buralardan. sonra, ellerinde damgalı, imzalı kâğıtlardan kafası karışıp deliren, sonunda ulus meydanı’nda el ele tutuşup kaybolmuş gibi yürüyen köylülerin kasketleri. sümerbank basmasından biçilmiş donlarla nükleer fizikçi olmayı hayal eden, yıldızlarla köyündeki yanağı sinekli çocuklar arasında sıkışıp kalmış gençlerin üniversite yolunda delinen ayakkabıları da... hep bir memleketi kurtarmak çilesiyle şiir yazan onca doktor, öğretmen ve muhasebecinin ikinci dünya savaşı’ndan kalan ekmek karneleri de vardır mutlaka. ‘bu ülke böyle kurtulur!’ diye yazmış binlerce daktilo, teksir makinesi, kurşun harfler, yeni maltepe sineması’nda gösterilen seks filmlerinin parçalarına, o filmler izlenirken çitlenen çekirdek kabuklarına karışmıştır. hokkalar ve mühürler, maktalar ve hamayıllarla yazılıp, parlatılıp, saklanmış bütün dualarla karışmıştır, üzerine ‘tek yol devrim’ yazılmış plastik kalem kutuları. büyük muharebelerde kırılmış t cetvelleri, romalı beylere karşı, anayasa ve idare hukuku kitaplarından kurulmuş barikatların kalıntıları, istanbul’da boğaz’a dalıp, ‘bu insanlarla olmaz,’ diye kederlenen aydınlara bir ümit taşradan yazılıp gönderilmemiş mektuplar, binlerce resmi geçitte hep aynı yolu yürüyen bandocu kızların trampet bagetleri, köy enstitülü çocukların ‘avare mu’ çalarken düşen mandolin penaları... insanların daha iyisini hak ettiği hıncıyla büyüyüp insanımızın pusuculuğuyla karşılaştığı o ilk seferinde ağlayan çocukların üçgen mendilleri... ‘bu halkı anlamazsak onlara hiçbir şey anlatamayız,’ diyerek boşuna ezberlenmiş kuran mealleri. çıkar bunlar ali. olgunlaşma enstitüsü’nde türk bayraklı bindallılar diken kızların kırık yüksükleri ile silah kardeşliğinden kurulacak bir ülkede eşit ve özgür olacaklarına boşuna inanan eşkıyaların kopmuş dizginleri... tekerlekler elbette, hep ezberleyip duracağın, kurtuluş savaşı’nın kağnı tekerleriyle sadece bizim bileceğimiz, yakıp durduğumuz patlak lastik tekerlekler iç içe duruyor olabilir aslanım. buraya gönderilen keltlerin denizsiz kalınca kederlenip bira içtiği hayvan boynuzları ile gülhane askerî tıp akademisi’nde kesilen asker kolları ve bacaklarının kemikleri... arap prensesi zenobia’nın kurduğu devletin cam kırıklarıyla on iki yaşında kuşcağız’da ensesinden vurulmuş nergisin önlük düğmeleri. osmanlı’ya karşı başlayıp kanında boğulmuş isyanların yırtık sancakları ve söylenmiş bütün türkülerin kopmuş bağlama telleri... pabuç tekleri en çok da. zonguldak’tan maden işçilerinin, izmir’den tariş işçilerinin, işçilerin, köylülerin ve makam şoförlerinin, cumhuriyet balolarında aradığını bulamamış kadınların ayakkabıları, milyonlarca. aslanım, size öğrettiler mi? ankara ‘gemi çapası’ demek. bir hayalle çıkılan yolda atılan çapa gibi düşün. kralların hep eşek kulaklı olduğunu bildiği için bütün kuyular bunu bağıracak diye kuyulardan korkan kral midas’ın şehri. biz, ‘kralın kulakları eşek kulakları,’ dedikçe, kaçarken cebimizden düşürdüğümüz telefon numaraları, sevgili vesikalıkları, sahte kimlikler... kazmak tehlikeli ali.” 

• ... babam su içiyor gibi gülüyor mesela. annem içinden kuşlar çıkıyor gibi gülüyor. anneannem bir tepsi börek gibi gülüyor. samim abi atlar koşuyor gibi gülüyor, ayla abla, heidi gibi gülüyor, heidi’nin dağdan aşağıya koştuğu zamanki gibi. ama jale’anım teyze sanki sıra dayağı olurken öğretmen bir tek ona vurmamış gibi gülüyor.

29 Şubat 2020 Cumartesi

üçüncü şahsın şiiri / atilla ilhan

gözlerin gözlerime değince
felaketim olurdu, ağlardım
beni sevmiyordun, bilirdim
bir sevdiğin vardı, duyardım
çöp gibi bir oğlan, ipince
hayırsızın biriydi fikrimce
ne vakit karşımda görsem
öldüreceğimden korkardım
felaketim olurdu, ağlardım
ne vakit maçka'dan geçsem
limanda hep gemiler olurdu
ağaçlar kuş gibi gülerdi
sessizce bir cigara yakardın
parmaklarımın ucunu yakardın
kirpiklerini eğerdin, bakardın
üşürdüm, içim ürperirdi
felaketim olurdu, ağlardım
akşamlar bir roman gibi biterdi
jezabel kan içinde yatardı
limandan bir gemi giderdi
sen kalkıp ona giderdin
benzin mum gibi giderdin
sabaha kadar kalırdın
hayırsızın biriydi fikrimce
güldü mü cenazeye benzerdi
hele seni kollarına aldı mı
felaketim olurdu, ağlardım

19 Ocak 2020 Pazar

abbas kiyarüstemi röportajından / aşk üzerine


 birisi bir zamanlar aşkın, yanlış anlamanın sonucu olduğunu söylemişti.
bizler yanlış anlamayı ararız.
anlaşmayı başardığımızda, birini gerçekten anladığımızda, aşk da sona erer.
her türlü iyi şeyi o kişiye atfederiz ve sonra ona aşık oluruz.
ancak elbette elde ettiğimiz eksik bir gerçek oluyor...
...çünkü gerçeği bilmek istemiyoruz.
gerçeği bilmek karşıdakini anlamak ve aşkın bitmesi demektir.
yani bir bakıma, aşk yanlış anlamanın sonucudur.
birini anlamadığımızda ona aşık oluruz.
kişinin gerçeğinin farkına vardığımızda, onun düşündüğümüz kişi olmadığını söyleriz.
yani aşk, ilüzyondan başka bir şey değildir. şükür ki böyle bir yeteneğimiz var.
başka türlü olsaydı, tek bir özgün tip olurdu ve herkes ona aşık olurdu.
uzun yıllar boyunca bir şeylerin pek çok kopyasını gördükten sonra...
...özgün olan biri, bizi olduğumuz yerde durdurur. nefesimizi keser.
bizler özgün olanın karşısında durup onu anlayabilecek uzmanlar değiliz.
bu yüzden, kopyalar olmasaydı, özgün olanları anlayamazdık.
aşık olduğumuzda, her şeyi özgün olarak görürüz.
bizler kendi gözümüzü boyarız. değerini abartır...
...kendimize alamayacağımız kadar çok sıfır ekleriz sonuna.
ve böylece bedelini ödeyemeyiz...
...etiketteki sıfırları teker teker sileriz. değerini indiririz.
işte böylece gerçeğe ulaşırız.
burada benim de gönülden inandığım nokta şudur ki...
...çoğumuz için özgün olan ulaşılmazdır.
bu yüzden bir kopyaya değer vermeli ve takdir etmeliyiz. önemli olan budur.