"insanları seviyorum çünkü düşüşlerini gördüm" albert camus
ama daha şimdiden, doyumumun ne olduğuna karar verebilirsiniz. kendi doğamın keyfini sürüyordum ben, hepimiz de biliriz ki, mutluluk buradadır, her ne kadar, kendimizi yatıştırmak için, bu zevkleri bazen bencillik adı altında mahkûm etme numarası yapsak da. hiç değilse, yaratılışımın bu yanının keyfini sürüyordum, bu yanım dul ve yetime o denli uygun biçimde tepkide bulunuyordu ki, böyle yapa yapa, tüm yaşamıma egemen oluyordu sonunda. örneğin, körlerin sokaklarda karşıdan karşıya geçmesine yardım etmeyi çok seviyordum. daha uzaklardan, bir bastonun bir kaldırımın köşesinde duraksadığını görür görmez atılıyordum, bazen yardımsever bir elin uzanmasından bir saniye önce körü başkalarının yardımına gerek bırakmadan yakalıyordum ve onu, geliş gidişin engelleri arasından, yumuşak ve emin bir elle kavrayarak kaldırımın sakin limanına götürüyordum, orada karşılıklı bir heyecan içinde ayrılıyorduk birbirimizden. aynı şekilde, sokakta yol soranlara bilgi vermeyi, ateş sunmayı, ağır yüklü arabalara omuz vermeyi, yolda kalmış otomobili itmeyi, dinsel kurtuluşçunun sattığı gazeteyi ya da montparnasse mezarlığı’ndan çalıp çalmadığını bilmesem de, ihtiyar satıcının sattığı çiçekleri satın almayı her zaman sevmişimdir. ayrıca, ah! bunu söylemek daha güç, sadaka vermeyi de seviyordum. dostlarımdan koyu bir hıristiyan, bir dilencinin evine yaklaştığını görünce ilk kapıldığı duygunun nahoş olduğunu kabul ediyordu. bendeyse daha kötüsü oluyordu: çok seviniyordum. geçelim bunu.
daha çok, nezaketimden söz edelim. bu nezaket ünlüydü, ama tartışma götürmezdi yine de. terbiyeli olmak gerçekten de bana büyük sevinçler veriyordu. bazı sabahlar otobüste ya da metroda yerimi, görünürde kime layıksa ona bırakmak, yaşlı bir kadının düşürdüğü bir şeyi yerden alıp iyi bildiğim bir gülümsemeyle ona vermek ya da salt benden daha acelesi olan bir kimseye, tuttuğum taksiyi bırakmak şansına erersem, günüm bu yüzden aydınlanıyordu. dahası, söylemem gerek ki, kamu ulaşım araçlarının grevde olduğu günlerde, otobüs duraklarında, evlerine gidemeyen bazı mutsuz hemşerilerimi arabama alma fırsatını bulunca seviniyordum. sonra, tiyatroda bir çiftin bir araya gelmesine olanak sağlamak için koltuğumu onlara bırakmak, yolculukta bir genç kızın yetişemediği bir fileye valizlerini yerleştirmek başkalarından daha sık yaptığım yiğitliklerdi, çünkü bunları yapma fırsatlarını daha dikkatle kolluyordum ve daha tatlı zevkler alıyordum bu davranışlardan.
benim iyi yürekli suçlularımdan bazıları da, zaten, adam öldürürken aynı duyguya kapılmışlardı. onların içinde bulundukları acı durumda, gazeteleri okumak onlara bir çeşit mutsuz ferahlama getiriyordu kuşkusuz. birçok insan gibi onlar da, adlarının karanlıkta kalmasına dayanamıyorlardı artık ve bu sabırsızlık onları nahoş aşırılıklara götürebiliyordu kısmen. ün kazanmak için insanın kapıcısını öldürmesi yeter. ne yazık ki, geçici bir ün söz konusudur burada, çünkü bıçaklanmaya layık ve bıçaklanan o kadar kapıcı var ki! suç hep sahnenin önünde işleniyor, ama suçlu orada ancak kısa bir süre için yer alıp hemen başkasına terk ediyor yerini. bu kısa zaferler de eninde sonunda çok pahalı ödeniyor. tersine, bizim o zavallı ün arayıcılarımızı savunmak ise gerçekten tanınmak demek oluyordu, aynı zamanda ve aynı yerlerde, ama daha ekonomik yollarla. bu da beni, onların en az bedel ödemeleri için değerli çabalar harcamaya özendiriyordu: onlar ödedikleri bedeli biraz da benim yerime ödüyorlardı. buna karşılık, ortaya serdiğim öfke, yetenek, heyecansa onlara karşı her türlü borcumu ortadan kaldırıyordu. yargıçlar ceza veriyor, sanıklar bunun kefaretini ödüyor, bense her türlü ödevden özgür, yargıdan da, yaptırımdan da bağışık olarak bir cennet ışığı içinde serbestçe egemenlik sürüyordum.
...hele hele, dostlarınız kendilerine karşı içten olmanızı istedikleri zaman onlara inanmayın. onlar, sizin için içtenlik vaadinizde bulacakları ek bir güvenceyi kendilerine sağlayarak onlar hakkındaki iyi fikrinizi sürdüreceğinizi umarlar yalnızca.içtenlik nasıl dostluğun bir koşulu olur? her ne pahasına olursa olsun gerçek sevgisi hiç bir şeyi kollamayan ve hiç bir şeyin kendisine direnemeyeceği bir tutkudur.bir kusurdur o , bazen bir konfordur ya da bir bencilliktir. eğer bu durumda bulunursanız çekinmeyin. `doğruyu söyleyeceğinize söz verin ve en fazla yalanı söyleyin`. böylece onların derin arzusuna yanıt verirsiniz ve sevginizi iki kere kanıtlarsınız onlara.
..ama biliyor musunuz niçin ölülere karşı hep daha dürüst ve daha cömertizdir? nedeni basittir! onlara karşı bir yükümlülüğümüz yoktur. özgür bırakır bizi onlar, zamanımızı rahatça kullanabiliriz, saygıyı boş zamanlarımızda kokteylle sevimli bir metres arasına koyabiliriz.
ama yeryüzü karanlıktır, aziz dostum, tahta kalın, kefen ışık geçirmez.
zenginlik insanı hemen verilecek yargıdan bağışık tutar, sizi metrodaki kalabalıktan ayırıp nikel kaplanmış bir arabaya kapatır, korunaklı geniş park yerlerinde, yataklı vagonlarda, lüks kamaralarda tecrit eder. zenginlik, aziz dostum, henüz aklanma değildir, ama her zaman hoş karşılanması gereken ertelemedir.
dostum olmadığını nereden mi biliyorum? çok basit: onlara iyi bir oyun oynamak, bir çeşit ceza vermek amacıyla kendimi öldürmeyi aklımdan geçirdiğim gün anladım bunu. kimi cezalandıracaktım ki? çok çok bir kaç kişiyi şaşırtırdım, kimse cezalandırılmış olduğunu bilmezdi ki
insanlar böyledir, aziz bayım, iki yüzü vardır onun: kendini sevmeden sevemez.
ah! aziz dostum, insanlar bulgulama bakımından ne kadar yoksul. bir nedenden ötürü intihar edilir sanırlar hep. ama iki nedenden ötürü de bal gibi intihar edilebilir.
bir adam tanıdım, kafasız bir kadına yaşamının yirmi yılını verdi, her şeyi feda etti ona, dostlarını, emegini, dürüstlügünü bile, ama bir aksam, kadını hiç sevmemiş holduğunu anladı. canı sıkılıyordu, hepsi bu, insanların cogu gibi canı sıkılıyordu. böylece karmaşa ve dram dolu bir yasam yaratmıştı kendine.bir olayın olması gerek, insan bağlantılarından çoğunun açıklaması işte bu. bir olayın olmasi gerek, hatta aşksız bir köleliğin, hatta savaşın ya da ölümün bile
..mesela, doğum günümün hatırlanmamasından hiç yakınmadım; bu konudaki sessizliğime şaşarlar, birazcık da hayranlık duyarlardı. fakat, ilgisizliğimin nedeni daha derinlerde saklıydı. kendi kendime yakınabilmek için unutmayı dilerdim. çok iyi hatırladığım o şanlı tarihten birkaç gün önce pusuya yatar, yanılmalarını umduğum kimselerin belleklerini uyaracak en ufak küçük bir şey ağzımdan kaçırmamaya, bunu yapmamaya bakardım. (birgün, bir evde takvimde değişiklik yapmayı bile düşünmüş müydüm?) yalnızlığım iyice doğrulandığında, kendimi, erkekçe bir üzüntünün zevkli çekimine bırakabiliyordum.
eğer pezevenkler ve hırsızlar her zaman her yerde mahkûm olsalardı, masum insanlar tümüyle ve hep masum sanacaklardı kendilerini, aziz bayım.