11 Ekim 2014 Cumartesi

düşüş / albert camus
















"insanları seviyorum çünkü düşüşlerini gördüm" albert camus

size hizmetlerimi sunabilir miyim, bayım, canınızı sıkmadan? ... ama ben gidiyorum, bayım, size hizmet ettiğim için mutlu olarak. teşekkür ederim size, eğer can sıkıcı bir kimse rolü oynamayacağımdan emin olsaydım, kabul ederdim. fazla iyisiniz. bu yüzden bardağımı sizinkinin yanına koyacağım.

ama daha şimdiden, doyumumun ne olduğuna karar verebilirsiniz. kendi doğamın keyfini sürüyordum ben, hepimiz de biliriz ki, mutluluk buradadır, her ne kadar, kendimizi yatıştırmak için, bu zevkleri bazen bencillik adı altında mahkûm etme numarası yapsak da. hiç değilse, yaratılışımın bu yanının keyfini sürüyordum, bu yanım dul ve yetime o denli uygun biçimde tepkide bulunuyordu ki, böyle yapa yapa, tüm yaşamıma egemen oluyordu sonunda. örneğin, körlerin sokaklarda karşıdan karşıya geçmesine yardım etmeyi çok seviyordum. daha uzaklardan, bir bastonun bir kaldırımın köşesinde duraksadığını görür görmez atılıyordum, bazen yardımsever bir elin uzanmasından bir saniye önce körü başkalarının yardımına gerek bırakmadan yakalıyordum ve onu, geliş gidişin engelleri arasından, yumuşak ve emin bir elle kavrayarak kaldırımın sakin limanına götürüyordum, orada karşılıklı bir heyecan içinde ayrılıyorduk birbirimizden. aynı şekilde, sokakta yol soranlara bilgi vermeyi, ateş sunmayı, ağır yüklü arabalara omuz vermeyi, yolda kalmış otomobili itmeyi, dinsel kurtuluşçunun sattığı gazeteyi ya da montparnasse mezarlığı’ndan çalıp çalmadığını bilmesem de, ihtiyar satıcının sattığı çiçekleri satın almayı her zaman sevmişimdir. ayrıca, ah! bunu söylemek daha güç, sadaka vermeyi de seviyordum. dostlarımdan koyu bir hıristiyan, bir dilencinin evine yaklaştığını görünce ilk kapıldığı duygunun nahoş olduğunu kabul ediyordu. bendeyse daha kötüsü oluyordu: çok seviniyordum. geçelim bunu.
daha çok, nezaketimden söz edelim. bu nezaket ünlüydü, ama tartışma götürmezdi yine de. terbiyeli olmak gerçekten de bana büyük sevinçler veriyordu. bazı sabahlar otobüste ya da metroda yerimi, görünürde kime layıksa ona bırakmak, yaşlı bir kadının düşürdüğü bir şeyi yerden alıp iyi bildiğim bir gülümsemeyle ona vermek ya da salt benden daha acelesi olan bir kimseye, tuttuğum taksiyi bırakmak şansına erersem, günüm bu yüzden aydınlanıyordu. dahası, söylemem gerek ki, kamu ulaşım araçlarının grevde olduğu günlerde, otobüs duraklarında, evlerine gidemeyen bazı mutsuz hemşerilerimi arabama alma fırsatını bulunca seviniyordum. sonra, tiyatroda bir çiftin bir araya gelmesine olanak sağlamak için koltuğumu onlara bırakmak, yolculukta bir genç kızın yetişemediği bir fileye valizlerini yerleştirmek başkalarından daha sık yaptığım yiğitliklerdi, çünkü bunları yapma fırsatlarını daha dikkatle kolluyordum ve daha tatlı zevkler alıyordum bu davranışlardan. 


benim iyi yürekli suçlularımdan bazıları da, zaten, adam öldürürken aynı duyguya kapılmışlardı. onların içinde bulundukları acı durumda, gazeteleri okumak onlara bir çeşit mutsuz ferahlama getiriyordu kuşkusuz. birçok insan gibi onlar da, adlarının karanlıkta kalmasına dayanamıyorlardı artık ve bu sabırsızlık onları nahoş aşırılıklara götürebiliyordu kısmen. ün kazanmak için insanın kapıcısını öldürmesi yeter. ne yazık ki, geçici bir ün söz konusudur burada, çünkü bıçaklanmaya layık ve bıçaklanan o kadar kapıcı var ki! suç hep sahnenin önünde işleniyor, ama suçlu orada ancak kısa bir süre için yer alıp hemen başkasına terk ediyor yerini. bu kısa zaferler de eninde sonunda çok pahalı ödeniyor. tersine, bizim o zavallı ün arayıcılarımızı savunmak ise gerçekten tanınmak demek oluyordu, aynı zamanda ve aynı yerlerde, ama daha ekonomik yollarla. bu da beni, onların en az bedel ödemeleri için değerli çabalar harcamaya özendiriyordu: onlar ödedikleri bedeli biraz da benim yerime ödüyorlardı. buna karşılık, ortaya serdiğim öfke, yetenek, heyecansa onlara karşı her türlü borcumu ortadan kaldırıyordu. yargıçlar ceza veriyor, sanıklar bunun kefaretini ödüyor, bense her türlü ödevden özgür, yargıdan da, yaptırımdan da bağışık olarak bir cennet ışığı içinde serbestçe egemenlik sürüyordum.


...hele hele, dostlarınız kendilerine karşı içten olmanızı istedikleri zaman onlara inanmayın. onlar, sizin için içtenlik vaadinizde bulacakları ek bir güvenceyi kendilerine sağlayarak onlar hakkındaki iyi fikrinizi sürdüreceğinizi umarlar yalnızca.içtenlik nasıl dostluğun bir koşulu olur? her ne pahasına olursa olsun gerçek sevgisi hiç bir şeyi kollamayan ve hiç bir şeyin kendisine direnemeyeceği bir tutkudur.bir kusurdur o , bazen bir konfordur ya da bir bencilliktir. eğer bu durumda bulunursanız çekinmeyin. `doğruyu söyleyeceğinize söz verin ve en fazla yalanı söyleyin`. böylece onların derin arzusuna yanıt verirsiniz ve sevginizi iki kere kanıtlarsınız onlara.


..ama biliyor musunuz niçin ölülere karşı hep daha dürüst ve daha cömertizdir? nedeni basittir! onlara karşı bir yükümlülüğümüz yoktur. özgür bırakır bizi onlar, zamanımızı rahatça kullanabiliriz, saygıyı boş zamanlarımızda kokteylle sevimli bir metres arasına koyabiliriz.


ama yeryüzü karanlıktır, aziz dostum, tahta kalın, kefen ışık geçirmez.


zenginlik insanı hemen verilecek yargıdan bağışık tutar, sizi metrodaki kalabalıktan ayırıp nikel kaplanmış bir arabaya kapatır, korunaklı geniş park yerlerinde, yataklı vagonlarda, lüks kamaralarda tecrit eder. zenginlik, aziz dostum, henüz aklanma değildir, ama her zaman hoş karşılanması gereken ertelemedir.


dostum olmadığını nereden mi biliyorum? çok basit: onlara iyi bir oyun oynamak, bir çeşit ceza vermek amacıyla kendimi öldürmeyi aklımdan geçirdiğim gün anladım bunu. kimi cezalandıracaktım ki? çok çok bir kaç kişiyi şaşırtırdım, kimse cezalandırılmış olduğunu bilmezdi ki


insanlar böyledir, aziz bayım, iki yüzü vardır onun: kendini sevmeden sevemez.


ah! aziz dostum, insanlar bulgulama bakımından ne kadar yoksul. bir nedenden ötürü intihar edilir sanırlar hep. ama iki nedenden ötürü de bal gibi intihar edilebilir.


bir adam tanıdım, kafasız bir kadına yaşamının yirmi yılını verdi, her şeyi feda etti ona, dostlarını, emegini, dürüstlügünü bile, ama bir aksam, kadını hiç sevmemiş holduğunu anladı. canı sıkılıyordu, hepsi bu, insanların cogu gibi canı sıkılıyordu. böylece karmaşa ve dram dolu bir yasam yaratmıştı kendine.bir olayın olması gerek, insan bağlantılarından çoğunun açıklaması işte bu. bir olayın olmasi gerek, hatta aşksız bir köleliğin, hatta savaşın ya da ölümün bile


..mesela, doğum günümün hatırlanmamasından hiç yakınmadım; bu konudaki sessizliğime şaşarlar, birazcık da hayranlık duyarlardı. fakat, ilgisizliğimin nedeni daha derinlerde saklıydı. kendi kendime yakınabilmek için unutmayı dilerdim. çok iyi hatırladığım o şanlı tarihten birkaç gün önce pusuya yatar, yanılmalarını umduğum kimselerin belleklerini uyaracak en ufak küçük bir şey ağzımdan kaçırmamaya, bunu yapmamaya bakardım. (birgün, bir evde takvimde değişiklik yapmayı bile düşünmüş müydüm?) yalnızlığım iyice doğrulandığında, kendimi, erkekçe bir üzüntünün zevkli çekimine bırakabiliyordum.


eğer pezevenkler ve hırsızlar her zaman her yerde mahkûm olsalardı, masum insanlar tümüyle ve hep masum sanacaklardı kendilerini, aziz bayım.


karınca / birhan keskin












ruhumdaki sabır, kalbimdeki aşkla kurdum
kor dantellerden bu yolu, ormanın altına
yeter ki oku onu.

senin gördüğün ağzımın kenarında duran dua,
ben ayaklarımın altındaki toprağa, döktüğüm
gözyaşına inandım. öyle uzun ki dünya;
katlanmaya, kıvrılmaya, açılıp çarşaf olmaya.
mümkündür yol yapmaya bir ömür, yol almaya.

ah! yine de yolumdaki kederi kimse bilmesin,
büyüsün, genişlesin, dolansın ömrümü;
kapısı kapalı çoktandır, penceresi dargın.

kim anlayacak bu kor işaretleri?
kimsenin dilinden okunmasın içimde ufalan.
ovada ve dağda saklı bir mavi için
düştümdü yola. benim de yaban bir çığlığım vardı,
çok zaman oldu, teslim ettim onu rüzgara.

kışa girdik kıştan çıktık
ama değişmiyor insan
karınca duası diyorlar ördüğüm yola


1 Ekim 2014 Çarşamba

kim ki duk ve feyruz / bin-jip








tanımadıkları kişilerin evlerinde,  gizlice kalan sevgililer. boş ev'leri dolduran sevgililer. dilsiz, sessiz mekansızlığı yaşayanlar.  aynada birbirlerini izler, plaktan lübnanlı bir kadının 'sevgili' diyen buğulu, kadife sesi duyulur.


1 Eylül 2014 Pazartesi

amak-ı hayal / filibeli ahmet hilmi

















ellili yaşlarında görünen biri konuşuyor, daha genç olan dinliyor, bazen soru soruyordu. konuşmalarından, önce deli olduklarına hükmettim. gerçekten deliydiler. ama delilerin meczup denilen türlerinden. işin tuhaf tarafı, bu iki pejmurdenin delice konuştukları konular, beni oldum olası meşgul eden şeylerdi. yaşlı olan genç deliye şöyle diyordu: (...)zaten hiç ile hep, birin ta kendisi, bir şeydirler! ama cahil kalabalıklar bir şeyi iki farklı adla anıyorlar!..." diğer konularda benzer şeylerdi. iyice şaşırmıştım. ister istemez söze karıştım: "tuhaf! varla yok hiç bir olur mu? örneğin ben şimdi varım, yarın yok olacağım. bu ikisi arasında fark yok mu?" dedim. deli başını çevirdi. kahkayı bastı : "vay! sen varsın ha?! acaba var mısın?" bu önemli soruyu kendi kendime çok sormuştum. bu soru yüzeysel bir bakışla anlamsız hatta alay konusu olarak görülebilir. ama öyle değildir. eğer varsam, neden yok olacağım? yok olmayacaksam, ruhum baki mi kalacak? (...) ve daha cevabını bulamadığım bir çok soru. deli ekledi : "ama ben varım. çünkü hiçim ve yokum. vücudum mutlaktır. yok olma sınırlıdır. mutlak olan vücuttur. mevcuttur." bundan sonra sustu. hiçbir soruma cevap alamadım. sonunda ısrarlı sorularımdan rahatsız oldu. arkadaşına : "haydi gidelim, bu `hayvan` bizi zevkimizden alıkoydu." dedi. kalkıp gittiler. ne tuhaf! perişan görünümlü bir deli, mükemmel tahsil görmüş bir insana hayvan diyebiliyordu!

27 Ağustos 2014 Çarşamba

hasretinden prangalar eskittim / ahmet arif













seni, anlatabilmek seni
iyi çocuklara, kahramanlara
seni anlatabilmek seni,
namussuza, halden bilmeze,
kahpe yalana.
seni bağırabilsem seni,
dipsiz kuyulara,
akan yıldıza,
bir kibrit çöpüne varana,
okyanusun en ıssız dalgasına
düşmüş bir kibrit çöpüne.
seni anlatabilsem seni
yokluğun, cehennemin öbür adıdır
üşüyorum, kapama gözlerini.

ard arda bilmem kaç zemheri geçti
kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu
dışarda gürül gürül akan bir dünya
bir ben uyumadım,
kaç bahar leylim,

hasretinden prangalar eskittim
karanlık gecelerde kendimden geçtim
saçlarına kan gülleri takayım,
bir o yandan bir bu yandan
elma yanaktan

açar kan kırmızı yedi verenler
kar yağıyor bir yandan
savrulur karaca dağı, savrulur zozan
bak bıyığım buz tuttu
üşüyorum ben.

zemheri de uzadıkça uzadı
seni baharmışsın gibi düşünüyorum 
seni diyarbekir gibi düşünüyorum.

7 Ağustos 2014 Perşembe

ütopya / thomas more




















adanızı bu toplum vebalarından, bu suç ve yoksulluk tohumlarından kurtarın. öyle yasalar çıkarın ki köyleri, çiftlikleri yıkan beyler ya hepsini yeniden yapmak ya da toprağı yeniden çiftlik kuracak insanlara bırakmak zorunda kalsınlar. zenginlerin cimri bencilliğini frenleyin. sömürme, tekel kurma hakkını alın ellerinden. aylak insan bırakmayın memleketinizde. tarımı büyük ölçüde geliştirin. yün işlikleri ve daha başka üretim kolları yaratın. yoksulluk yüzünden bugüne kadar hırsızlık, serserilik ya da uşaklık eden, aşağı yukarı aynı kaderi paylaşan bir sürü insan oralara gidip yararlı bir çalışma yoluna girsin. bütün bu anlattığım dertlere çare bulmazsanız, adaletinizle övünmeyin. insafsızca, budalaca yalan söylemiş olursunuz.
milyonlarca çocuğu bozucu, körletici bir eğitimin pençesinde bırakıyorsunuz. erdem çiçekleri açabilecek bu körpe fidanlar gözlerinizin önünde kurtlanıyor; büyüyüp suç işledikleri zaman, yani içlerine çocukluktan giren kötülük tohumları acı meyvelerini verdiği zaman ölüm cezasına çarptırıyorsunuz onları.  sizin yaptığınız nedir, biliyor musunuz? asma zevkini tadabilmek için hırsızlık yaratmak.

48
çok kez zenginin mutluluğuna ermek dah çok yoksulun hakkıdır. cimri, ahlaksız, yararsız nice zenginler yok mu? buna karşılık dürüst, kendi halinde zanaatı ve durmadan çalışmasıyla devlete yarar görmeden yararlı olan sayısız yoksullar var. işte bütün bunlar beni kesin olarak şu inanca götürdü ki, mülk sahipliğini ortadan kaldırmak memleketin zenginliğini eşitçe, doğrulukla dağıtabilmenin ve insanlığı mutluluğa kavuşturmanın biricik yoludur. mülkiyet hakkı toplumsal yapının temeli oldukça en kalabalık ve ne işe yarar sınıf yoksulluk, açlık, umutsuzluk içinde yaşayacaktır.

81
utopia'lılar aklı başında insanların, yıldızlar ve güneş dururken, bir incinin ya da bir elmasın cılız pırıltısına düşkünlüklerine şaşarlar. bir koyunun sırtında taşıdığı yünün en incesinden yapılmış giysiler giyiyor diye bir insanın daha soylu, daha değerli olacağını sanması deliliktir onlar için. kendiliğinden hiç de yararlı olmayan altına neden bu kadar değer verildiğini, insanın dilediği gibi kullandığı bir nesnenin nasıl insandan daha üstün sayılabileceğini anlamıyorlardı. bir de şuna şaşıyorlardı: nasıl oluyor da, bir eşek kadar bile kafası işlemeyen vicdansız, ahlaksız, budala zenginin biri, sadece birkaç torba altını var diye, akıllı dürüst bir sürü insanı buyruğu altında köle gibi kullanabiliyordu. talih değişebilirdi ve yasa ince birtakım oyunlarla bu adamın elinden altınlarını alıp uşaklarının en aşağılığına verebilirdi. demek o zaman bu zengin hiç sıkılmadan eski uşağının ve eski parasının hizmetinde çalışacaktı. utopia'lıların hiç anlamadıkları ve tiksindikleri bir başka delilik de şuydu: insanlar, hiç alışverişleri olmayan bir zengine, salt zengindir diye bir tanrıymış gibi saygı gösteriyorlardı. oysa bu bencil para babalarının, ne türlü cimri olduklarını ve onların bütün hazinelerinden metelik koparamayacaklarını çok iyi biliyorlardı. utopia'lıların böyle düşünmeleri hem edindikleri bilgilerden, okudukları kitaplardan, hem de bizim çılgınlıklarımıza yer vermeyen bir devlet düzeni içinde gördükleri eğitimden geliyordu. gerçi, çok küçük bir azınlık el kol işlerinden kurtulup sadece düşüncesini geliştirme yoluna girebiliyordu. bunlar, daha önce söylediğim gibi, çocukken, mutlu bir yaradılış, keskin bir zekâ ve bilime yatkınlık gösterenlerdi. bununla beraber, bütün çocuklara bir kafa eğitimi ve bilim sevgisi verilmiyor değildi. kadın erkek bütün yurttaşlar, bütün ömürlerince, boş vakitlerinde düşüncelerini geliştirmeye çalışırlar. utopia'lılar bilimleri kendi konuştukları dilde edinirler. bu dil zengin, uyumlu ve düşünceyi tam anlatmaya elverişlidir. aynı dil az çok değişmelerle dünyanın geniş bir bölgesinde konuşulur ama, utopia'lılarınki enincelmiş biçimidir.

27 Temmuz 2014 Pazar

yabancı / albert camus


5 (intro)
annem ölmüş bugün. belki de dün, bilmiyorum.  ihtiyarlar yurdundan bir telgraf aldım: "anneniz vefat etti. yarın kaldırılacak. saygılar." bundan bir şey anlatılmıyor. belki de dündü.

ihtiyar yurdu marengo'dadır, cezayir'den seksen kilometre uzakta. saat ikide otobüse biner, öğleden sonra oraya varırım. bütün gece başında bekler, yarın akşama da dönerim. patrondan iki günlük izin istedim, ortada böyle bir mazeret varken hayır diyemezdi. ama pek de hoşnut görünmüyordu. hatta ona, "bunda benim bir suçum yok," dedim. karşılık vermedi. o zaman, böyle söylememeliydim, diye düşündüm. hem özür dilemek için neden de yoktu. asıl onun bana başsağlığı dilemesi gerekirdi. öbür gün beni yas elbisesiyle görünce, diler elbette. şimdilik sanki annem pek ölmemiş gibi. ama gömüldükten sonra, tam tersine, mesele kapanmış olur ve her şey daha resmî bir kılığa girer. saat ikide otobüse bindim. hava çok sıcaktı. yemeği her zamanki gibi celeste'in lokantasında yedim. benim adıma hepsi çok üzülüyorlardı. celeste bana, "insanın bir tek anası olur," dedi. gideceğim zaman beni kapıya kadar geçirdiler. emmanuel'in odasına çıkıp siyah boyunbağıyla, siyah kol şeridini almam gerektiği için biraz telaşlıydım. birkaç ay önce, onun da amcası ölmüştü. otobüsü kaçırmamak için koştum. bu aceleden, koşuştan, üstelik bunlara eklenen sarsıntıdan, benzin kokusundan, yoldaki ve gökteki ışıkla ısı yansımasından, herhalde, bütün bunlardan olacak, sızmış kalmışım.  hemen bütün yol boyunca uyumuşum. gözlerimi açtığımda, kendimi bir askerin üstüne abanmış buldum. bana bakıp gülümsedi ve "uzaktan mı geliyorsun?" diye sordu. kısa kesmek için, "evet," dedim. ihtiyarlar yurdu köyden iki kilometre uzaktadır. yolu yayan yürüdüm. annemi hemen görmek istedim. kapıcı önce müdürü görmem gerektiğini söyledi. müdür meşgul olduğu için, biraz bekledim. bu ara hep kapıcı konuştu, sonra müdürü gördüm, beni bürosunda kabul etti. ufak tefek bir ihtiyardı, göğsünde lejyon donör nişanı vardı. pırıl pırıl gözlerini bana dikti. sonra elimi sıktı, uzun süre bırakmadı. öyle ki nasıl çekeceğimi bilemiyordum. bir dosya karıştırdı, sonra bana, "madam meursault buraya üç yıl önce girdi. sizden başka bakacak kimsesi yoktu," dedi. beni suçlu buluyor sandım, durumu anlatmaya başladım. ama sözümü kesti, "kendinizi haklı çıkarmanıza gerek yok yavrum. annenizin dosyasını okudum. gereksinimlerini karşılayamıyormuşsunuz. ona göz kulak olacak biri gerekliydi. sizin ücretinizse azmış. hem aslını ararsanız, o burada daha mutluydu," dedi. ben de, "evet müdür bey," diye karşılık verdim. "hem burada kendi yaşıtları, arkadaşları vardı. onlarla bir başka zamana ait mutlulukları paylaşabiliyordu. siz gençsiniz. yanınızda canı sıkılırdı herhalde," diye kekeledi. doğruydu. anam evdeyken, vaktini beni sessiz sessiz seyretmekle geçirirdi. yurda girdiği ilk günlerde sık sık ağlarmış. ama sırf alışkanlık yüzünden. birkaç ay sonra yurttan alınsaydı, yine ağlayacaktı. yine alışkanlık yüzünden tabii. son yıl yurda hemen hiç gitmedimse, biraz da bu yüzden gitmedim. hem sonra, bu bütün bir pazarımı alıyordu. otobüse kadar gitmek, bilet almak ve iki saatlik yollara düşmek zahmeti de caba. müdür daha başka şeyler de söyledi. ama, artık onu hemen hemen dinlemiyordum. sonra: "herhalde annenizi görmek istersiniz, sanırım?" dedi. hiçbir şey demeden ayağa kalktım. önümden kapıya doğru yürüdü. merdivenlerde, "ötekilerin yürekleri kalkmasın diye, kendisini bizim küçük morga taşıttık. yurttakilerden biri öldü mü, ötekilerin birkaç gün siniri bozuluyor. bu da işimizi güçleştiriyor," dedi. bir avludan geçtik. birçok ihtiyar ufak ufak kümeler halinde toplanmış, çene çalıyorlardı. biz geçerken sustular. arkamızdan konuşmalar yine başladı. sanki, boğuk bir papağan gürültüsüydü bu. müdür, küçük bir kapının önünde, "sizi bırakıyorum bay meursault. büromda emrinize amadeyim. cenaze usulen, sabahın onunda kalkacak. böylece, geceyi merhumenin başında geçirebilirsiniz diye düşündük. son bir söz daha: anneniz sanırım, dinsel törenle gömülmek istediğini arkadaşlarına sık sık söylermiş. gereken şeyleri yapmayı üzerime aldım. yalnız, haberiniz olsun istiyordum," dedi. kendisine teşekkür ettim. anacığım, dinsiz olmamakla birlikte, sağlığında hiç de dini aklına getirmiş değildi. içeri girdim. burası beyaz badanalı, üstü camla örtülü, çok ışıklı bir salondu, içinde eşya olarak yalnız iskemleler ve x biçiminde sehpalar vardı. ortada iki tanesinin üstünde kapağı kapalı bir tabut duruyordu. ceviz rengine boyanmış tahtaların üstünde yalnız yarı çakılmış parlak vidalar göze çarpıyordu. tabutun yanında beyaz kaputlu arap bir hastabakıcı duruyordu. başında parlak renkli bir başörtü vardı. bu sırada kapıcı arka taraftan içeriye girdi. koşmuş olmalıydı. biraz kekeledi: "tabutu kapamışlar, ama ananızı görmek isterseniz açayım," dedi. tabuta yaklaşırken durdurdum. "istemiyor musunuz?" dedi. "hayır," diye karşılık verdim. lafı uzatmadı. sıkıldım, çünkü bunu söylememeliydim, diye düşündüm. az sonra bana baktı, sanki öğrenmek istiyormuş gibi, başıma kakmadan: "niçin?" diye sordu. "bilmiyorum," diye karşılık verdim. o zaman beyaz bıyığını bükerek, yüzüme bakmadan: "anlıyorum," dedi. açık mavi güzel gözleri ve hafif kırmızı bir teni vardı. bana bir iskemle verdi, kendisi de biraz arkamda oturdu. tabutun yanındaki hastabakıcı kalktı, kapıya doğru yürüdü. o sırada kapıcı: "frengisi var," dedi. pek kavrayamadım, hastabakıcı kadına baktım; gözlerinin altından doğru başına dolanmış bir sargı vardı. sargı burnunun hizasına doğru düzdü. yüzünde sargının beyazlığından başka bir şey görünmüyordu.

25
akşam, marie beni görmeye geldi, kendisiyle evlenmek  isteyip  istemediğimi  sordu.  "bence  bir,  ama istersen  evleniriz,"  dedim.  o  zaman,  kendisini  sevip sevmediğimi  öğrenmek  istedi.  bir  başka  zaman  da söylediğim gibi, "bunun bir anlamı yok, ama herhalde sevmiyorumdur," diye karşılık verdim. "öyleyse niçin benimle evleneceksin?" diye sordu. bunun hiçbir önemi olmadığını, isterse evlenebileceğimizi söyledim.  zaten isteyen  kendisiydi,  ben  sadece  evet  demekle yetiniyordum. o zaman, marie, "evlilik ciddi bir şeydir," dedi. ben de, "değildir," diye karşılık verdim. bir an sustu, bana sessiz sessiz baktı. sonra yine konuştu, "aynı biçimde bağlı olduğun bir başka kadın sana aynı öneride bulunsa kabul eder miydin, onu  öğrenmek  istiyorum,"  dedi.  "elbette  ederdim," dedim. o zaman, "ben seni seviyor muyum acaba?" diye sordu.  ben de,  "bu  konuda  hiç  düşünmedim,"  diye karşılık verdim. yine sustuktan sonra, ne kadar tuhaf bir adam olduğumu, beni kesinlikle bunun için sevdiğini, ama belki günün birinde yine aynı nedenlerden ötürü benden nefret  de  edebileceğini  mırıldandı.  bunlara ekleyeceğim  bir  sözüm  olmadığı  için  susuyordum. gülümseyerek  kolumu  tuttu,  "seninle  evlenmek istiyorum," dedi. ben de, "ne zaman istersen evleniriz," dedim. o zaman marie'ye patronumun önerisinden söz açtım. marie, "paris'i öyle görmek istiyorum ki!" dedi. bir zamanlar paris'te yaşadığımı söyleyince, oranın nasıl bir yer olduğunu sordu. "pis bir yer. güvercinler var, kara kara avlular var. insanların tenleri de bembeyaz," dedim. sonra yürüdük, kentin büyük caddelerinde dolaştık. "kadınlar güzeldi. dikkat ettin mi?" diye sordum. "evet hakkın var," diye karşılık verdi. bir zaman hiç ağzımızı açmadık.  "ama,  yanımda  kalmanı  istiyorum,  akşam yemeğini celeste'lerin lokantada yeriz," dedim. "çok iyi olurdu,  ama  işim  var,"  dedi.  benim  evin yakınlarındaydık.  ona  "hoşça  kal,"  dedim.  yüzüme bakarak, "ne işim olduğunu bilmek istemez misin?" diye sordu. elbette ki bilmek isterdim, ama sormak aklıma gelmemişti. alınır gibi olmuştu. şaşkın halime bakıp yine güldü, dudaklarını uzatmak için bütün vücuduyla bana doğru atıldı.

40
bir gün gardiyan bana, ‘beş aydır buradasın’ deyince sözüne inandım, ama bunu aklım almadı. benim için sanki bu, hücremde yuvarlanıp giden aynı gündü ve ben aynı işi yapıp duruyordum. o gün gardiyan gittikten sonra yemek kabımda yüzümü seyrettim. bana öyle geldi ki, gülümsemeye çalıştığım halde, görüntüm ciddi duruyordu. kabı oynattım. yeniden gülümsedim, ama görüntüm hep o aynı ciddi, o aynı üzgün halini bırakmadı. gün sona eriyordu. vakit, cezaevinin bütün kanatlarından, akşam gürültülerinin büyük bir sessizlik alayı halinde yükseldiği, sözünü etmek istediğim o adsız saatti. tepe penceresine yaklaştım, günün son ışığında bir kez daha görüntüme baktım. yine ciddiydi. bunda şaşılacak ne vardı! o anda ben de öyleydim. ama aynı zamanda, aylardır, ilk kez kendi sesimi açık açık duydum. bu ses ne zamandır kulaklarımda çınlayan sese benziyordu. o vakit anladım ki, bütün bu zaman içinde, kendi kendimle konuşmuşum. şimdi de olsa, yirmi yıl sonra da olsa yine bendim ölecek olan. şu anda beni bu düşüncemde biraz üzen şey, yirmi yıl daha yaşamayı düşünürken, yüreğimin korkunç derecede hoplamasıydı. ama onu bastırmak için yirmi yıl sonra yine o gün gelip çattığı zaman, düşüncelerimin ne olacağını hayal etmek yetiyordu. değil mi ki insan ölecekti, öyleyse bunun ne zaman ve nasıl olacağı pek önemli değildi. o halde (işin asıl güç yanı bu ‘o halde’ sözcüğünün ifade ettiği anlamı gözden kaçırmamaktı), evet o halde af dilekçemin kabul edilmemesine boyun eğmeliydim. aslında, insanların eninde sonunda alışamayacağı hiçbir düşünce yoktur.

57 (final)
"korkma!" dedi. kendisine, "siz papazlar genellikle bir başka zamanda gelirsiniz," dedim. bunun tamamen bir dost  ziyareti  olduğunu,  af  dilekçemle  bir  ilişiği olmadığını,  zaten  sonucun  üstünde  hiçbir  bilgisi olmadığını  söyledi.  yatağın  üzerine  oturdu  ve  beni yanına çağırdı. gitmedim. hali tavrı çok yumuşaktı. kolları  dizlerine  dayalı,  başı  önüne  eğik,  bir  an ellerine baka baka oturduğu yerde kaldı. elleri ince ve kaslıydı, iki çevik hayvancığı andırıyordu. onları, ağır ağır, birbirine sürttü. sonra başı hep önüne eğik öylesine uzun  bir  zaman  o  durumda  kaldı  ki,  bir  an  onu unutmuşum gibi geldi bana. ama sonra birden başını kaldırdı, dimdik yüzüme baktı: "niçin sizi görmemi istemiyorsunuz?" diye sordu. "tanrıya inanmıyorum da ondan," diye karşılık verdim. inanmadığıma emin olmadığımı öğrenmek istedi. "bunu kendi kendime sormam bile!" diye karşılık verdim: çünkü bu bana önemsiz bir sorun gibi görünüyordu. o zaman kendini  arkaya doğru  bıraktı,  sırtını  duvara  dayadı. ellerini açarak dizlerinin üzerine koydu. hemen hemen bana söylemiyormuş gibi: "insan bazen kendini bundan emin sanır, ama gerçekte hiç de değildir," dedi. ben ağzımı açmıyordum.  yüzüme  baktı  ve,  "ne  dersiniz buna?" diye sordu. "olabilir," diye karşılık verdim. belki beni gerçekten ilgilendiren şeyin ne olduğundan emin değildim, ama ilgilendirmeyenden tamamıyla emindim. aksi gibi,  papazın  söyledikleri  beni  ilgilendirmeyen şeylerdendi. papaz gözlerini benden ayırdı ve duruşunu değiştirmeden, "sakın fazla umutsuzluktan böyle konuşmuş olmayasınız?"  diye  sordu.  ona  umutsuz olmadığımı anlattım. "yalnız korkuyorum, bu da doğaldır," dedim.  "öyleyse,  tanrı  size  yardım  edecektir, sizin durumunuzda birçok kimseler tanıdım. hepsi de yüzünü ona döndü," dedi. "olabilir, bu onların hakkıdır," diye karşılık  verdim.  "aynı  zamanda  bu,  böyle  şeylere vakitleri olduğunu gösterir. bana gelince, bana yardım edilmesini istemiyorum. çünkü beni ilgilendirmeyecek bir şeyle ilgilenecek kadar vaktim yok." bu sırada  papazın  elleri  sinirli  sinirli  kımıldadı. oturduğu yerden doğruldu ve cüppesinin kıvrımlarını düzeltti, sonra, "dostum," diye seslendi. böyle demesi ölüme hükümlü olduğum için değilmiş; ona göre, bizler, yani hepimiz  ölüme  hükümlüymüşüz.  burada  sözünü keserek bunun aynı şey olmadığını, hem olsa da bunun hiçbir  biçimde  bir  avunma  yerine  geçemeyeceğini söyledim. "orası öyle," dedi, "ama yakında ölmeseniz bile daha sonra öleceksiniz. o zaman da aynı soruyla karşı karşıya kalacaksınız. bu korkunç deneyime nasıl girişeceksiniz?"  diye  sordu.  "şimdi  bu  anda  nasıl girişiyorsam o zaman da öyle girişirim," dedim. bu söz üzerine ayağa kalktı ve gözlerimin ta içine baktı. bu, benim pek iyi bildiğim bir oyundu. gönlümü eğlendirmek için, sık sık, emmanuel'in ya da celeste'in yüzlerine böyle bakardım da, dayanamaz gözlerini kaçın kaçırıverirlerdi. papazın da bu oyunu iyi bildiğini hemen fark  ediverdim.  gözleri  hiç  titremiyordu.  "hiç  mi umudunuz  yok,  ölüp  bütün  bütün  yok  olacağınız düşüncesiyle mi yaşıyorsunuz?" diye sorduğu zaman sesi de titremedi. bu sorusuna, "evet," diye karşılık verdim. bunun üzerine başını önüne eğdi ve yine oturdu. "size acıyorum," dedi. ona göre, bu, bir insan için dayanılması olanaksız bir şeydi. bense yalnız canımı sıkmaya başladığını hissettim. dönüp tavan penceresine doğru yürüdüm. omzumu duvara dayadım. dediklerini pek dinlemiyordum. yine soru sormaya başladığını fark ettim.  sesinde  kaygılı  ve  aceleci  bir  tavır  vardı. heyecanlı olduğunu sezdim ve sözlerine kulak verdim. af dilekçemin kabul edileceğinden emin olduğunu, ama içimde taşıdığım bir günahın yükünden kurtulmam gerektiğini söylüyordu. ona göre, insanların adaleti hiçbir şey,  tanrınınkiyse,  her  şeydi.  "beni  mahkûm  eden, insanların adaletidir," dedim. "ama," diye karşılık verdi, "yine  de  günahınızı  temizleyememiştir."  bana  yalnız suçlu olduğumu öğretmişlerdi. evet, suçluydum. suçumu ödüyordum. benden başka bir şey isteyemezlerdi. bu sözlerim  üzerine  yine ayağa  kalktı.  düşündüm ki  bu daracık hücrede kımıldamak istedikçe ya oturacaktı ya da kalkacaktı. ikisinin ortası yoktu. gözlerimi yere dikmiştim. bana doğru bir adım attı, sonra ilerlemeyi göze alamıyormuş gibi, olduğu yerde durdu.  demir parmaklıklar  arasından  gökyüzüne bakıyordu. "yanılıyorsunuz evladım," dedi. "sizden daha başka şeyler isteyebilirler. belki isteyeceklerdir de." "ne isteyebilirler  ki?"  "görmenizi  isteyebilirler."  "neyi görmeyi?" papaz çevresine göz gezdirdi ve bana yorgun gelen bir sesle, "biliyorum, bütün bu taş duvarlardan ter gibi acı sızmaktadır. onlara hiçbir zaman yüreğim sızlamadan bakamamışımdır. ama, bütün varlığımla biliyorum ki, sizin  gibilerin  en  zavallıları  bile  bu  taş  duvarların karanlığından tanrısal bir çehre çıktığını görmüşlerdir. işte, sizden bu çehreyi görmenizi istiyorum," dedi. biraz  canlandım.  "aylar  var  bu  duvarlara  bakıp duruyorum," dedim, "ama orada ne tanıdık bir şey, ne de bir çehre gördüm. orada belki çok önceleri bir çehre arayıp durdumdu.  ama  bu  çehrede  güneşin  rengi, isteklerin  alevi  vardı:  bu  marie'nin  çehresiydi.  onu boşuna aradım. şimdi, her şey bitmiştir. herhalde, bu taş duvarların terinden hiçbir şey sızdığını görmemiştim." papaz yüzüme biraz acı acı baktı. şimdi sırtımı iyice duvara vermiştim. günün ışığı alnıma akıyordu. papaz pek iyi duyamadığım birşeyler söyledi, sonra acele acele, "bari sizi kucaklayabilir miyim?" diye sordu. "hayır," diye karşılık verdim. geriye döndü ve duvara doğru yürüdü, elini taşların üzerinde hafif hafif gezdirerek, "bu dünyayı bu derece mi seviyorsunuz?" diye mırıldandı. hiç sesimi çıkarmadım. uzun bir zaman sırtı bana dönük olarak durdu. onun varlığı  bana  batıyor,  canımı  sıkıyordu.  tam,  "artık gidin!" diyecektim, birden döndü ve sanki parlarcasına "hayır,  size  inanamam.  eminim,  bir  başka  dünyaya susadığınız olmuştur," dedi. "elbette," dedim, "ama bu, zengin olmayı dilemekten, çabuk yüzmeyi, güzel ağızlı olmayı  dilemekten  daha önemli  değildir.  hepsi  aynı kapıya çıkar." ama papaz sözümü kesti ve bu başka hayattan  ne  anladığımı öğrenmek  istedi.  "bana bugünkünü anımsatacak bir hayat!" diye bağırdım. ve hemen ardından, "artık bu şeylerden bıktım," dedim. bana  hâlâ  tanrıdan  söz  etmek  istiyordu.  ona  doğru ilerledim ve son kez olarak, pek az vaktim kaldığını anlatmaya çalıştım. bu nu  da  tanrı  sözüyle  harcamak  niyetinde  değildim. kendisine niçin,  "pederim,"  demediğimi,  "efendim," diye seslendiğimi sorarak konuyu değiştirmeye çalıştı. bu soru sinirime dokundu: "pederim değilsiniz de ondan. “siz de ötekilerden yanaşınız," dedim. "hayır evladım," dedi, "ben senden yanayım. ama sen bunu anlayamazsın, çünkü yüreğin her şeye kapalı. senin için dua edeceğim." o zaman, bilmiyorum niçin, içimde birşeyler deşiliverdi.  avazım  çıktığı  kadar  bağırmaya  başladım, hakaret ettim,  duasını  istemediğimi,  yok  olmaktansa yanmanın  daha  iyi  olduğunu  söyledim.  cüppesinin yakasına yapışmıştım, içimin, sevinç ve öfkeyle karışık bütün taşkınlıklarını üzerine boşaltıyordum. ne kadar da dediklerinden güvenli görünüyordu değil mi? oysa onun güvendiği şeylerden hiçbiri bir kadın saçının bir tek teline bile değmezdi. yaşadığından bile emin değildi, bir ölü gibi yaşıyordu çünkü. bense ellerim bomboş bir adam olarak  görünüyordum,  ama  kendimden  emindim,  her şeyden  emindim,  hem  ondan  çok  daha emindim. yaşadığımdan  emindim  ve  gelmekte  olan  ölümden emindim. evet, bundan başka bir şeyim yoktu benim. ama, hiç değilse bu gerçeğe, onun bana sahip olduğu kadar sahiptim. daha önce de, bu anda da haklı olan bendim  ve  her  zaman  da  haklı  olmuştum.  şöyle yaşamıştım, böyle yaşayabilirdim. şunu yapmış, bunu yapmamıştım.  filan  şeyi  yapmadımsa,  falan  şeyi yapmıştım. peki, sonra? sanki bütün yaşamımda, kendimi haklı  çıkarmak  için  bu  dakikayı,  şu  şafak  vaktini beklemiştim. hiç, hiçbir şeyin önemi yoktu ve bunun niçin böyle olduğunu da biliyordum. o da biliyordu. geçirdiğim bütün bu anlamsız hayatta, geleceğimin ta derinlerinden, henüz gelmemiş yıllar içinden, karanlık bir soluk bana doğru yükseliyor ve yaşadığım yıllardan daha gerçek olmayan yıllardan bana sunulan ne varsa, hepsini aynı düzeye getiriyordu. başkalarının ölümü, bir ananın sevgisi ne umurumdaydı  benim?  başkasının  tanrısından  bana neydi?  başkalarının  seçtiği, kabullendiği  hayattan, yazgıdan bana neydi? değil mi ki, bir tek yazgı, beni ve benimle birlikte, onun gibi bana "kardeşim," diyen bir sürü  ayrıcalıklıyı  seçecekti!  anlıyor  muydu  acaba, anlıyor  muydu  ki  herkes ayrıcalıklıydı.  zaten  yalnız ayrıcalıklar  vardı.  ötekileri  de  bir  gün  mahkûm edeceklerdi.  kendisi  de yargıyı  yiyecekti.  adam öldürmekle suçlandırılıp anasının cenazesinde ağlamadı diye  idam  edilseydi  ne önemi  olurdu  bunun.  bence salamano'nun köpeği de karısı kadar değerliydi. o ufak tefek otomat kadın da, masson'un evlendiği parisli kadın kadar,  ya  da  benimle  evlenmek  isteyen  marie  kadar suçluydu. raymond,  celeste  kadar  dostum  olmuş, celeste,  raymond'dan  daha  değerliymiş,  değilmiş  ne önemi vardı?  marie,  bugün  dudaklarını  bir  başka meursault'ya  verdiyse,  bundan  ne  çıkardı?  anlıyor muydu ki, bu hükümlü... geleceğimin ta derinlerinden... bütün  bunları  bağıra  bağıra  söylerken  neredeyse tıkanıyordum.  ama,  papazı  elimden  kurtarmışlardı çoktan. gardiyanlar bana gözdağı veriyorlardı. ama, o, serinletiyordu. bu mahmur yazın o olağanüstü erinci, yükselen bir deniz gibi içime doluyordu. o anda, gecenin sınırında, vapur düdükleri ötmeye başladı. bunlar, artık hiç  umurumda  olmayan  bir  dünyaya  giden vapurları haber veriyordu. ne zamandır, ilk kez olarak, anacığımı düşündüm.  hayatının  sonlarında  niçin  bir  'nişanlı' edinmişti, niçin hayata yeniden başlıyormuş gibi oyunlara girişmişti,  anlar  gibi  oluyordum.  orada,  orada  da birtakım ömürlerin sona erdiği bu ihtiyarlar yurdunun çevresinde de akşamlar, hüzünlü bir savaş aralığı gibiydi. anacığım, ölümün eşiğinde, kendini orada serbest ve her şeyi  yeni  baştan  yaşamaya  hazır  hissetmiş olmalıydı. kimsenin,  kimseciklerin  onun  arkasından  ağlamaya hakkı  yoktu.  ben  de  her  şeyi  yeni  baştan yaşamaya kendimi  hazır  hissettim.  sanki  bu  büyük  öfke  beni kötülüklerden arındırmış, umuttan kurtarmıştı, işaretler ve yıldızlarla yüklü olan bu gecede, kendimi ilk kez olarak,  dünyanın  tatlı  kayıtsızlığına açıyordum.  dünyayı kendime bu kadar eş, bu kadar kardeş bulunca, anladım ki, eskiden mutluluğa ermişim. hatta hâlâ da mutluydum. her şey tamam olsun, kendimi pek yalnız hissetmeyeyim diye, benim için artık, idam günümde bir sürü seyirci bulunmasını ve beni nefret çığlıklarıyla karşılamalarını dilemekten başka bir şey kalmıyordu.

beni yakışına / nurullah genç







o esrarlı yangına bu can nasıl dayandı
sahile vurdu kalbim su yandı, kum da yandı,

bir mum gibi eriyip aktı uykusuzluğum
ölüme baş kaldıran dertli uykum da yandı

yurdumdan mahrum edip dolaştırdın cem gibi
ruhumla söndü alev sonra ruhum da yandı

kül oldu bir yiğidin figanıyla her umut
bülbülün küllerine konan puhum da yandı

böylesi bir yangın görmedi nemrut bile
kaktüsün gölgesinde nazlı ahım da yandı

ahımdır zannederdim en belalı kıvılcım
kirpiğine dokunan kanlı ahım da yandı

bir damla su ver bana ey çöl, bari sen küsme
kalmadı hiçbir şeyim bak günahım da yandı

yenilgiler bir tufan gibi çöktü üstüme
ülkem yıkıldı heyhat, ordugahım da yandı.

köleleri her akşam duman kıldı gözlerim
başıma tac ettiğim padişahım da yandı

ilk defa böylesine tutuştu gökkuşağı
renklerim siyah oldu ve siyahım da yandı

ondan başka ne varsa yandı, yandık sen ve ben
onu göreyim diye kıblegahım da yandı

25 Temmuz 2014 Cuma

bin dokuz yüz seksen dört / george orwell


“savaş barıştır, özgürlük köleliktir, cahillik güçtür”
söylentilere göre, doğruluk bakanlığının yer üstünde üç bin odası, yer altındada, bir o kadar dehlizi vardı. londra'nın değişik yerlerinde, aynı büyüklük ve mimaride başka üç yapı daha vardı. bunlar öteki yapıları öylesine cüceleştiriyorlardı ki, zafer konağının çatısından dördünü birden aynı anda görebilirdiniz. bunlar, hükümetin tüm organlarının bölüştürülmüş olduğu dört bakanlığın barındığı yapılardı. doğruluk bakanlığı haberler, eğlence, eğitim ve güzel sanatlarla ilgileniyordu. barış bakanlığı, savaşlarla uğraşıyordu. sevgi bakanlığı, yasaları ve düzeni koruyordu. bolluk bakanlığı, ekonomik olayların yenikonuş okyanusya'nın resmi diliydi. … aralarında en ürkünç olanı, sevgi bakanlığıydı. bu yapıda bir tek pencere bile yoktu. winston, oraya hiç girmemişti, hatta yarım kilometre yakınına bile sokulmamıştı. resmi bir görev dışında, içeriye girmek olanaksızdı; o zaman bile, içeriye ulaşabilmek için, dikenli tellerin koruduğu labirentleri ve gizli makineli tüfek yuvalarını aşmak gerekiyordu. bakanlığın dış engellerine ulaşan caddeler bile, kalın coplu, siyah üniformalı, goril yüzlü gardiyanlardan geçilmiyordu.

ve hep büyük biraderin gözü üzerinde.. ploreterler ve hayvanlar özgürdür (diğerleri özgür olmamalı). "... herşey bir sis bulutu içinde yitip gidiyordu. geçmiş silinmekte kalmayıp, silindiği de unutuluyordu, sonra da yalın gerçek olup çıkıyordu. … sonunda parti iki kere ikinin üç ettiğini söylediğinde buna inanmak zorunda kalırsın."  iki dakika nefret, savaş filmleri ve ayağı sakat düşman askerine sevinç, gurur, nefret, tam  cinnet. 100 ton üretilecek. 50 ton üretilir. 60 ton diye geçmiş güncellenir. 50 ton’da üretilmiş mi bilmiyoruz. ve herşey hayalden ibaret olur."

insan insana nasıl hükmeder winston? winston, biraz düşünüp, “acı çektirerek,” dedi. “tamam işte. acı çektirerek. boyun eğmek yetmez. acı çekmiyorsa, kendi iradesine değil de senin iradene boyun eğdiğinden nasıl emin olacaksın? hükmetmek, acı çektirmekle ve aşağılamakla olur. hükmetmek, insanların zihinlerini darmadağın etmek, sonra da dilediğin gibi yeniden biçimlendirerek bir araya getirmekle olur. nasıl bir dünya yaratmakta olduğumuzu anlamaya başladın mı şimdi?

"bir gün karanlığın olmadığı bir yerde buluşacağız”  o’brien den wintson’a

gelecekle nasıl iletişim kurulabilirdi ki?doğası gereği olanaksızdı.gelecek ya şimdiye benzeyecekti,ki o zaman ondan haberi bile olmayacaktı ya da şimdiden farklı olacaktı,ki o zaman da içinde bulunduğu durumun hiçbir anlamı kalmayacaktı.

ses hiç kesilmeden sürüyordu.winston bir an kendine geldi ve ötekilerle birlikte bağırıdığını,topuklarını var gücüyle iskemlenin basamağına vurduğunu fark etti.iki dakika nefret'in en korkunç yanı,insanın katılmak zorunda olması değil,katılmaktan kendini alamamasıydı.otuz saniye sonra en küçük bir zorlamaya gerek kalmıyordu.tüm topluluk,elektrik akımına kapılmışçasına,ürkünç bir kin ve nefretle azgınlaşıyor,öldürme,işkence yapma,yüzleri bir balyozla yamyassı etme isteğine kapılıyor,insanlar ellerinde olmadan yüzleri kaskatı kesilerek çılgınlar gibi bağırıp çağırıyorlardı.ama yine de,duyulan öfke,bir pürmüzün alevi gibi bir nesneden öbürüne yöneltilebilen,soyut,kimseyi hedef almayan bir duyguydu.

kimi zaman,insanın birine duyduğu nefreti bile isteye bir başkasına yöneltmesi de olasıydı.

duygularını gizlemek,aklından geçenlerin yüzüne yansımasını önlemek,herkes ne yapıyorsa onu yapmak,içgüdüsel bir tepkiydi.

"bir gün karanlığın olmadığı bir yerde buluşacağız."

kafatasınızın içindeki birkaç santimetreküp dışında,hiçbir şey sizin değildi.

her davranışın sonuçlarını,o davranışın kendisi doğurur.

parti geçmişe el koyabiliyor ve şu ya da bu olayın hiçbir zaman olmadığını söyleyebiliyorsa,bu hiç kuşkusuz işkenceden de,ölümden de beter bir şeydi.

"geçmişi denetim altında tutan,geleceği de denetim altında tutar;şimdiyi denetim altında tutan,geçmişi de denetim altında tutar."

yaşayanların değil de ölülerin yaratılabilmesinin ne kadar tuhaf olduğunu geçirdi aklından.

"bağlılık,düşünmemek demektir,düşünmeye gerek duymamak demektir.bağlılık bilinçsizliktir."

insan bu durumun dayanılmaz olduğunu düşünüyorsa,bir zamanlar düzenin şimdikinden çok farklı olduğuna ilişkin anlıları olması gerekmez miydi?

oysa çok kısa bir süre önce yalnızca birkaç yüz gırtlaktan yükselen çığlıkta yüreklere korku salan bir güç yatıyordu!neden gerçekten önemli sorunlar söz konusu olduğunda böyle haykıramıyorlardı?

bilinçleninceye kadar asla başkaldırmayacaklar,ama başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler.

winston birden,çağdaş yaşamın asıl özelliğinin acımasızlığı ve güvensizliği değil,yavanlığı,donukluğu ve kayıtsızlığı olduğunu fark etti.

belki de,deli dedikleri tek kişilik bir azınlıktı.

özgürlük,iki kere iki dört eder diyebilmektir.buna izin verilirse,arkası gelir.

her gün,her saat hayata dört elle sarılmak,gelecekten yoksun olduğunu bile bile günübirlik yaşamayı sürdürmek,tıpkı hava olduğu sürece nefes almayı bırakamamak gibi karşı konulmaz bir içgüdüydü.

onları çekip çeviren,sorgulamayı akıllarından geçirmedikleri özel bağlılıklardı.asıl önemli olan,kişisel ilişkilerdi;hiçbir işe yaramayacak bir hareketin,birini kollarına almanın,dökülen bir gözyaşının,ölmekte olan birine söylenen bir sözün bir değeri olabiliyordu.

"itiraf etmekten söz etmiyorum.itiraf,ihanet değildir.ne söylediğin ya da ne yaptığın önemli değil;yalnızca duygulardır önemli olan.beni seni sevmekten caydırırlarsa,işte o zaman gerçekten ihanet etmiş olurum."

gerçekler,ne yaparsanız yapın,gizlenemezdi.araştırıp kovuşturarak ortaya çıkarılabilir,işkence yaparak sizden sökülüp alınabilirdi.ama amacınız hayatta kalmak değil de insan kalmaksa,sonuç ne fark ederdi ki?

savaşın asıl yaptığı,yok etmektir;ama ille de insanları yok etmesi gerekmez,insan emeğinin ürünlerini de yok eder.

uygarlığın bedeli eşitsizlikle ödenmişti.

toplumumuzda,olup bitenleri en iyi bilenler,aynı zamanda dünyayı olduğu gibi görmekten en uzak olanlardır.

genellikle,kavrayış ne denli fazlaysa,yanılma da o ölçüde fazladır: zekâ ne denli fazlaysa,akıl o ölçüde azdır.

"akıllılık,çoğunluğa bakılarak ölçülmez."

insan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu belki de.

insanlar özgürlük ile mutluluk arasında seçim yapmak zorundaydı ve büyük çoğunluk mutluluğu seçiyordu.

bir kez teslim olmayagör,gerisi kendiliğinden geliyordu.

onlardan nefret ederek ölmek,özgürlük buna denirdi işte.

farkında olmadan,masanın üstündeki toz tabakasında parmağını gezdirdi:2x2=5

akıllılığın bedeli olan boyun eğmeye hiç yanaşmadın. deliliği, tek kişilik bir azınlık olmayı yeğledin. gerçekliği ancak denetim altındaki zihinler görebilir.

“… gerçeklik insanın zihnindedir, başka bir yerde değil. bireyin her zaman yanılabilen ve kısa zamanda yok olup giden zihinlerinde değil, yalnızca parti’nin ortaklaşa ve ölümsüz zihnindedir. …”

 “… demin, bizim geçmişteki zorbalardan farklı olduğumuzu söylemedim mi sana? biz zoraki boyun eğilmesinden de, kölece boyun eğilmesinden de hoşlanmayız. bize özgür iradenle teslim olmalısın. biz, sapkınları bize direniyor diye yok etmeyiz; direndikleri sürece asla yok etmeyiz. inançlarından döndürür, kafalarının içini ele geçirip yeniden biçimlendiririz. … eski despotluklar, ‘şunu yapmayacaksın, bunu yapmayacaksın’ diye buyuruyordu. totaliterler, ‘şöyle yapacaksın, böyle yapacaksın’ diye dayatıyorlardı. biz ise, insanlara, ‘sen aslında şusun, aslında böyle düşünüyorsun, şuna inanıyorsun’ diye bastırıyoruz. …”

parti, iktidarı, kendi çıkarları için değil, çoğunluğun iyiliği için istiyordu. parti iktidarda olmak istiyordu, çünkü halk kitleleri özgürlüğü kaldıramayan ya da gerçekle yüzleşemeyen, dolayısıyla kendilerinden güçlü birileri tarafından yönetilmesi ve sistemli bir biçimde aldatılması gereken zayıf, korkak yaratıklardı. insanlar özgürlük ile mutluluk arasında seçim yapmak zorundaydı ve büyük çoğunluk mutluluğu seçiyordu.

senin görüşlerini sonuna kadar dinledikten sonra kendi bildiğini okumakta direten, senden daha zeki bir çılgına karşı ne yapabilirsin ki, diye geçirdi aklından.

“…kimsenin iktidarı sonradan bırakmak amacıyla ele geçirmediğini biliyoruz.iktidar bir araç değil, bir amaçtır. kimse devrimi korumak için diktatörlük kurmaz; diktatörlük kurmak için devrim yapar. zulmün amacı zulümdür. işkencenin amacı işkencedir. iktidarın amacı iktidardır. …”

hayatında ilk kez, bir şeyi gizli tutmak istiyorsan onu kendinden de gizlemen gerektiğini anlıyordu. gizlediğin şeyin orada olduğunu bilmeli, ama gerekmedikçe adını koymamalı, belirli bir biçime bürünüğ bilincine yansımasına asla izin vermemeliydin.

 “insanoğlu, kimi zaman, acıya dayanabilir, en ölümcül acıya bile. ama herkesin asla dayanamayacağı , aklından geçirmek bile istemeyeceği bir şey mutlaka vardır. burada cesaret ya da korku söz konusu edilemez. yüksek bir terden düşerken ipe tutunmak korkaklık sayılmaz. suyun dibinden yukarı çıktığında ciğerlerini havayla doldurmak da korkaklık sayılmaz. karşı konulamayacak bir içgüdüdür bu.

bazı şeyler geri gelmiyordu, insan bir daha geriye dönemiyordu. insanın içinde bir şeyler ölüyor, yanıp kül oluyordu.

… çünkü insanlar sözcüklerle düşünüyorlardı.

birçok suç ve hatayı işlemeye olanak bulamayacaktı, çünkü o suç ve hataların bir adı olmadığından onları düşünmek bile mümkün olmayacaktı.




16 Temmuz 2014 Çarşamba

canistan / yusuf atılgan

13
- yaktın beni selim! neden be neden? söyle de bileyim.
+ unuttun mu lan? o gün sıpayı düzmeye gittiğimizde beni kapıda bırakıp girdin dama. önce kim girsin diye sormaz mı insan bir kere? o zaman bildim birden senin ağa oğlu olduğunu, beni horladığını. sıpa senin amlındı evet.
- buymuş demek. değer mi bunlara? hayvanlar senin de malın gibiydi.
+ ben bakıyordum, kullanıyordum ama malım değildi.

18
kahya '-nasıl yükleyeceksiniz arabaya? iki adam çağırayım mı?' demişti. '-istemez; yükleriz biz' demişti ali. arabayı ambarın kapısının önüne çekmişler, çuvalları birer birer yuvarlayıp kaldırmışlardı. 'aferim be delikanlılar; maşallah size' dedi kahya. ali parayı ödedikten sonra kahya '-kadeş misiniz siz?' diye sormuştu. ali '-öyle sayılırız' derken selim '-işçileriyim ben' demişti.

10 Temmuz 2014 Perşembe

beyoğlu / nazan öncel




beyoğlu`na götür beni
kitaplara bakalım
sokaklarda gitar çalalım
tatil için para yapalım
oturalım bir yerde
bir iki laf edelim
sinemaya gidelim sonra
karanlıkta öpüşelim

mesela acı yok
ağrı yok sızı yok
cepte para yok
hadi gel gidelim
yaraları saralaım
hadi gel gidelim
anıları yazalım

afrika`ya götür beni
osibisa mandela!
çöllerde dolaşalım
develerle mesela
avrupaya gel benle
uyuruz köprülerde
beatles, van gogh, don kişot
bir şarap şişesinde

bir bilet alalım
trenlere binelim
çuf çuf gidelim
hadi gel gidelim
yaraları saralım
hadi gel gidelim
acıları yazalım

kıyılara götür beni
kıyıları yaşayalım
takalara binelim
balıkçılık yapalım
kapı kapı gezelim
maceraysa değer
hayat acılardan geçer
battı balık yan gider

mesela acı yok
ağrı yok sızı yok
sözde neşe çok
hadi gel gidelim
yaraları saralım
hadi gel gidelim
tutuşalım yanalım

8 Temmuz 2014 Salı

baskın / tolstoy


"şu güzelim dünyada, yıldızlı gökyüzü altında insanlar için yer bulunmaması; öfkenin, kinin ve yıkmaya olan ihtirasın böyle tabii bir güzellik ortasındaki insan gönüllerinde tutunması mümkün müdür? tüm bu kötü eğilimler ancak tabiatla ilişki neticesinde -ki güzelliğin ve iyiliğin en doğrudan ifadesidir- yok olup gidecektir. "

"görünen, savaşa ilk katılan biri için gerçekten çok etkileyici olabilirdi. fakat benim gibi dışarıda kalan biri için her şey bütün bu gürültülerin, coşkunlukların, bağırışların fazla amaçsız olduğu gerçeği karşısında yıkıma uğramıştı. tüm bunlar bana sadece bir baltayı şiddetle sallayıp da yalnız havayı döven bir adamı düşündürdü."

5 Temmuz 2014 Cumartesi

sinema / aşık veysel








bir kız ile karşılaştım,
göz aldatan bir sinema,
gözlerine baktım, geçtim,
ben de oldum bir sinema.

göçer gider, katar katar,
kimi alır, kimi satar,
okun doğrulamış atar,
batan oklar, hep sinema.

bir an evvel geçen halım,
gözünden kaçtı maralım,
felek, çeviriyor film,
işte büyük bir sinema,

şaşar veysel bu ne haldır,
hakikat da hep hayaldır,
hayat filme misaldır,
işler güçler hep sinema.

29 Haziran 2014 Pazar

sana büyük bir sır söyleyeceğim / luis aragon









sana büyük bir sır söyleyeceğim
zaman sensin
zaman kadındır ister ki hep okşansın
diz çökülsün hep
dökülmesi gereken bir giysi gibi ayaklarına.
bir taranmış
bir upuzun saç gibi zaman
soluğun buğulandırıp sildiğin ayna gibi.
zaman sensin, uyuyan sen
şafakta ben uykusuz seni beklerken
sensin gırtlağıma dalan, bir bıçak gibi...
ah bu söyleyemediğim işkencesi hiç geçmeyen zamanın
bu mavi çanaklarda kan gibi
durdurulmuş zamanın işkencesi
ah bu daha beter işkence hiç mi hiç giderilmemiş istekten
bu göz susuzluğundan sen yürürken odada
bense bilirim büyüyü bozmamak gerektiğini
daha beter seni kaçak
seni yabancı bilmekten
aklın ayrı bir yerde gönlün ayrı bir yüzyılda kalmaktan
tanrım ne ağırdır sözcükler
asıl demek istediğim bu.

hazzın ötesinde sevgim
hiç bir zararın erişemeyeceği  yerde bugün
sevgim
sen ki benim saat-şakağımda vurursun
boğulurum soluk alıp vermesen
tenimde bir duraksar ve yerleşir adımın.

sana büyük bir sır söyleyeceğim
korkuyorum senden
korkuyorum yanın sıra gidenden pencerelere doğru akşam üzeri
el kol oynatışından söylenmeyen sözlerden
korkuyorum hızlı ve yavaş zamandan
korkuyorum senden.

sana büyük bir sır söyleyeceğim
kapat kapıları
ölmek daha kolaydır sevmekten
bundandır işte benim yaşamaya katlanmam
sevgilim.
  

gülümse / kemal burkay











hadi gülümse bulutlar gitsin
işçiler iyi çalışsın, gülümse
yoksa ben nasıl yenilenirim
belki şehre bir film gelir
bir güzel orman olur yazılarda
iklim değişir, akdeniz olur, gülümse.

sazlarım vardı, ırmaklarım vardı çok
çakıltaşlarım vardı benim
ama sen başkasın anlıyor musun
tut ki karnım acıktı, anneme küstüm
tüm şehir bana küskün
bir kedim bile yok anlıyor musun
iklim değişir, akdeniz olur, gülümse.

5 Nisan 2014 Cumartesi

keşke / füruğ ferruhzad












sakin akan bir nehrin kıyısında
keşke
gizemli kokusu olsaydım bir çiçeğin
yolun oraya düştüğünde
baştan aşağı kaplasaydım seni

keşke
ney misali geceleri
gönlünün nağmeleri eşliğinde çalsaydım
rüzgarın omzunda salınan
bir tahtırevanın üstünde uyuyarak
girseydim evinin kapısından

keşke
ışıkları gibi bir bahar güneşinin
seher vakti pencerenden parlayıp
tiril tiril ipek perdelerin ardından
gözlerinin rengini görseydim

parlak meclisinde keşke
tebessümü olsaydım bir kadehin
yeisli bir gece yarısı
uykulu bir sarhoş,bir yorgun olsaydım

keşke
parlak bir ayna gibi
gönlüm,gülümsemen ve suretinle
sabahları bedenimde kaysaydı
okşayan ellerinin sıcaklığı

güzün yaprakları gibi keşke
seyretseydin raksımı
gece yarısı
mehtabın altında
evinde,bahçenin ortasında
heyecanlarım
velvele ve kavgalar etse
koşup dursaydı

keşke
hatırası gibi hoş bir kadının
süzülüp sessizce gönlüne
görseydim gözlerine ansızın
kendi güzelliğine kamaşan gözlerle

tenha başucunda
vücudum
yandırıp günah mumlarını
bu tatlı günahkarlıkla
yakıp koparsaydı
benim hasret
senin iman bağlarını

keşke
hayatın yemyeşil dallarından
benim elem çiçeklerimi koparıp
ve keşke şiirimde
eyy yaşama sevinci
hayatımın kaynağı
görseydin sırlarımın kıvılcımlarını...

23 Ocak 2014 Perşembe

phantom land / ez3kiel (ft angelique willkie)


you haunt my days and i
i wanna wish you away
you haunt my dreams and i
i wanna wish you away
you haunt my nights and i
i wanna wish you away
you haunt me weak and i

phantom land
you are my phantom land
phantom land
you are my phantom land

blue skies, the eyes over children
their sweet sips on their lips
faces filling every space
and then there are the magic ones
with their (?) off their hands
i'm longing for the choice to hear their voices,
then just to touch them

the candle burns and i
i wanna wish you away
my little heart idiot and i
i wanna wish you away
my angels let the other (?)
i wanna wish you away
take me i'm your ghost and i
i wanna wish you away

phantom land
you are my phantom land
phantom land
you're my sweet phantom land
you haunt my days and i
you haunt my dreams and i
you haunt my nights and i
you haunt me weak and i


3 Ocak 2014 Cuma

kosmos / reha erdem











film başlarken nerden geldiği belli olmayan bir meczubun bir kasabaya doğru kaçarcasına koştuğu görülür. ve film biterken aynı meczub nereye gittiği belli olmayan bir yere doğru yine kaçarcasına koşar. meczup kasabadan giderken değil, kasabaya gelirken ağlıyordur. dünyaya insanın çığlıklarla gözlerini açmasını hatırlatır.

battal’ın şehre ‘fırlatılmış’ veya ‘gökten inmiş’ gibi gelir. kasabaya ağlayarak koştuğu an varoluşun sıkıntısının başladığı an gibidir. çığlıklarla başlar bu an. yönetmenin derdi eğer ilahi olana göndermeler ise, o çığlıklar öz yurdundan* ayrı kalmış insanın çıkardığı yanık sestir.

“iyiyle kötünün cömertle cömert olmayanın başına gelen şey aynı… iyi adam nasılsa, suç işleyende öyle… yemin edenle yeminden korkan aynı birbiri gibi… hayatta, her şeyde bela şu ki; herkesin başına gelen şey aynı, hem de insanoğlunun yüreği kötülükle dolu ve ömürleri devamınca yüreklerinde delilik var ve sonra ölülere katılıyorlar. çünkü bütün yaşayanlarla beraber olan için ümit var, çünkü sağ köpek ölü aslandan iyi çünkü yaşayanlar biliyorlar ki ölücekler fakat ölüler bişey bilmez ve artık onlar için bir ödül yok çünkü onların anılması unutulmuş …”
'iyi de, kötü de insanın içinde, ikisi de insan için' diyen battal, iyi ve kötünün eşitliğinden dem vurur. hırsızlık yapar aynı zamanda hastalara şifa dağıtır. izafi bir kavram olarak ‘kötülüğü’ sorgulatır. “niye gözlerin şimşek çakıyor da ruhunu allah'a karşı döndürüyorsun. ve ağzından böyle sözler çıkarıyorsun? insan ne ki, temiz olsun?” diyerek kötülüğün, allah’a karşı sırtını dönenin düştüğü bir hastalık olduğunu îma eder. ‘allah insanı doğru yarattı ama insan düzeni bozdu’ ifadesiyle yaratılışında doğruluk olan insanın bozgunculuğu kendi elleriyle var ettiğini söyler. kur’an’da geçen ifadelere** benzer ifadelerdir.

neptün ile aralarındaki yakınlaşma, bağrışma ‘aşk’tır. kosmos aşk ister bir de bir bardak çay. kahve ahalisinin aşk isteminden anladığı ‘bunun canı karı istiyor’dan başka bir şey değildir. oysa kosmos gölgelerle değil asıllarla meşbu olma derdindedir. sol elinin başının altında olduğu, sağ elinin kendisini kucakladığı bir aşktır bu.

kosmos (battal) sıradan birisi değildir. kosmos’u hiç yemek yerken ya da uyurken görülmez. tek ihtiyacı çay ve kesme şekerdir. ‘size sarılmaya geldim’ der. belirsizliklerin, eksikliklerin, farklılıkların cem edilmiş hali görülür kosmos’da. anlaşılması güçtür.

final sahnesinde bir kare, filmin özetidir. bir tarafı gri olan, diğer tarafı beyaz olan bir gökyüzü ve yalpayarak yürüyen insan… karanlığın ve aydınlığın beraber olduğu bir gökkubbede, iyi ve kötü arasında savrulan insan.

kamera geçişleri, kullanılan mekânlar, ışık ve karanlık filme özel bir atmosfer yaratır. aynı zamanda bir ses mühendisi olan yönetmen, filmde en üst seviyelerde bir ses şöleni sunuyor. yer yer konuşmaları bastıran sert ve yalın sesler duyulur filmde. ses ve görüntü kalitesi izleyeni kendi atmosferine rahatlıkla çekecektir.

ayrıca, ‘yasak bölge’nin varlığı, gökten düşen cisim ve stalker’in çamura uzanışını hatırlatan battal’ın yüz üstü karda yere uzandığı sahne gibi sahneler ile filmde tarkovski’den izleri bariz bir şekilde görülmekte.


ben yetkili bir abi olsam, kosmos ve benzeri filmlerin izlenmesine eğitim müfredatlarında yer verirdim. kafası basan veletlerin film hakkında görüşlerini yazmalarını isterdim. ve ben tanrı olsaydım, reha erdem ve benzeri sanatçıları sorgusuz sualsiz “sen de katıl has kullarımın arasına ve onlarla beraber gir cennetime!” derdim.

-------------------
* cennet
** tin suresi

1 Ocak 2014 Çarşamba

offret / andrey tarkovski

baba ve oğlun uzakta bir yerde, zamanın en 'geniş' diliminde ağaç suladığı sahne ile başlar film. renkler öyle 'albenisiz'dir ki, gözleriniz alışamaz bir süre sahnelere. filmi tekrar tekrar izledikçe, 'küçük adam' ile uçsuz bucaksız yerdeki bir ağacı sulamayı, bisiklete binen ve nietszche'den bahseden doğa üstü olayları araştıran bir postacı olmayı, dünyada olup bitenler ile ilgili tüm bilgilere bir radyo ile erişmeyi isteyebilirsiniz. 

sanatın asıl amacının insanı ölüme hazırlamak olduğunu söyleyen tarkovzky, metafiziği fevkalade önemli bir konumda kabul eder. derin bir iç sezişle varlığı, perdenin öte yanını anlamlandırmaya, kendi iç dünyasına ışık tutmaya ve "yakarışın ta kendisi" dediği sanat ile tanrıda teselli, kurtuluş ve umut bulmaya çalışır. 

alexdanar, modern çağların bu baş döndüren bütün bu gelişmelerinin(!) dünyanın sonunu getireceğinden emindir. içlerinde en 'zayıf'ı olan evin hizmetçisidir kurtuluş ümidi. "sadece sev beni" der hizmetçiye. "zavallım benim ne yaptılar sana" diyen hizmetçi kız ile beraber yatakta havalandıklarını görürüz bir rüya sahnesinde. ayna filiminde benzer alegorik tablolar ile metafizik duygu ve düşünceler salıklar ekrandan ruha.

zarif bir çabanın ürünüdür sanat. alelade çekilmiş sahneler, rastgele dizilmiş görüntüler yığını değildir offret. ve öyle zannediyorum ki, tarkovzky bu filmle, insanın oğluna ithaf edebileceği şeylerin en güzellerinden birini ithaf etmiştir.













insan hep başkalarına karşı savundu kendini.
başka insanlara, doğaya karşı.
durmadan doğaya karşı güç kullandı.
sonuç: güce, şiddete, korkuya ve bağımlılığa
dayanan bir uygarlıktan başka bir şey değil.
"teknik ilerleme" dediğimiz şeyin...
bize getirdiği tek şey konfor oldu.
bir tür hayat standardı.
ve bir de gücü korumak için gereken
şiddet araçları. vahşiler gibiyiz!
mikroskobu, cop gibi kullanıyoruz.
hayır, yanlış.
vahşiler maneviyata daha çok önem veriyor!
(...)
hayat standardına gelince,
bir zamanlar bilge bir kişi...
gerekli olmayan şey günahtır demişti.
ve eğer bu doğruysa...
uygarlığımız baştan aşağıya
günah üzerine kurulmuş demektir.
korkunç bir uyumsuzluk edindik.
maddi ve manevi...
gelişmemiz arasında
bir dengesizlik söz konusu.
kütürümüz bozuk.
yani uygarlığımız.
temelde bir bozukluk var, oğlum."

sanırım şimdi anlıyorum
hiç kimseye bağımlı olmak istemiyoruz.
iki insan birbirini sevince...eşit sevmiyorlar
biri daha güçlü, diğeri daha zayıf oluyor
ve zayıf olan düşünmeden seviyor
hesapsızca...













(alexander kitaptaki resimlere bakar)

a: derinlik ve mahremiyet bir arada
inanılmaz
bir dua gibi
ve bütün bunlar kayboldu artık
dua bile edemeyiz
(…)
harika bir kitap
hiç hayatı boşa geçirdiğini düşündüğün oldu mu?
b: hayır, neden?
a: evet, bir zamanlar böyle bir duyguya kapılmıştım.
ama küçük adam doğduktan sonra
herşey değişti
bir anda olmadı tabi
yavaş yavaş o büyüdükçe
biliyorsun, ona cok bağlıyım
belki de biraz fazla bağlıyım
yine de içerlediğim bir şey var
kendimi hayata hazırlamıştım
daha yüksek bir hayata
felsefe, din, tarih, estetik okudum
sonunda bütün bunlar bana ayak bağı oldu
kendi irademle yaptım bunu
yine de mutluyum işte
bugün olduğu gibi.

"Ulu Tanrım, Göklerdeki Ulu Tanrım, adın mübarek olsun.İnayetin üzerimize olsun.Yalnız senin dediğin olur.Rızkımızı sen verirsin.Bizi kötülüklerden korursun. Cennet senindir. Güç, zafer senindir.Amin. Tanrım, bu korkunç zamanda bizi esirge.Çocuklarımın ölmesine izin verme.Dostlarımı, karımı, Victor’u, seni sevenleri ve sana inananları, kör oldukları için sana inanmayanları da esirge. Seni bir an bile düşünmeyenleri de. Çünkü onlar acının ne olduğunu hiçbir zaman bilmediler. Bu saatte, bütün umutlarını, bütün hayatlarını, bütün geleceklerini kaybettiler. Sana teslim olma fırsatını kaçırdılar.Yürekleri korkuyla dolu olanlar, sonlarının yaklaştığını hissedenler, kendileri için değil, sevdikleri için korkanlar, onları senden, yalnızca senden başka hiçkimse koruyamaz. Çünkü bu en son savaş.Savaşların en korkuncu. Bu savaştan geriye ne yenen ne de yenilen kalacak.Şehirler, kasabalar, ağaçlar, otlar, kuyulardaki sular, göklerdeki kuşlar yok olacak. Sahip olduğum her şeyi sana vereceğim. Çok sevdiğim ailemi vereceğim. Evimi yıkacağım. Küçük Adam’dan vazgeçeceğim. Dilsiz olacağım. Bir daha kimseyle konuşmayacağım. Beni hayata bağlayan her şeyden vazgeçmeye razıyım. Yeter ki sen, her şeyi eskisi gibi yap. Bu sabah ve dün nasılsa öyle yap. Beni hasta eden bu ölümcül hayvani duygudan kurtulmama yardım et. Evet, her şeyim senindir! Tanrım! Bana yardım et! Söz verdiğim her şeyi yapacağım."