5 (intro)
annem ölmüş bugün. belki de dün, bilmiyorum. ihtiyarlar yurdundan bir telgraf aldım: "anneniz vefat etti. yarın kaldırılacak. saygılar." bundan bir şey anlatılmıyor. belki de dündü.
ihtiyar yurdu marengo'dadır, cezayir'den seksen kilometre uzakta. saat ikide otobüse biner, öğleden sonra oraya varırım. bütün gece başında bekler, yarın akşama da dönerim. patrondan iki günlük izin istedim, ortada böyle bir mazeret varken hayır diyemezdi. ama pek de hoşnut görünmüyordu. hatta ona, "bunda benim bir suçum yok," dedim. karşılık vermedi. o zaman, böyle söylememeliydim, diye düşündüm. hem özür dilemek için neden de yoktu. asıl onun bana başsağlığı dilemesi gerekirdi. öbür gün beni yas elbisesiyle görünce, diler elbette. şimdilik sanki annem pek ölmemiş gibi. ama gömüldükten sonra, tam tersine, mesele kapanmış olur ve her şey daha resmî bir kılığa girer. saat ikide otobüse bindim. hava çok sıcaktı. yemeği her zamanki gibi celeste'in lokantasında yedim. benim adıma hepsi çok üzülüyorlardı. celeste bana, "insanın bir tek anası olur," dedi. gideceğim zaman beni kapıya kadar geçirdiler. emmanuel'in odasına çıkıp siyah boyunbağıyla, siyah kol şeridini almam gerektiği için biraz telaşlıydım. birkaç ay önce, onun da amcası ölmüştü. otobüsü kaçırmamak için koştum. bu aceleden, koşuştan, üstelik bunlara eklenen sarsıntıdan, benzin kokusundan, yoldaki ve gökteki ışıkla ısı yansımasından, herhalde, bütün bunlardan olacak, sızmış kalmışım. hemen bütün yol boyunca uyumuşum. gözlerimi açtığımda, kendimi bir askerin üstüne abanmış buldum. bana bakıp gülümsedi ve "uzaktan mı geliyorsun?" diye sordu. kısa kesmek için, "evet," dedim. ihtiyarlar yurdu köyden iki kilometre uzaktadır. yolu yayan yürüdüm. annemi hemen görmek istedim. kapıcı önce müdürü görmem gerektiğini söyledi. müdür meşgul olduğu için, biraz bekledim. bu ara hep kapıcı konuştu, sonra müdürü gördüm, beni bürosunda kabul etti. ufak tefek bir ihtiyardı, göğsünde lejyon donör nişanı vardı. pırıl pırıl gözlerini bana dikti. sonra elimi sıktı, uzun süre bırakmadı. öyle ki nasıl çekeceğimi bilemiyordum. bir dosya karıştırdı, sonra bana, "madam meursault buraya üç yıl önce girdi. sizden başka bakacak kimsesi yoktu," dedi. beni suçlu buluyor sandım, durumu anlatmaya başladım. ama sözümü kesti, "kendinizi haklı çıkarmanıza gerek yok yavrum. annenizin dosyasını okudum. gereksinimlerini karşılayamıyormuşsunuz. ona göz kulak olacak biri gerekliydi. sizin ücretinizse azmış. hem aslını ararsanız, o burada daha mutluydu," dedi. ben de, "evet müdür bey," diye karşılık verdim. "hem burada kendi yaşıtları, arkadaşları vardı. onlarla bir başka zamana ait mutlulukları paylaşabiliyordu. siz gençsiniz. yanınızda canı sıkılırdı herhalde," diye kekeledi. doğruydu. anam evdeyken, vaktini beni sessiz sessiz seyretmekle geçirirdi. yurda girdiği ilk günlerde sık sık ağlarmış. ama sırf alışkanlık yüzünden. birkaç ay sonra yurttan alınsaydı, yine ağlayacaktı. yine alışkanlık yüzünden tabii. son yıl yurda hemen hiç gitmedimse, biraz da bu yüzden gitmedim. hem sonra, bu bütün bir pazarımı alıyordu. otobüse kadar gitmek, bilet almak ve iki saatlik yollara düşmek zahmeti de caba. müdür daha başka şeyler de söyledi. ama, artık onu hemen hemen dinlemiyordum. sonra: "herhalde annenizi görmek istersiniz, sanırım?" dedi. hiçbir şey demeden ayağa kalktım. önümden kapıya doğru yürüdü. merdivenlerde, "ötekilerin yürekleri kalkmasın diye, kendisini bizim küçük morga taşıttık. yurttakilerden biri öldü mü, ötekilerin birkaç gün siniri bozuluyor. bu da işimizi güçleştiriyor," dedi. bir avludan geçtik. birçok ihtiyar ufak ufak kümeler halinde toplanmış, çene çalıyorlardı. biz geçerken sustular. arkamızdan konuşmalar yine başladı. sanki, boğuk bir papağan gürültüsüydü bu. müdür, küçük bir kapının önünde, "sizi bırakıyorum bay meursault. büromda emrinize amadeyim. cenaze usulen, sabahın onunda kalkacak. böylece, geceyi merhumenin başında geçirebilirsiniz diye düşündük. son bir söz daha: anneniz sanırım, dinsel törenle gömülmek istediğini arkadaşlarına sık sık söylermiş. gereken şeyleri yapmayı üzerime aldım. yalnız, haberiniz olsun istiyordum," dedi. kendisine teşekkür ettim. anacığım, dinsiz olmamakla birlikte, sağlığında hiç de dini aklına getirmiş değildi. içeri girdim. burası beyaz badanalı, üstü camla örtülü, çok ışıklı bir salondu, içinde eşya olarak yalnız iskemleler ve x biçiminde sehpalar vardı. ortada iki tanesinin üstünde kapağı kapalı bir tabut duruyordu. ceviz rengine boyanmış tahtaların üstünde yalnız yarı çakılmış parlak vidalar göze çarpıyordu. tabutun yanında beyaz kaputlu arap bir hastabakıcı duruyordu. başında parlak renkli bir başörtü vardı. bu sırada kapıcı arka taraftan içeriye girdi. koşmuş olmalıydı. biraz kekeledi: "tabutu kapamışlar, ama ananızı görmek isterseniz açayım," dedi. tabuta yaklaşırken durdurdum. "istemiyor musunuz?" dedi. "hayır," diye karşılık verdim. lafı uzatmadı. sıkıldım, çünkü bunu söylememeliydim, diye düşündüm. az sonra bana baktı, sanki öğrenmek istiyormuş gibi, başıma kakmadan: "niçin?" diye sordu. "bilmiyorum," diye karşılık verdim. o zaman beyaz bıyığını bükerek, yüzüme bakmadan: "anlıyorum," dedi. açık mavi güzel gözleri ve hafif kırmızı bir teni vardı. bana bir iskemle verdi, kendisi de biraz arkamda oturdu. tabutun yanındaki hastabakıcı kalktı, kapıya doğru yürüdü. o sırada kapıcı: "frengisi var," dedi. pek kavrayamadım, hastabakıcı kadına baktım; gözlerinin altından doğru başına dolanmış bir sargı vardı. sargı burnunun hizasına doğru düzdü. yüzünde sargının beyazlığından başka bir şey görünmüyordu.
25
akşam, marie beni görmeye geldi, kendisiyle evlenmek isteyip istemediğimi sordu. "bence bir, ama istersen evleniriz," dedim. o zaman, kendisini sevip sevmediğimi öğrenmek istedi. bir başka zaman da söylediğim gibi, "bunun bir anlamı yok, ama herhalde sevmiyorumdur," diye karşılık verdim. "öyleyse niçin benimle evleneceksin?" diye sordu. bunun hiçbir önemi olmadığını, isterse evlenebileceğimizi söyledim. zaten isteyen kendisiydi, ben sadece evet demekle yetiniyordum. o zaman, marie, "evlilik ciddi bir şeydir," dedi. ben de, "değildir," diye karşılık verdim. bir an sustu, bana sessiz sessiz baktı. sonra yine konuştu, "aynı biçimde bağlı olduğun bir başka kadın sana aynı öneride bulunsa kabul eder miydin, onu öğrenmek istiyorum," dedi. "elbette ederdim," dedim. o zaman, "ben seni seviyor muyum acaba?" diye sordu. ben de, "bu konuda hiç düşünmedim," diye karşılık verdim. yine sustuktan sonra, ne kadar tuhaf bir adam olduğumu, beni kesinlikle bunun için sevdiğini, ama belki günün birinde yine aynı nedenlerden ötürü benden nefret de edebileceğini mırıldandı. bunlara ekleyeceğim bir sözüm olmadığı için susuyordum. gülümseyerek kolumu tuttu, "seninle evlenmek istiyorum," dedi. ben de, "ne zaman istersen evleniriz," dedim. o zaman marie'ye patronumun önerisinden söz açtım. marie, "paris'i öyle görmek istiyorum ki!" dedi. bir zamanlar paris'te yaşadığımı söyleyince, oranın nasıl bir yer olduğunu sordu. "pis bir yer. güvercinler var, kara kara avlular var. insanların tenleri de bembeyaz," dedim. sonra yürüdük, kentin büyük caddelerinde dolaştık. "kadınlar güzeldi. dikkat ettin mi?" diye sordum. "evet hakkın var," diye karşılık verdi. bir zaman hiç ağzımızı açmadık. "ama, yanımda kalmanı istiyorum, akşam yemeğini celeste'lerin lokantada yeriz," dedim. "çok iyi olurdu, ama işim var," dedi. benim evin yakınlarındaydık. ona "hoşça kal," dedim. yüzüme bakarak, "ne işim olduğunu bilmek istemez misin?" diye sordu. elbette ki bilmek isterdim, ama sormak aklıma gelmemişti. alınır gibi olmuştu. şaşkın halime bakıp yine güldü, dudaklarını uzatmak için bütün vücuduyla bana doğru atıldı.
40
bir gün gardiyan bana, ‘beş aydır buradasın’ deyince sözüne inandım, ama bunu aklım almadı. benim için sanki bu, hücremde yuvarlanıp giden aynı gündü ve ben aynı işi yapıp duruyordum. o gün gardiyan gittikten sonra yemek kabımda yüzümü seyrettim. bana öyle geldi ki, gülümsemeye çalıştığım halde, görüntüm ciddi duruyordu. kabı oynattım. yeniden gülümsedim, ama görüntüm hep o aynı ciddi, o aynı üzgün halini bırakmadı. gün sona eriyordu. vakit, cezaevinin bütün kanatlarından, akşam gürültülerinin büyük bir sessizlik alayı halinde yükseldiği, sözünü etmek istediğim o adsız saatti. tepe penceresine yaklaştım, günün son ışığında bir kez daha görüntüme baktım. yine ciddiydi. bunda şaşılacak ne vardı! o anda ben de öyleydim. ama aynı zamanda, aylardır, ilk kez kendi sesimi açık açık duydum. bu ses ne zamandır kulaklarımda çınlayan sese benziyordu. o vakit anladım ki, bütün bu zaman içinde, kendi kendimle konuşmuşum. şimdi de olsa, yirmi yıl sonra da olsa yine bendim ölecek olan. şu anda beni bu düşüncemde biraz üzen şey, yirmi yıl daha yaşamayı düşünürken, yüreğimin korkunç derecede hoplamasıydı. ama onu bastırmak için yirmi yıl sonra yine o gün gelip çattığı zaman, düşüncelerimin ne olacağını hayal etmek yetiyordu. değil mi ki insan ölecekti, öyleyse bunun ne zaman ve nasıl olacağı pek önemli değildi. o halde (işin asıl güç yanı bu ‘o halde’ sözcüğünün ifade ettiği anlamı gözden kaçırmamaktı), evet o halde af dilekçemin kabul edilmemesine boyun eğmeliydim. aslında, insanların eninde sonunda alışamayacağı hiçbir düşünce yoktur.
57 (final)
"korkma!" dedi. kendisine, "siz papazlar genellikle bir başka zamanda gelirsiniz," dedim. bunun tamamen bir dost ziyareti olduğunu, af dilekçemle bir ilişiği olmadığını, zaten sonucun üstünde hiçbir bilgisi olmadığını söyledi. yatağın üzerine oturdu ve beni yanına çağırdı. gitmedim. hali tavrı çok yumuşaktı. kolları dizlerine dayalı, başı önüne eğik, bir an ellerine baka baka oturduğu yerde kaldı. elleri ince ve kaslıydı, iki çevik hayvancığı andırıyordu. onları, ağır ağır, birbirine sürttü. sonra başı hep önüne eğik öylesine uzun bir zaman o durumda kaldı ki, bir an onu unutmuşum gibi geldi bana. ama sonra birden başını kaldırdı, dimdik yüzüme baktı: "niçin sizi görmemi istemiyorsunuz?" diye sordu. "tanrıya inanmıyorum da ondan," diye karşılık verdim. inanmadığıma emin olmadığımı öğrenmek istedi. "bunu kendi kendime sormam bile!" diye karşılık verdim: çünkü bu bana önemsiz bir sorun gibi görünüyordu. o zaman kendini arkaya doğru bıraktı, sırtını duvara dayadı. ellerini açarak dizlerinin üzerine koydu. hemen hemen bana söylemiyormuş gibi: "insan bazen kendini bundan emin sanır, ama gerçekte hiç de değildir," dedi. ben ağzımı açmıyordum. yüzüme baktı ve, "ne dersiniz buna?" diye sordu. "olabilir," diye karşılık verdim. belki beni gerçekten ilgilendiren şeyin ne olduğundan emin değildim, ama ilgilendirmeyenden tamamıyla emindim. aksi gibi, papazın söyledikleri beni ilgilendirmeyen şeylerdendi. papaz gözlerini benden ayırdı ve duruşunu değiştirmeden, "sakın fazla umutsuzluktan böyle konuşmuş olmayasınız?" diye sordu. ona umutsuz olmadığımı anlattım. "yalnız korkuyorum, bu da doğaldır," dedim. "öyleyse, tanrı size yardım edecektir, sizin durumunuzda birçok kimseler tanıdım. hepsi de yüzünü ona döndü," dedi. "olabilir, bu onların hakkıdır," diye karşılık verdim. "aynı zamanda bu, böyle şeylere vakitleri olduğunu gösterir. bana gelince, bana yardım edilmesini istemiyorum. çünkü beni ilgilendirmeyecek bir şeyle ilgilenecek kadar vaktim yok." bu sırada papazın elleri sinirli sinirli kımıldadı. oturduğu yerden doğruldu ve cüppesinin kıvrımlarını düzeltti, sonra, "dostum," diye seslendi. böyle demesi ölüme hükümlü olduğum için değilmiş; ona göre, bizler, yani hepimiz ölüme hükümlüymüşüz. burada sözünü keserek bunun aynı şey olmadığını, hem olsa da bunun hiçbir biçimde bir avunma yerine geçemeyeceğini söyledim. "orası öyle," dedi, "ama yakında ölmeseniz bile daha sonra öleceksiniz. o zaman da aynı soruyla karşı karşıya kalacaksınız. bu korkunç deneyime nasıl girişeceksiniz?" diye sordu. "şimdi bu anda nasıl girişiyorsam o zaman da öyle girişirim," dedim. bu söz üzerine ayağa kalktı ve gözlerimin ta içine baktı. bu, benim pek iyi bildiğim bir oyundu. gönlümü eğlendirmek için, sık sık, emmanuel'in ya da celeste'in yüzlerine böyle bakardım da, dayanamaz gözlerini kaçın kaçırıverirlerdi. papazın da bu oyunu iyi bildiğini hemen fark ediverdim. gözleri hiç titremiyordu. "hiç mi umudunuz yok, ölüp bütün bütün yok olacağınız düşüncesiyle mi yaşıyorsunuz?" diye sorduğu zaman sesi de titremedi. bu sorusuna, "evet," diye karşılık verdim. bunun üzerine başını önüne eğdi ve yine oturdu. "size acıyorum," dedi. ona göre, bu, bir insan için dayanılması olanaksız bir şeydi. bense yalnız canımı sıkmaya başladığını hissettim. dönüp tavan penceresine doğru yürüdüm. omzumu duvara dayadım. dediklerini pek dinlemiyordum. yine soru sormaya başladığını fark ettim. sesinde kaygılı ve aceleci bir tavır vardı. heyecanlı olduğunu sezdim ve sözlerine kulak verdim. af dilekçemin kabul edileceğinden emin olduğunu, ama içimde taşıdığım bir günahın yükünden kurtulmam gerektiğini söylüyordu. ona göre, insanların adaleti hiçbir şey, tanrınınkiyse, her şeydi. "beni mahkûm eden, insanların adaletidir," dedim. "ama," diye karşılık verdi, "yine de günahınızı temizleyememiştir." bana yalnız suçlu olduğumu öğretmişlerdi. evet, suçluydum. suçumu ödüyordum. benden başka bir şey isteyemezlerdi. bu sözlerim üzerine yine ayağa kalktı. düşündüm ki bu daracık hücrede kımıldamak istedikçe ya oturacaktı ya da kalkacaktı. ikisinin ortası yoktu. gözlerimi yere dikmiştim. bana doğru bir adım attı, sonra ilerlemeyi göze alamıyormuş gibi, olduğu yerde durdu. demir parmaklıklar arasından gökyüzüne bakıyordu. "yanılıyorsunuz evladım," dedi. "sizden daha başka şeyler isteyebilirler. belki isteyeceklerdir de." "ne isteyebilirler ki?" "görmenizi isteyebilirler." "neyi görmeyi?" papaz çevresine göz gezdirdi ve bana yorgun gelen bir sesle, "biliyorum, bütün bu taş duvarlardan ter gibi acı sızmaktadır. onlara hiçbir zaman yüreğim sızlamadan bakamamışımdır. ama, bütün varlığımla biliyorum ki, sizin gibilerin en zavallıları bile bu taş duvarların karanlığından tanrısal bir çehre çıktığını görmüşlerdir. işte, sizden bu çehreyi görmenizi istiyorum," dedi. biraz canlandım. "aylar var bu duvarlara bakıp duruyorum," dedim, "ama orada ne tanıdık bir şey, ne de bir çehre gördüm. orada belki çok önceleri bir çehre arayıp durdumdu. ama bu çehrede güneşin rengi, isteklerin alevi vardı: bu marie'nin çehresiydi. onu boşuna aradım. şimdi, her şey bitmiştir. herhalde, bu taş duvarların terinden hiçbir şey sızdığını görmemiştim." papaz yüzüme biraz acı acı baktı. şimdi sırtımı iyice duvara vermiştim. günün ışığı alnıma akıyordu. papaz pek iyi duyamadığım birşeyler söyledi, sonra acele acele, "bari sizi kucaklayabilir miyim?" diye sordu. "hayır," diye karşılık verdim. geriye döndü ve duvara doğru yürüdü, elini taşların üzerinde hafif hafif gezdirerek, "bu dünyayı bu derece mi seviyorsunuz?" diye mırıldandı. hiç sesimi çıkarmadım. uzun bir zaman sırtı bana dönük olarak durdu. onun varlığı bana batıyor, canımı sıkıyordu. tam, "artık gidin!" diyecektim, birden döndü ve sanki parlarcasına "hayır, size inanamam. eminim, bir başka dünyaya susadığınız olmuştur," dedi. "elbette," dedim, "ama bu, zengin olmayı dilemekten, çabuk yüzmeyi, güzel ağızlı olmayı dilemekten daha önemli değildir. hepsi aynı kapıya çıkar." ama papaz sözümü kesti ve bu başka hayattan ne anladığımı öğrenmek istedi. "bana bugünkünü anımsatacak bir hayat!" diye bağırdım. ve hemen ardından, "artık bu şeylerden bıktım," dedim. bana hâlâ tanrıdan söz etmek istiyordu. ona doğru ilerledim ve son kez olarak, pek az vaktim kaldığını anlatmaya çalıştım. bu nu da tanrı sözüyle harcamak niyetinde değildim. kendisine niçin, "pederim," demediğimi, "efendim," diye seslendiğimi sorarak konuyu değiştirmeye çalıştı. bu soru sinirime dokundu: "pederim değilsiniz de ondan. “siz de ötekilerden yanaşınız," dedim. "hayır evladım," dedi, "ben senden yanayım. ama sen bunu anlayamazsın, çünkü yüreğin her şeye kapalı. senin için dua edeceğim." o zaman, bilmiyorum niçin, içimde birşeyler deşiliverdi. avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım, hakaret ettim, duasını istemediğimi, yok olmaktansa yanmanın daha iyi olduğunu söyledim. cüppesinin yakasına yapışmıştım, içimin, sevinç ve öfkeyle karışık bütün taşkınlıklarını üzerine boşaltıyordum. ne kadar da dediklerinden güvenli görünüyordu değil mi? oysa onun güvendiği şeylerden hiçbiri bir kadın saçının bir tek teline bile değmezdi. yaşadığından bile emin değildi, bir ölü gibi yaşıyordu çünkü. bense ellerim bomboş bir adam olarak görünüyordum, ama kendimden emindim, her şeyden emindim, hem ondan çok daha emindim. yaşadığımdan emindim ve gelmekte olan ölümden emindim. evet, bundan başka bir şeyim yoktu benim. ama, hiç değilse bu gerçeğe, onun bana sahip olduğu kadar sahiptim. daha önce de, bu anda da haklı olan bendim ve her zaman da haklı olmuştum. şöyle yaşamıştım, böyle yaşayabilirdim. şunu yapmış, bunu yapmamıştım. filan şeyi yapmadımsa, falan şeyi yapmıştım. peki, sonra? sanki bütün yaşamımda, kendimi haklı çıkarmak için bu dakikayı, şu şafak vaktini beklemiştim. hiç, hiçbir şeyin önemi yoktu ve bunun niçin böyle olduğunu da biliyordum. o da biliyordu. geçirdiğim bütün bu anlamsız hayatta, geleceğimin ta derinlerinden, henüz gelmemiş yıllar içinden, karanlık bir soluk bana doğru yükseliyor ve yaşadığım yıllardan daha gerçek olmayan yıllardan bana sunulan ne varsa, hepsini aynı düzeye getiriyordu. başkalarının ölümü, bir ananın sevgisi ne umurumdaydı benim? başkasının tanrısından bana neydi? başkalarının seçtiği, kabullendiği hayattan, yazgıdan bana neydi? değil mi ki, bir tek yazgı, beni ve benimle birlikte, onun gibi bana "kardeşim," diyen bir sürü ayrıcalıklıyı seçecekti! anlıyor muydu acaba, anlıyor muydu ki herkes ayrıcalıklıydı. zaten yalnız ayrıcalıklar vardı. ötekileri de bir gün mahkûm edeceklerdi. kendisi de yargıyı yiyecekti. adam öldürmekle suçlandırılıp anasının cenazesinde ağlamadı diye idam edilseydi ne önemi olurdu bunun. bence salamano'nun köpeği de karısı kadar değerliydi. o ufak tefek otomat kadın da, masson'un evlendiği parisli kadın kadar, ya da benimle evlenmek isteyen marie kadar suçluydu. raymond, celeste kadar dostum olmuş, celeste, raymond'dan daha değerliymiş, değilmiş ne önemi vardı? marie, bugün dudaklarını bir başka meursault'ya verdiyse, bundan ne çıkardı? anlıyor muydu ki, bu hükümlü... geleceğimin ta derinlerinden... bütün bunları bağıra bağıra söylerken neredeyse tıkanıyordum. ama, papazı elimden kurtarmışlardı çoktan. gardiyanlar bana gözdağı veriyorlardı. ama, o, serinletiyordu. bu mahmur yazın o olağanüstü erinci, yükselen bir deniz gibi içime doluyordu. o anda, gecenin sınırında, vapur düdükleri ötmeye başladı. bunlar, artık hiç umurumda olmayan bir dünyaya giden vapurları haber veriyordu. ne zamandır, ilk kez olarak, anacığımı düşündüm. hayatının sonlarında niçin bir 'nişanlı' edinmişti, niçin hayata yeniden başlıyormuş gibi oyunlara girişmişti, anlar gibi oluyordum. orada, orada da birtakım ömürlerin sona erdiği bu ihtiyarlar yurdunun çevresinde de akşamlar, hüzünlü bir savaş aralığı gibiydi. anacığım, ölümün eşiğinde, kendini orada serbest ve her şeyi yeni baştan yaşamaya hazır hissetmiş olmalıydı. kimsenin, kimseciklerin onun arkasından ağlamaya hakkı yoktu. ben de her şeyi yeni baştan yaşamaya kendimi hazır hissettim. sanki bu büyük öfke beni kötülüklerden arındırmış, umuttan kurtarmıştı, işaretler ve yıldızlarla yüklü olan bu gecede, kendimi ilk kez olarak, dünyanın tatlı kayıtsızlığına açıyordum. dünyayı kendime bu kadar eş, bu kadar kardeş bulunca, anladım ki, eskiden mutluluğa ermişim. hatta hâlâ da mutluydum. her şey tamam olsun, kendimi pek yalnız hissetmeyeyim diye, benim için artık, idam günümde bir sürü seyirci bulunmasını ve beni nefret çığlıklarıyla karşılamalarını dilemekten başka bir şey kalmıyordu.