5 Şubat 2013 Salı

kürk mantolu madonna / sabahattin ali



... şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum. bu eksik sana değil, bana ait… bende inanmak noksanmış… beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadğım için, sana aşık olmadığımı zannediyormuşum. bunu şimdi anlıyorum. demek insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar. ama şimdi inanıyorum… sen beni inandırdın… seni seviyorum…

... dünyada sizden, yani bütün erkeklerden niçim bu kadar ediyorum biliyor musun? sırf böyle en tabii haklarıymış gibi insandan birçok şeyler istedikleri için… beni yanlış anlamayın, bu taleplerinin muhakkak söz haline gelmesi şart değil… erkeklerin öyle bir bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerimi kaldırışları, hulasa kadınlara oyle bir muammele edişleri var ki… kendilerine ne kadar fazla ve ne kadar aptalca güvendiklerini fark etmemek için kör olmak lazım. herhangi bir şekilde talepleri rededildiği zaman düştükleri şaşkınlığı görmek, küstahça gururlarını anlamak için kafidir. kendilerini daima bir avcı, bizi zavallı birer av olarak düşünmekten asla vazgeçmiyorlar. (…) biz istemeyiz, kendiliğimizden birşey vermeyiz. ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan tiksiniyorum.

... insan, bilhassa kadın ve erkek münasebetleri o kadar karmakarışık ve arzularımız, hislerimiz o kadar anlaşılmaz ve bulanık ki, hiç kimse ne yaptığını bilmiyor ve akıntıya kapılıp gidiyor. ben bunu istemiyorum. beni yüzde yüz doyurmayan, tam manasıyla istemediğim şeyleri yapmak, beni kendi gözlerimde küçültüyor… bilhassa tahammül edemediğim şey, kadının erkek karşısında her zaman pasif kalmaya mecbur oluşu… neden? niçin daima biz kaçacağız ve siz kovalayacaksınız?… niçin daima biz teslim olacağız ve siz teslim alacaksınız? niçin sizin davranışlarınızda bile bir tahakküm, bizim reddedişlerimizde bile bir aciz bulunacak? çocukluğumdan beri buna daima isyan ettim, bunu asla kabul edemedim. niçin böyleyim, niçin diğer kadınların farkına bile varmadıkları bir nokta bana bu kadar ehemmiyetli görünüyor? bunun üzerinde çok düşündüm. acaba bende anormal bir taraf mı var, dedim. hayır, bilakis, belki diğer kadınlardan daha normal olduğum için böyle düşünüyorum. çünkü hayatım, sırf bir tesadüf eseri olarak, diğer kadınları mukadderatlarını tabii görmeye alıştıran tesirlerden uzak geçti. babam, ben daha çok küçükken öldü. evde annemle ikimiz kaldık. annem, tabii olmaya, itaat etmeye alışmış bir kadının adeta bir timsaliydi. hayatta yalnız yürümek itiyatını kaybetmiş, daha doğrusu bu itiyatı asla kazanamamıştı. yedi yaşında olduğum halde onu ben idare etmeye başladım. ona ben metanet öğrettim, akıl öğrettim, destek oldum. böylece erkek tahakkümü görmeden, yani tabii olarak büyüdüm. mektepte kız arkadaşlarımın miskinliği, emelleri beni daima tiksindirdi. hiçbir şeyi, kendimi erkeklere beğendirmek için öğrenmedim. hiçbir zaman erkeklerin önünde kızarmadım ve onlardan bir iltifat beklemedim. bu hal beni müthiş bir yalnızlığa mahkum etti. kız arkadaşlarım benimle ahbaplık etmeyi ve fikirlerimi kabul etmeyi zevklerine ve rahatlarına aykırı buldular. hoş tutulan bir oyuncak olmak, onlara insan olmaktan daha kolay ve cazip geliyordu. erkeklerle de arkadaş olmadım. aradıkları yumuşak lokmayı bende bulamayınca müsavi kuvvetlerle karşı karşıya gelmektense kaçmayı tercih ettiler. o zaman erkek azminin ve kuvvetinin ne olduğunu gayet iyi anladım; dünyada hiçbir mahluk bu kadar kolay muvaffakiyetler peşinde koşmaz ve hiçbir mahluk erkekler kadar hodbin, kendini beğenmiş ve kibirli, fakat aynı zamanda korkak ve rahatına düşkün değildir. bir kere bunları fark ettikten sonra erkekleri sahiden sevebilmem imkansızdı. en hoşuma giden ve birçok hususlarda bana yakın olan adamların bile, küçük vesilelerle, bu kurt dişlerini gösterdiklerini; her ikimize aynı derecede zevk veren beraberliklerden sonra, özür dilemeye, himaye etmeye çalışan, fakat aynı zamanda herhangi bir şekilde muzaffer olduğunu zanneden ahmakça bakışlarla yanıma sokulduklarını gördüm. halbuki acınacak halde olan, zavallılıkları ortaya çıkan onlardı. hiçbir kadın ihtiras halindeki erkek kadar zayıf ve gülünç olamaz. buna rağmen bu hallerini kuvvet tezahürü zannedecek kadar yersiz bir gururları vardır… aman yarabbi, insan deli olur… kendimde hiçbir gayri tabii temayül bulunmadığını bildiğim halde, bir kadına aşık olmayı tercih ederim. korkmayın, zannettiğiniz gibi değil. bir erkeği sevmem lazım geldiğine inanıyorum. ama sahiden bir erkek… hiçbir kuvvete dayanmadan beni sürükleyebilecek bir erkek… benden bir şey istemeden, bana hakim olmadan, beni tezlil etmeden sevecek ve yanımda yürüyecek bir erkek… yani hakikaten kuvvetli, tam bir erkek…

 ... eğleniyorlardı. yaşıyorlardı. ve ben, kafamın içine ve yalnız kendi ruhuma kapanmakla onların üstünde değil, altında bulunduğumu anlıyordum. şimdiye kadar zannettiğim gibi, kitleden ayrılmanın bir hususiyet, bir fazlalık değil, bir sakatlık demeklik olduğunu hissediyordum. bu insanlar dünyada nasıl yaşamak lazımsa öyle yaşıyorlar, vazifelerini yapıyorlar, hayata bir şey ilave ediyorlardı. ben neydim? ruhum, bir ağaç kurdu gibi beni kemirmekten başka ne yapıyordu? şu ağaçlar, onların dallarını ve eteklerini örten karlar, şu ahşap bina, şu gramafon, şu göl ve üzerindeki buz tabakası ve nihayet bu çeşit çeşit insanlar hayatın kendilerine verdiği bir işi yapmakla meşguldüler. her hareketlerinin bir manası vardı, ilk bakışta göze görünmeyen bir manası. ben ise, dingilden fırlayarak, boşta yuvarlanan bir araba tekerliği gibi sallanıyor ve bu halimden kendime imtiyazlar çıkarmaya çalışıyordum. muhakkak ki dünyanın en lüzumsuz adamıydım. hayat beni kaybetmekle hiçbir şey ziyan etmeyecekti. hiç kimsenin benden birşey beklediği ve benim hiç kimseden bir şey beklediğim yoktu.

... gece, tam onun atlantik’te numara yaptığı sıralarda, kendisini telefona çağırmak, rahatsız ettiğim için af diledikten sonra, kısaca veda ederek mikrofon başında kafama bir kurşun sıkmak ne güzel olurdu. bu müthiş sesi duyunca, evvela ne olduğunu anlamayarak bir müddet duracak, sonra deli gibi “raif!” raif!” diye bağırıp benden cevap almaya çalışacaktı. yerde son nefesimi verirken ihtimal ki, bu sesleri de duyar ve gülümseyerek ölürdüm. benim nereden telefon ettiğimi bilmediği için çaresizlik içinde çırpınacak, polise haber veremeyecek ve ertesi gün elleri titreyerek gazeteleri karıştırıp, esrarı çözülemeyen bu facia hakkındaki tafsilatı okurken kalbi nedamet ve yeis içinde çırpınacak, ömrünün sonuna kadar beni unutamayacağını, kendimi kanla hatırasına bağladığımı anlayacaktı.”

.. her şeyi içinde boğmaya mecbur olmak, diri diri mezara kapanmaktan başka nedir? ah maria, niçin seninle bir pencere kenarında oturup konuşamıyoruz? niçin rüzgarlı sonbahar akşamlarında, sessizce yan yana yürüyerek ruhlarımızın konuştuğunu dinleyemiyoruz? niçin yanımda değilsin?

...dünyada bana hiçbir şey tabiattan melül bir insanın zorla gülmeye çalışması kadar acı gelmemiştir.

….insanlara ne kadar çok muhtaç olursam, onlardan kaçmak ihtiyacım da o kadar artıyordu.

..bu akşam anladım ki, bir insan diğer bir insana bazan hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş. gene bu akşam anladım ki, onu kaybettikten sonra, ben dünyada ancak kof bir ceviz tanesi gibi yuvarlanıp sürüklenebilirim.

... maria puder, hastanede yirmi beş gün kaldı. belki daha fazla tutacaklardı, fakat o, doktorlara burada sıkıldığını, evde kendisine iyi bakacağını söyledi. uzun boylu tavsiyelerle ve deste deste reçetelerle, karlı bir günde, hastaneden çıkıp evine geldi. ben bu yirmi beş gün zarfında ne yaptığımı şimdi pek hatırlamıyorum. galiba onu gidip gördüğüm, başucunda durarak, terleyen yüzünü, ara sıra kenara kayan gözlerini ve büyük bir güçlükle nefes alan göğsünü seyrettiğim zamanların haricinde hiçbir şey yapmadım. hatta yaşamadım bile; çünkü yaşasam şimdi aklımda bu günlere ait hiç olmazsa küçücük bir hatıra bulunurdu. yalnız onun yanındayken içimi müthiş bir korku,

... dünya’nın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!... niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz?

... Bilhassa tahammül edemediğim bir şey, kadının erkek karşısında her zaman pasif kalmaya mecbur oluşu... Neden? Niçin daima biz kaçacağız ve siz kovalayacaksınız? Niçin daima biz teslim olacağız ve siz teslim alacaksınız? Niçin sizin yalvarışlarınızda bile bir tahakküm, bizim reddedişlerimizde bile bir aciz bulunacak? Çocukluğumdan beri buna daima isyan ettim, bunu asla kabul edemedim. Niçin böyleyim, niçin diğer kadınların farkına bile varmadıkları bir nokta bana bu kadar ehemmiyetli görünüyor?

...Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz?

...Hayatımızın, birtakım ehemmiyetsiz teferruatın oyuncağı olduğunu, çünkü asıl hayatın teferruattan ibaret bulunduğunu görüyordum.

...İnsanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri araştırmayı tercih ediyorlar. Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır.

...İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için,bu zahmetli işe teşebbüs etmektense; körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar.

...Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir.

...Dünyada bana hiçbir şey, tabiattan melül bir insanın zorla gülmeye çalışması kadar acı gelmemiştir.

...Kız arkadaşlarım benimle ahbaplık etmeyi ve fikirlerimi kabul etmeyi zevklerine ve rahatlarına aykırı buldular. Hoş tutulan bir oyuncak olmak onlara insan olmaktan daha kolay ve cazip geliyordu.

...Kendimi bildim bileli, bütün günlerimi, haberim olmadan ve nefsime itiraf etmeden, bir insanı aramakla geçirmiş ve bu yüzden bütün diğer insanlardan kaçmıştım.