24 Şubat 2013 Pazar

mühürlenmiş zaman / andrey tarkovski




ilkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir. bir insanın kendine karşı hile yapması, onun, filminden, hayatından, her şeyinden vazgeçmesi demektir.

... doğrusunu söylemek gerekirse ben, düşünceleri öncelikle polemik içinde gelişen insanlardanım (gerçeğin tartışmalardan doğacaığ görüşüne katılıyorum). tek başıma kaldım mı, muhtemel fikir ve anlayışların az çok belirgin iskeletine duygusal malzeme sağlamanın ötesinde bir işe yaramadığı için her türlü yaratıcı düşünme süreciyle çelişen, ayrıca metafizik yapıma da pek de uygun düşen bir inceleme tarzına kendimi kaptırıp gidiyorum.

... çünkü yaratıcı çalışma, asla değişmez mutlak ölçütlere vurulmaz.

insan hayatının öyle yönleri vardır ki, bunlar ancak şiirsel araçların yardımıyla oldukları gibi yansıtılabilirler.

... ama bütün bunlar gerçek dışı bir atmosfer yaratmaktan öte bir işe yaramazdı. ya içerik? ya rüyanın mantığı, o ne olacaktı? bu mantık, burada, anıların kendisinden fışkırıyordu. bir yerlerde ıslak otlar, güneşin altında dumanları tüten atlar; bunların hepsi doğrudan hayatın içinde görüntüye girmişlerdi, yani hiçbiri güzel sanatların yakın dallarından türetilmiş malzeme değildi. düşsel gerçekdışılığı en basit çözümlerle yansıtma arayışı bizi sonunda, ağaçların ve arkaplanda beliren ve her seferinde değişik bir ifade taşıyan bir kız çehresinin negatif görüntüsünü üç kez geniş açı içinde vermeye itti. bu planda amacımız, kaçınılmaz felaketi kızın önsezileriyle algıladığını vurgulamaktı. (plastik etki)

... bu tip, içsel dramatikliğiyle beni, keskinleşen buhran anlarından ve insanlara özgü bütün temel çatışmalardan adım adım gelişen karakterlerden daha çok fazla etkiledi. gelişmeyen, neredeyse durgun bir karakterde ihtirasın baskısı aşırı derecede yoğunlaşır ve bu yüzden adım adım gelişen bir insanda olduğundan çok daha belirgin ve inandırıcı bir şekle bürünür. işte, dostoyevski'yi de bu tür bir ihtirası anlatığı için seviyorum. benim bütün ilgim, görünüşte dingin, ancak esiri oldukları ihtiraslar yüzünden içsel gerilimle dolu karakterlere yöneliktir.

...senaryonun yazarı ve yönetmen aynı kişi değilse, o zaman hiçbir şeyle önüne geçilmeyecek bir çelişkiye tanık olacağız demektir. tabii bu, ilkelerine bağlı iki sanatının karşı karşıya geldiği durumlar için söz konusudur yalnızca.

şiirsel bağlantılar, olağanüstü duygusal bir ortam yaratarak seyirciyi harekete geçirir. seyircinin hayatı tanıma faaliyetine katılmasına özellik sağlar, çünkü ne hazır bir sonuç sunmakta ne de yazarın katı talimatlarına dayanmaktadır. kullanıma açık tek şey, canlandırılan görüntülerin derin anlamını bulup keşfetmeye yarayan şeydir. karmaşık bir düşünce ve şiirsel bir dünya görüşü, asla, ne pahasına olursa olsun, fazla açık, herkesçe bilinen olgular çerçevesine sıkıştırılmamalıdır. dolaysız, genelgeçer sonuçlar çıkarma mantığı, insana fazlasıyla geometri teoremlerinin ispatını hatırlatıyor. oysa akılsal ve duygusal hayat değerlerinin birbirine bağlandığı çağrışımsal bağlar, hiç şüphesiz sanat için çok zengin imkanlar sağlar. sinemanın bu imkanlardan bu kadar seyrek yararlanması gerçekten üzücüdür. zira bu yol oldukça çok şey vaat ediyor. bu yol bağrında, bir görüntüyü oluşturan malzemeyi adeta 'patlatacak' bir güç barındırıyor.

... bir sanat eseri: bu her şart altında, düşünceyle biçimin organik birliği demektir.

... insan hayatının öyle yönleri vardır ki, bunlar ancak şiirsel araçların yardımıyla oldukları gibi yansıtılabilirler. (yaratılan plastik etki)

sanat niçin vardır? sanata kim ihtiyaç duyar? esasen sanata ihtiyaç duyan herhangi bir kimse var mıdır? bütün bunlar, yalnızca sanatçıların değil, sanatı kabullenen, daha doğrusu günümüzde kullanılan deyimiyle "tüketen" (ne yazık ki tüketen deyimi, 20. yüzyıldaki sanat-kitle ilişkisinin özünü belirlemekte, dahası âdeta teşhir etmektedir) her insanın cevabını aradığı sorulardır. herkes bu soruyla ilgili ve dediğimiz gibi, sanatla uğraşan her insan bu soruya bir cevap arıyor. aleksander blok, "şair, kargaşadan uyum yaratır" demiştir. puşkin, şairi peygamberlik yeteneği ile donatır. her sanatçı, diğer sanatçılar için bağlayıcı olmayan, kendine özgü yasalarla tanımlanır.

ne olursa olsun, yalnızca bir meta olarak 'tüketilmek' istenmeyen her türlü sanatın amacı, hiç şüphesiz kendine ve çevresine, hayatın ve insan varlığının anlamını açıklamak, yani insanoğlu gezegenimizdeki varoluş sebebini ve amacını göstermek olmalıdır. hatta belki de hiç açıklamaya bile kalkmadan onları bu soruyla karşı karşıya getirmelidir.

insanoğlu bıkıp usanmadan, kendisiyle dünya arasında bir ilişki kurar; bu dünyayı sahiplenmek, sezgisel olarak algıladığı idealiyle bu dünya arasında bir uyum sağlamak için yanıp tutuşur. bu isteğin yerine getirilemez olması, insanların hoşnutsuzluğunun ve kendi benliğindeki eksikliğin yarattığı acının bitip tükenmeyen bir kaynağını oluşturur. demek ki sanat ve bilim, dünyaya sahip olma biçimleri; insanın sözümona 'mutlak gerçek'e giden yol üzerindeki bilgi edinme biçimleridir.

ve sanat, en olgucu anlamıyla da olsa bir eğitimin temeli değil, manevi bir deneyim talep eder.

... burada güzele ulaşmaktan söz ederken, yani ideale özlemden doğan sanatın hedefinin işte bu ideal olduğunu söylerken, amacım asla sanatın dünyevi 'pislik'ten kaçınması gerektiğini vurgulamak değildir. aksine, sanatsal görüntü daima, birinin yerine ötekini, büyüğün yerine küçüğü geçiren bir göstergedir. canlıdan  söz etmek isteyen sanatçı ölüden bahseder, sonsuz hakkında konuşabilmke için sınırlı olanı sunar. bir yedek! sonsuzu maddeleştirmek mümkün değildir, ancak onun yanılsaması, görüntüsü yaratılabilir.
çirkin nasıl güzelin içinde varsa, güzel de çirkinin içinde vardır. hayat, bu saçmalığa varan muazzam çelişkinin içine gömülmüştür ve bu çelişki sanatta aynı zamanda hem uyumlu hem de dramatik bir birlik olarak belirir. her şeyin birbirine yakın olduğu, her şeyin iç içe geçtiği bu bütünlüğü algılamaksa ancak görüntüyle mümkündür. bir görüntünün düşüncesinden söz edilebilir, görüntünün özü, sözcüklerle ifade edilebilir, çünkü düşüncenin sözel ifadesi, şekillendirilmesi mümkündür. ancak bu tanımlama da görüntüyü anlatmaya yetmez. bir görüntünün bu eylemin akılsal anlamı açısından kavranamaz. sonsuzluk düşüncesi sözcüklerle ifade edilemez, hatta tanımlanamaz bile. sanat, insanlara bu imkanı bahşeder, sonsuzu denenebilir kılar. sanatçının kendi sanatı uğruna verdiği mücadelenin azgeçilmez koşulları, kendine inanmak, hizmet etmeye hazır olmak ve taviz vermemektir.
... bütün bunlara ek olarak, sanatın köklü bir iletişim işlevi vardır. ... sanat, bir üst dildir.

bir sanat eserinin kabul görmesinin vazgeçilmez önkoşulu, bir sanatçıya güvenme, ona inanmaya hazır olmaktır. ama bazen, salt duygularla kavranması gereken şiirsel bir görüntüden bizi ayıran anlaşmazlık derecesini aşmak çok güçtür. tıpkı tanrı'ya duyulan gerçek inanç gibi bu inancın da koşulu, belli bir ruhsal tutum ve özel, saf bir manevi güçtür.
burada dostoyevski'nin ecinniler romanında yer alan, stavrogun ile şatov arasındaki konuşma yeniden akla geliyor.
"yalnızca sizin  tanrı'ya inanıp inanmadığınızı öğrenmek istiyorum"
nikolay vsevolodoviç onu sert bir ifade ile süzmektedir.
"ben rusya'ya ve onun iman gücüne inanıyorum. isa'nın bedenine inanıyorum. isa'nın rusya'da yeniden doğacagına inanıyorum... inanıyorum." diye kekeledi satov, heyecanla.
"peki ya tanrı'ya? tanrı'ya inanıyor musunuz?"
"ben, tanrı'ya... inanacağım."

... güzel, gerçeğin peşinden koşmayanlardan kendiğni gizler.

bence, çağımızın en üzücü özelliği, sıradan insanın bugün, güzeli ve geçici olmayanı yansıtmakla ilgili olan her şeyden koparılmış olmasıdır. "tüketicilere" göre biçilmiş günümüz kitle kültürü -bir protezler medeniyeti- ruhları sakatlıyor; insanın kendi varlığıyla ilgili en temel soruları sormasını, bir ruhsal varlık olarak kendisinin bilincine varmasını giderek artan bir şekilde engelliyor; ama bir sanatçı, gerçeğin sesine kulaklarını tıkamamalıdır, tıkayamaz; çünkü ancak ve ancak bu çağrı, yaratıcı iradesini belirleyecek ve disiplin altına alacaktır. sanatçı; yalnız bu sayede inancını başkalarına da aktarabilme yeteneğine kavuşacaktır. bu inanca sahip olmayan bir sanatço ise doğuştan kör bir ressama benzer.

.. hayır, sanatın amcı, daha çok, insanı ölüme hazırlamak, onu iç dünyasının en gizli köşesinden vurmaktır.

thomas mann, bir keresinde şöyle bir söz sarf etmişti: "özgür olan, yalnızca kayıtsızlıktır. kişilik sahibi olan özgür değildir, aksine kendi damgasının izini taşımak, gereklerine uymak ve esiri olmak zorundadır"

bir insan, yaşadığı zaman süresince kendini gerçek peşinde koşma yeteneği olan ahlaki bir varlık olarak kavrama imkanına sahiptir. zaman, insana verilmiş hem tatlı hem de acı bir armağandır. hayat, var olmak için kendine koyduğu hedeflere uygun olarak bir ruh geliştirmesi için insanan tanınmış bir süreden başka bir şey değildir. ve insan bu gelişimi gerçekleştirmek zorundadur. hayatımızın sıkıştırıldığı o acımasız derecede dar çerçeve, bizim kendimize ve diğer insanlara olan sorumluluğumuzu açıkça gözler önüne serer. insanın vicdanı da zamana bağlıdır ve yalnız onunla var olur.

bilindiği gibi, hazreti süleyman'ın yüzüğüne şu satırlar kazılmıştır: "her şey gelip geçicidir"

genelde insan, yitirilmiş, kaçırılmış ya da henüz erişilememiş zaman yüzünden sinemaya gider. hayat deneyimleri arayış içinde oraya gider, çünkü sinema, başka hiçbir sanat türünün başaramayacağı kadar insanın olgusal deneyimini genişletir, zenginleştirir ve derinleştirir, hatta yalnız zenginleştirmekle de kalmaz, adeta gözle görülür bir şekilde uzatır da. sinemanın esas gücü budur, yoksa 'star'lar, bıkkınlık veren konular, günlük hayatı unutturan eğlence değil.

bir gün teyibime tesadüf bir diyalog kaydetmişim. insanlar seslerinin kaydedildiğini fark etmeden sohbet ediyorlar. bu bandı sonradan dinlediğimde, her şey mükemmel bir mizansen, bir 'kayıt'mış gibi geldi bana. kişilerin harket mantıkları, duyguları ve enerjileri açıkça hissedilebiliyordu. seslerdeki o harika tını, o olağanüstü duraklamalar... hiçbir stanislavski, bu duraklamaları imkanı yok açıklayamaz. hemingway'in o ünlü üslubu da bu diyalog yapısı karşısında taklitçi ve naif kalır.

... buna verebileceğim tek cevap, rüyanın 'karmaşıklığı' ve 'söylenebilmezliği'nin sinema için net görüntüden vazgeçmek anlamına gelmeyeceğidir.

filmin son sahnesinde de santis, kadın ve erkek kahramanın dikenli tellerin iki ynaına yerleştirir. dikenli tellerin bildirisi çok açıktır. bu çiftin arasına ayrılık girmiştir., aralarında mutluluğun hüküm sürmesine imkan yoktur; bir ilişki kuramayacaklardır. bu olayın somut, bireysel eşsizliği, zorla üstüne bindirilen biçim yüzünden birdenbire sıradanlaşır böylece. yönetmenin yürüttüğü sözümona mantık seyircinin adeta kucağına düşer ve ne yazık ki çoğu seyirci de bundan hoşlanır. sonucu 'mantıken izleyebildikleri' ve anlamını açıkça görebildikleri için, yani perdede olup bitenlere dikkatini vermek adına bir de beyinleri ve gözleri yormak zorunda kalmayacakları için bununla yetinmeyi yeğlerler. bu tür hazır lokmalara alışmış seyircinin sonunda seviyesi de düşer, demoralize olur. dikenli tellere, çitlere bir sürü film de rastlar durururz; anlamları da hiç değişmez, hep aynıdır.


19 Şubat 2013 Salı

dance me to the end of love / leonard cohen



dance me to the end of love
dance me to your beauty with a burning violin
dance me through the panic 'til i'm gathered safely in
lift me like an olive branch and be my homeward dove
dance me to the end of love
dance me to the end of love

oh let me see your beauty when the witnesses are gone
let me feel you moving like they do in babylon
show me slowly what i only know the limits of
dance me to the end of love
dance me to the end of love
me to the wedding now, dance me on and on
dance me very tenderly and dance me very long
we're both of us beneath our love, we're both of us above
dance me to the end of love
dance me to the end of love

dance me to the children who are asking to be born
dance me through the curtains that our kisses have outworn
raise a tent of shelter now, though every thread is torn
dance me to the end of love

dance me to your beauty with a burning violin
dance me through the panic till i'm gathered safely in
touch me with your naked hand or touch me with your glove
dance me to the end of love
dance me to the end of love
dance me to the end of love

danset benimle askin sonuna dek
güzelliginle danset benimle siddetli bir viyolin esliginde
telas içinde danset benimle güvenlice bulusana dek
kaldir beni bir zeytin dali gibi ve eve dogru giden güvercinim ol
danset benimle askin sonuna dek
danset benimle askin sonuna dek

güzelligini görmeme izin ver seyirciler gittigi zaman
oyununu görmeme izin ver babylonda yaptiklari gibi
yavasça göster bana sinirlarinin ne oldugunu
danset benimle askin sonuna dek
danset benimle askin sonuna dek
dügünde simdi ben de, danset benimle ve danset
danset benimle usulca ve danset benimle çok uzun
biz ikimiz askimizin altindayiz, biz ikimiz yukarisinda
danset benimle askin sonuna dek
danset benimle askin sonuna dek
danset benimle dogmayi bekleyen çocuklara kadar
danset benimle öpücüklerimizin eskittigi son perde içinde
siginacak bir çadir kur simdi, her ipligi yirtilmis olsa da
danset benimle askin sonuna dek

güzelliginle danset benimle siddetli bir viyolin esliginde
telas içinde danset benimle güvenlice bulusana dek
dokun bana çiplak ellerinle ya da dokun bana eldiveninle
danset benimle askin sonuna dek
danset benimle askin sonuna dek
danset benimle askin sonuna dek

açlık / knut hamsun

“fakat yine durdum. aklın alamayacağı kadar zayıf olmalıydım. gözlerim çukura batmış, kafamın içine gömülmüştü. yüzüm nasıldı acaba? insanın, henüz yaşarken, sadece açlık yüzünden çirkin, korkunç biçimlere girmesi, çok rezil bir şeydi, çok rezil! içimde o çılgınca öfkeyi yeniden hissettim; son parlayış, son deprenişti bu. allahım, bu ne surat böyle? memlekette eşi benzeri bulunmayan bir kelle götürüyor, allahım, bir hamalı tuz-buz edecek güçte bir çift yumruk taşıyor ve kristiana şehrinin göbeğinde, suratım suratlıktan çıkacak kadar açlık çekiyordum! ne işti bu! bir beygir gibi, ha babam, kendimi zorlamış, gece gündüz, gözlerim önüme akıncaya kadar okumuş, çalışmış, beynimdeki zekâyı açlıklara akıtmıştım! ne geçmişti, lanet olsun, elime? sokak sürtükleri bile, bu manzaradan kendilerini koruması için tanrıya yalvarıyorlardı. fakat artık buna bir son vermek gerek… anlıyor musun? son vermek gerek, şeytanlar görsün yüzümü!.. sürekli büyüyen bir öfkeyle, bitkinliğime içerleyip, dişlerimi gıcırdatarak, ağlaya küfrede, sendeleye tökezleye yürüyor, yanımdan geçenlere dikkat bile etmiyordum. kendime işkence etmeye başlamıştım yeniden. alnımı bile bile sokak fenerlerine çarpıyor, tırnaklarımı avuçlarıma batırıyor, düzgün konuşamadım mı, öfkemden kudurarak dilimi ısırıyor, canım yandıkça deliler gibi gülüyordum.”

57
gözlerimi kapadım, yarı sesli bir şarkı tutturdum, oyalanmak için yatağa uzandım fakat boşuna! karanlık zihnimi kavramış, beni bir an olsun kendi halime bırakmıyordu. ya içinde erir, karanlığa karışır gidersem? yatakta doğruldum, kollarımı sağa sola savurdum.
sinirlerim bozuldukça bozuluyordu. var gücümle buna karşı koymayı denedim, hiçbir faydası olmadı. gayet garip hayallerin elinde tutsak oturuyor, kendimi yatıştırmak isteyerek ninniler mırıldanıyor, sıkıntıdan ter içinde, huzursuzluğumu gidermeye çalışıyordum. gözlerimi karanlığa dikmiştim. hayatımda böylesine bir karanlık görmemiştim. burada bambaşka bir karanlıkla karşı karşıya olduğum kuşkusuzdu; daha önce kimsenin dikkat etmediği çılgın bir elemanla karşı karşıya olduğum! en gülünç düşünceler zihnimi kurcalıyor, her şey beni ürkütüyordu. duvarda bir küçük deliğe takılmıştı aklım. duvarda bulduğum bir çivi deliği, duvara oyulmuş bir işaretti bu. elimle yokladım, içine üfledim, derinliğini ölçmek istedim. rastgele bir delik değildi, asla! kalleş, içtenpazarlıklı bir delikti bu; ondan sakınmam gerekiyordu. bu deliğin düşüncesiyle büyülenmiş, merak ve korkudan deliye dönmüş, derinliğini ölçmek, bitişik odaya kadar sürüp gitmediğinden emin olabilmek için sonunda yataktan kalkıp yarım çakımı aramam gerekti.

gözlerimi açtım. uyuyamadıktan sonra neden kapalı tutayım? aynı karanlık pusudaydı çevremde, düşüncelerimin tırmanmak isteyip de kavrayamadıkları, kavranmaz o siyah sonsuzluk! neye benzetilebilirdi acaba? bu karanlığı ifade edebilecek siyahlıkta bir sözcük bulmaya zorladım kendimi; fakat faydasız! söyledim mi ağzımı kapkara edecek şiddette bir sözcük arıyordum allah'ım ne kadar da siyahtı ya! tekrar limanı, gemileri, durmuş beni bekleyen o kara devleri düşündüm. beni emip kendilerine çekecekler, beni tutacaklar, ülkeden denizlerden aşıracaklar, insan gözünün görmediği siyah diyarlara götüreceklerdi. kendimi suların çekimine tutulmuş, gemilerde görüyor, bulutlarda süzüldüğümü hissediyor, batıyor, batıyordum. korkudan kısık bir çığlık kopardım, sımsıkı yapıştım yatağa. tehlikeli bir yolculuk yapmış, bir bohça gibi havalarda savrulmuştum. elimi sert kerevete çarpınca öyle bir ferahladım ki! işte ölüm, dedim kendi kendime, öl artık! bir süre yattığım yerde kaldım, artık öleceğimi düşündüm, birden doğruldum, sert bir sesle sordum: öleceğimi de kim söyledi?

112
birden bir sesleniş duydum soğuk, keskin bir ihtar. bu haykırışı duydum, çok iyi duydum, sinirli bir halde yana kaydım, berbat ayaklarımın kımıldanışı nispetinde hızlı bir adım attım. koskoca bir ekmek arabası ta yanımdan geçti, tekerlek ceketimi sıyırmıştı biraz tetik davransaydım kurtulacaktım. dişimi tırnağıma taksaydım biraz tetik davranabilirdim belki de biraz tetik! ama iş işten geçmişti ayaklarımdan birinde bir acı duydum, birkaç parmak ezilmişti. ezilen parmakların, ayakkabının içinde adeta büzülüverdiklerini hissettim. arabacı var gücüyle atların dizginlerine sarıldı, arabada arkasına dönerek dehşet içinde sordu: ne oldu? evet, daha da kötü olabilirdi... her halde tehlikeli değil o kadar... kırık çıkık olduğunu sanmıyorum... rica ederim… gidebildiğim kadar çabuk, banklardan birine yürüdüm etrafımı almış, gözlerim bana dikmiş bu bir sürü insandan sıkılıyordum. hem öldürücü bir darbe değildi bu ucuz atlatmıştım, böyle bir şey başıma gelecekti er geç. işin fena tarafı, ayakkabım parçalanmış, kapak tabandan kopmuştu. ayağımı kaldırdım, yangın içinde kan gördüm. bilerek yapılmamıştı ya bu adam başıma böyle bir kazanın gelmesini istememişti ya az mı korkmuştu! arabadan biraz ekmek vermesini isteseydim verirdi herhalde. sevinç sevine verirdi şüphesiz, allah razı olsun!açlıktan imanım gevriyor, bu yüzsüz iştahımdan nasıl yakayı sıyıracağımı bilemiyordum. oturduğum kanepede sağa sola kıvranıyor, göğsümü dizlerime eğiyordum. karanlık bastırınca belediyenin oraya gittim.allah bilir, oraya nasıl vardığımı... parmaklığın kenarına oturdum. ceketimin ceplerinden birim yırttım, ağzıma sokup çiğnemeye başladım. belli bir maksatla değil, gözlerim bir noktaya dikili, bir şey gömleksizin, halim zehir zakkum, ağzımda çiğniyordum, birkaç çocuğun etrafımda oynadıklarını işitiyor, önümden geçen bir yolcuyu içgüdümle duyuyor, başkaca bir şeye dikkat etmiyordum:.birdenbire altımdaki dükkanlardan birine gidip biraz çiğ et elde etmeyi düşündüm. yerimden kalktım, parmaklığın karşı tarafına geçtim, çarşı çatısının öbür uçundan aşağı indim. kasaplara yaklaşmıştım ki, basamakların bitiminde yukarıya seslendim yukarda bir köpek varmış da onunla konuşuyormuşum gibi, arkama tehditler savurdum. karşıma çıkan ilk kasaba yöneldim:lütfen dedim. köpeğim için bir kemik verir misiniz ? bir kuru kemik, üzerinde hiç et olmasa da olur ağzına almaya bir şey olsun, kafi!adam bir kemik verdi, küçük mükemmel bir kemik, üzerinde et de vardı biraz kemiği ceketimin altına soktum, öyle candan teşekkür ettim ki, adam şaşırdı, yüzüme baktı. bir şey değil! dedi.yoo, öyle söylemeyiniz! diye mırıldandım. bana büyük bir iyilik ettiniz.sonra yukarı çıktım. kalbim hızlı hızlı çarpıyordu. demirciler geçidine daldım, ta içerlere yürüdüm, bir arka avluda harap bir kapının önünde durdum. dört bir yanda hiç ışık görülmüyordu dört bir yanım karanlıktı mükemmel kemiği kemirmeye başladım.tadı neyin tadına benziyordu, hiçbir şeyin! bayat kanın tıkayıcı kokusuydu kemikten yükselen derhal kusmak zorunda kaldım. bir daha denedim. yuttuklarımı çıkarmayacak olsam faydasını görecektim herhalde midemi yatıştırmam gerekiyordu. kızdım, dişlerimi hırsla et parçasına geçirdim, birazım kopardım, sonra yuttum. para etmiyordu et kırıkları midemde ısınır ısınmaz geri geliyorlardı. çılgına dönmüş, yumruklarımı sıktım, çaresizlikten ağlamaklı olmuştum deliler gibi dişledim kemiği. gözyaşlarını boşandı, yaşlarla ıslandı, kirlendi kemik, öğürüyor, küfrediyor, yeniden ısırıyordum kalbim çatlayacakmış gibi ağlıyordum, tekrar kustum. bağırıp çağırarak, dünyada ne var ne yok isyan ettim.çıt yok. çevremde ne bir insan, ne bir ışık, ne bir ses. zorlu bir heyecan hali yaşıyordum beni belki biraz doyurabilecek olan bu ufacık et parçalarını çıkarmak zorunda kaldıkça ağır ve sesli soluyor, dişlerimi gıcırdatarak ağlıyordum. hiçbirinin fayda etmediğini görünce bitkin bir nefretle dolu, gözlümün öfke bürümüş, elimdeki kemiği kapıya doğru fırlattım gökyüzüne yukarı bağırıp çağırdım, tehditler savurdum sesim kısılmış, acı acı allah'ın adım haykırdım, parmaklarımı pençeler gibi büktüm... isyan ediyordun, deliler gibi isyan ediyordum.

15 Şubat 2013 Cuma

kader / zeki demirkubuz



uğur: neden geldin?
bekir: biliyorsun.
u: ne deyim ben şimdi sana
b: hiç bir şey deme bir tek kalmama izin ver yeter. bak söz veriyorum bu sefer hiç bir şeye karışmıycam.
u: kaç defa denedik biliyorsun. nasıl inanıyım sana?
b: söz veriyorum eğer durmazsam kovarsın.
u: ya bela çıkarırsan?
b: çıkarmam.
u: ya çıkarırsan?
b: çıkarmam ya. baktım olmuyor bi' kenarda kafama sıkarım.
u: manyak manyak konuşma.
b: eğer sıkmazsam siksinler. benim de bi' gururum var be.
u: gördük son defasında bütün konya'yı ayağa kaldırıp gittin.
b: sen de aşşağılama bizi o ta ne zamandı.
u: ben dönmenden yanayım. artık iki çocuk babasısın.
b: bunu yapma bana
u: sen de yapma. benim için hava hoş. iyi bile olur. ama insaniyetli olmaz. sana da yazık ailene de.
b: sen de anla artık başka yolu yok bunun. yazıkmış kılmış tüymüş, hepsi hesap edildi bunların ya. her şeye hazırım diyorum sana. herkesin inandığı bir şey vardır bu amına koduğumun hayatında. benimki de sensin.

geçen gece çocuk hastaydı. ilacı bitmiş; almak için dışarı çıktım. sağa sola saldırıp nöbetçi eczane arıyoruz. birden durup dururken içim cız etti. baktım yine aynı karın ağrısı. öyle özlemişim ki seni... dönerken bir meyhane gördüm. bir tek içeri girdiğimi hatırlıyorum, bir de rakıya yumulduğumu. arkasından en az dört cigaralık... sonra gözümü bir açtım: karşıdan karlı dağlar geçiyor. bir daha açtım, başımda bir çocuk ''kalk abi.'' diyor ''kars'a geldik.'' otobüsten indim, yürümeye başladım. dedim: ''allah'ım nerdeyim ben, burası neresi?'' sonra güç bela burayı buldum. kapının önünde durup düşündüm. dedim: ''bekir, bu kapı ahiret kapısı, burası sırat köprüsü, bu sefer de geçersen bir daha göremezsin. iyi düşün'' dedim. düşündüm... düşündüm... ama olmadı; dönmedim. sonra '' bak oğlum'' dedim kendi kendime. ''yolu yok çekeceksin. isyan etmenin faydası yok; kader'in böyle... yol belli, bu son, son yürüşün.''

offret / andrey tarkovski



(alexander kitapta fotoğrafları yer alan tablolara bakar)

a: derinlik ve mahremiyet bir arada
inanılmaz
bir dua gibi
ve bütün bunlar kayboldu artık
dua bile edemeyiz
(…)
harika bir kitap
hiç hayatı boşa geçirdiğini düşündüğün oldu mu?
b: hayır, neden?
a: evet, bir zamanlar böyle bir duyguya kapılmıştım.
ama küçük adam doğduktan sonra
herşey değişti
bir anda olmadı tabi
yavaş yavaş o büyüdükçe
biliyorsun, ona cok bağlıyım
belki de biraz fazla bağlıyım
yine de içerlediğim bir şey var
kendimi hayata hazırlamıştım
daha yüksek bir hayata
felsefe, din, tarih, estetik okudum
sonunda bütün bunlar bana ayak bağı oldu
kendi irademle yaptım bunu
yine de mutluyum işte
bugün olduğu gibi.

trainspotting


“kocaman bir televizyon falan seçin.
bulaşık makinenizi, arabanızı, cd çalarınızı ve elektrikli konserve açacağınızı seçin.
düşün koleströlü, diş sigortanızı sağlıklı bir hayatı seçin.
ev kredisi ödeme planınızı seçin.
başlangıç için bir ev seçin.
arkadaşlarınızı seçin.
günlük giysilerinizi ve bavul takımınızı seçin.
çeşit çeşit oturma grupları arasından taksitle birtane seçin.
tak-yap bir ürün alıp pazar sabahı kendinizi bir bok zannetmeyi seçin.
kanepeye oturup bir taraftan ruh sömüren programları izlerken,
o lanet abur cuburları zıkkımlanmayı seçin.
ve sonunda sizden sonra yerinize geçsin diye doğurtuğunuz bencil veletler için
bir utanç kaynağından başka bir şey olmayan sefil evinizde son nefesinizi vermeyi seçin.
geleceğinizi seçin.
hayatı seçin.
ama neden böyle bir şey yapayım ki?

ben hayatı seçmemeyi seçtim.
ben başka bir şey seçtim.
neden mi?
hiçbir nedeni yok.”

mark renton

10 Şubat 2013 Pazar

senfoni / turgut uyar


önce sesin gelir aklıma
çaresiz kaldıkça hep seni düşünürüm
güzel olan, dolgun başaklardaki sarışın sevinçli
sonra cumartesi günleri gelir
sonra gökyüzü gelir hemen kurtulurum
bir yağmur yağsa da, beraber ıslansak.

kırk kere söyledim bir daha söylerim
savaşta ve barışta, karada ve denizde,
düşkünlükte ve esenlikte
zamanımız apayrı bize göre
yanyana olduk mu elele
aç kalsak ağlamayız biliyorum.

içim güvercinleri okşamış gibi rahat
sen yanımdayken ister istemez
geniş meydanlarda akşam üstleri
üstüste üç kere deniz, üç kere çınarlar.

sen yanımdayken ister istemez
uzak ırmakları hatırlıyorum.

arasıra düşmüyor değil aklıma
yabancı kadınların sıcaklığı
ama allah bilir ya, ne saklıyayım
yanında ihtiyarlamak istiyorum...



hayat güzelmiş / nazan öncel



ne yürüdük sokaklarda yan yana
ne dolaştık avare
aynı yerde uyumadık uyanmadık
hiç bir gün hiç bir kere
olmadı olamadı

hayat güzelmiş
çiçek açarmış
dünya dönermiş
kuşlar uçarmış
falan filan

ne güneşe uzandık yan yana
ne yağmurda ıslandık
bir vapura atlayıp
bir sabah hiç gittik mi bir yere
olmadı olamadı

hayat güzelmiş
güneş doğarmış
gemiler geçermiş
yağmur yağarmış

utanmadan

aylak adam / yusuf atılgan




intro

"birden içini bir yere, bir şeye geç kaldığı duygusu kapladı. yirmi sekiz yaşındaydı, tedirgind

s17.
‘sinemaya girdiğinde üstü başı az ıslaktı.. önce yüz numaraya girdi , çıktı.. bir sigara içti.. salon pek kalabalık değildi.. paltosunu çıkarıp ortalarda bir koltuğa oturdu.. gelenlerin çoğu kadın.. bir de belki iki saatlik aylaklar , okul kaçakları.. ‘şunların arasında sevilmeğe değer birkaç kişi niye olmasın.. tok karın iyimserliği mi yoksa..’ başlama saati yaklaştıkça boş yerler doluyor.. bir kadın yanındaki koltuğa doğru geldi.. kadının yüzünde sanki koyu vişne bir ağızla romalı heykel burnundan başka bir şey yoktu.. koyu vişne kıpırdadı :

- sahibi var mı efendim..

orada duran paltosunu kucağına aldı.. kadın oturdu.. çantasının üstünde uzun tırnaklı uzun parmakları vardı.. az sonra ışıklar sönünce kadın koltuğun ötesine doğru toplandı.. bu çabuk kaçış onu yanındakinin bir yerine gerçekten değmiş gibi üzdü.. içinde kıpkızıl bir öfke kabardı.. ‘hay lanet olası.. insem mi beynine..’ kendini güç tuttu.. bu öfke bir kırgınlık, bir başkalarına küsme duygusuyla karışıktı.. seveceğin sandığı insanlar bunlar mıydı.. perdede dünya haberleri gösteriliyor.. bu ‘karı’nın yanında kalırsa bir şey göremeyecek.. kalktı.. sıradan çıkarken birinin ayağına bastı.. adam hiç seslenmedi.. ‘çüş’ falan deseydi bir yanını kırardı.. gitti ilerde boş bir yere oturdu.. arkasında , alaca karanlıkta belli belirsiz kıpırdayan insan suratlarına meydan okurcasına baktı.. ama onu kimse görmedi..


iki saat sonra kalabalığın içinde , sinemadan bir dar sokağa çıkan sanki başka birisiydi.. düşünüyordu : ‘çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği , kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor.. sinemadan çıkmış insan.. gördüğü film ona bir şeyler yapmış.. salt çıkarını düşünen kişi değil.. insanlarla barışık.. onun büyük işler yapacağı umulur.. ama beş-on dakikada ölüyor.. sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu ; asık yüzleri , kayıtsızlıkları , sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar , eritiyorlar..’ saatine baktı : dört buçuğa beş vardı.. ‘eve gitsem okusam..’ durağa yürüdü.. ‘bunları kurtarmanın yolunu biliyorum.. kocaman sinemalar yapmalı.. bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara.. iyi bir film görsünler.. sokağa hep birden çıksınlar..’ kafasından geçene güldü.. duraktakiler dönüp baktılar.. kadının biri kaşlarını çattı.. sokakta kendi kendine sesli gülünemeyeceğini bilmeyen yoktu.. ‘ne adamlar be.. güldüysem güldüm , size ne..’ duramadı orada , yürüdü.. eve gitmeyecek.. içindeki ‘sinemadan çıkmış kişi’yi öldürdüler.. sağ kalan sıkıntılı , kızgın.. hep ölçülü-biçimli mi davranmak gerek.. kim demiş.. başkaları onu eve gidecek sanırken o gidip bir meyhanede içecek.. yolun çivisiz yerinden karşıya geçti.. kayıp giden otomobiller duraksadılar.. bir şoför sövdü.. o duymadı..’

s.137
sultanahmet durağından, nişantaşı’nda inmek niyetiyle maçka tramvayına binmiş bir adam, dışarıya baktığı camdan ne sevdiği kadını, ne de bir tanıdığını gördüğü halde yarı yolda neden iner? bazen insanı bir yangın kulesi de çağırır. hele bu adam, öğle yemeğini yediği kalabalık lokantadan çıkıp nereye gideceğini bilmeden yürürken (...)

... dünyada hepimiz sallantılı korkuluksuz biz köprüde yürür gibiyiz. tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. tramvaylardaki tutamaklar gibi. uzanır tutunurlar. kimi zenginliğine tutunur, kimi müdürlüğüne, kimi işine, sanatına. çocuklarına tutunanlar vardır. herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. gülünçlüğünü fark etmez. kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. herkesin "veli ağa'nın öküzleri gibi öküz yoktur" demesini isterdi. daha gülünçleri de vardır. ben toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: : gerçek sevgiyi! bir kadın. birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!” (tutunamayanlar'ın esin kaynağı bir paragraf..700sayfa)


9 Şubat 2013 Cumartesi

the color of paradise / majid majidi



parmak uçları ile allah'ı arayan muhammed'in duası
01:00:19
(muhammed ağlar)
- daha şimdiden aileni mi özledin?
hayır.
kimse beni sevmiyor!
ninem bile!
kör olduğum için herkes benden kaçıyor.
eğer görebilseydim...
...diğer çocuklarla birlikte
köy okuluna devam edebilirdim...
...ama, dünyanın
tâ öbür ucundaki...
...körler okuluna gitmek zorundayım.
öğretmenimiz, allah'ın bizleri
diğer kullarından daha çok sevdiğini...
..söylüyor ama, ben de diyorum ki,
madem öyle, bizi kör yaratmazdı...
...ki böylece o'nu görebilelim.
öğretmenimiz dedi ki,
"allah görünmezdir."
"o her yerdedir.
o'nu hissedebilirsin."
"o'nu parmağının uçlarını
kullanarak görebilirsin."
allah'ı bulana kadar
ellerimle her yere dokunacağım...
...ve bulduğumda da, kalbimin
bütün sırları dahil, her şeyi anlatacağım.

***
"allah'ın rengi" kör çocuğun allah'ı arayıp bulması ve gören babanın allah'ı bilip, kaybetmesinin hikayesidir. ve hikayeler dünyaya değer katar. iyi ki majidi'ler, muhsin'ler, andrey'ler var.

6 Şubat 2013 Çarşamba

sonbahar / özcan alper

“biliyormusun, sen şimdiki zamanda yaşamıyor sanki, rus romanlarından kaçmış gibisin… yusuf, ne düşünüyorum biliyor musun, keşke her şeyi geride bırakıp uzun bir yolculuga çıkabilseydik seninle”


sonbahar, yönetmen özcan arslan’ın ilk uzun metrajlı, bol ödüllü filmi. ülke gerçeklerine dair mesaj kaygısını seyircinin gözüne parmağını sokmadan dile getiren, derdi olan film. 90 lı yılları arka planına alarak bir dönemin acımasızlığını ve gerçekliğini ele alan filmde, yakın tarih sağlam bir sinema duruşu, son derece tutarlı ve ölçülü bir politik bakış açısı ile eleştirel bir süzgeçten geçiriliyor.

ölüm orucunda iken hayata dönüş operasyonları ile hayatları zindana dönen mahkûmlardan yusuf, sağlık sebepleri nedeni ile tahliye edilir. “bari burada değil de dışarıda ölsün” mantığıdır yusuf’u tahliye eden neden. 10 yıl sonra cezaevinden çıkıp geldiği doğu karadeniz’deki köyünde bir tek yaşlı ve hasta annesi ile karşılaşan yusuf, ömrünün sonbaharını geçirmek üzere annesinin kollarına sığınır. karadeniz’in bu uzak dağ köyünde yusuf bir tek çocukluk arkadaşı mikail ile görüşmektedir. sonbaharın kendini yavaş yavaş kışa teslim ettiği günlerde, yusuf mikail ile gittiği bir meyhanede fahişelik yapan genç ve güzel gürcü kızı eka ile karşılaşır. farklı dünyalardan gelen bu iki insanın birlikteliği için ne zaman ne de koşullar uygundur. yine de yusuf için “aşk” son bir kez hayata tutunma ve kendi yalnızlığından sıyrılma çabasına dönüşür. eka içinse yusuf  içine kapanık, farklı biridir.



yusuf idealleri uğruna hayatının en güzel 10 yılını hapiste geçirmiştir. eka ise sosyalizm ve özgürlük söyleminden modern köleliğe, fahişeliğe geçiş yapmıştır. 4 yaşında kızından başka bir şeyi yoktur. “yusuf, keşke her şeyi geride bırakıp uzun bir yolculuğa çıkabilseydik senle” der eka. yusuf hiç konuşmaz. karadeniz’in hırçın dalgalarını izler. ciğerleri iflas etmiştir. eka’nın gittiği gün, karadeniz’in hırçınlığını bastıracak hırçınlıkla bağırır. yusuf’un solgun ve kederli yüzü, her şeye kayıtsız davranışları, cezaevinden kalan travmanın izleridir. geçmişine dair polis kamerası görüntüleri dışında bir görüntü yok gibidir yusuf’un zihninde.

yusuf’un son tutunduğu eka ülkesine döner. artık ne mikail ile rakı sofraları, ne de beraber yaylaya çıktıkları gün karların üzerine sırtüstü uzanarak bütün acılarını unutmak istemesi, yusuf’un en son baharının gurubuna engel olamayacaktır.

5 Şubat 2013 Salı

kürk mantolu madonna / sabahattin ali



... şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum. bu eksik sana değil, bana ait… bende inanmak noksanmış… beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadğım için, sana aşık olmadığımı zannediyormuşum. bunu şimdi anlıyorum. demek insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar. ama şimdi inanıyorum… sen beni inandırdın… seni seviyorum…

... dünyada sizden, yani bütün erkeklerden niçim bu kadar ediyorum biliyor musun? sırf böyle en tabii haklarıymış gibi insandan birçok şeyler istedikleri için… beni yanlış anlamayın, bu taleplerinin muhakkak söz haline gelmesi şart değil… erkeklerin öyle bir bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerimi kaldırışları, hulasa kadınlara oyle bir muammele edişleri var ki… kendilerine ne kadar fazla ve ne kadar aptalca güvendiklerini fark etmemek için kör olmak lazım. herhangi bir şekilde talepleri rededildiği zaman düştükleri şaşkınlığı görmek, küstahça gururlarını anlamak için kafidir. kendilerini daima bir avcı, bizi zavallı birer av olarak düşünmekten asla vazgeçmiyorlar. (…) biz istemeyiz, kendiliğimizden birşey vermeyiz. ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan tiksiniyorum.

... insan, bilhassa kadın ve erkek münasebetleri o kadar karmakarışık ve arzularımız, hislerimiz o kadar anlaşılmaz ve bulanık ki, hiç kimse ne yaptığını bilmiyor ve akıntıya kapılıp gidiyor. ben bunu istemiyorum. beni yüzde yüz doyurmayan, tam manasıyla istemediğim şeyleri yapmak, beni kendi gözlerimde küçültüyor… bilhassa tahammül edemediğim şey, kadının erkek karşısında her zaman pasif kalmaya mecbur oluşu… neden? niçin daima biz kaçacağız ve siz kovalayacaksınız?… niçin daima biz teslim olacağız ve siz teslim alacaksınız? niçin sizin davranışlarınızda bile bir tahakküm, bizim reddedişlerimizde bile bir aciz bulunacak? çocukluğumdan beri buna daima isyan ettim, bunu asla kabul edemedim. niçin böyleyim, niçin diğer kadınların farkına bile varmadıkları bir nokta bana bu kadar ehemmiyetli görünüyor? bunun üzerinde çok düşündüm. acaba bende anormal bir taraf mı var, dedim. hayır, bilakis, belki diğer kadınlardan daha normal olduğum için böyle düşünüyorum. çünkü hayatım, sırf bir tesadüf eseri olarak, diğer kadınları mukadderatlarını tabii görmeye alıştıran tesirlerden uzak geçti. babam, ben daha çok küçükken öldü. evde annemle ikimiz kaldık. annem, tabii olmaya, itaat etmeye alışmış bir kadının adeta bir timsaliydi. hayatta yalnız yürümek itiyatını kaybetmiş, daha doğrusu bu itiyatı asla kazanamamıştı. yedi yaşında olduğum halde onu ben idare etmeye başladım. ona ben metanet öğrettim, akıl öğrettim, destek oldum. böylece erkek tahakkümü görmeden, yani tabii olarak büyüdüm. mektepte kız arkadaşlarımın miskinliği, emelleri beni daima tiksindirdi. hiçbir şeyi, kendimi erkeklere beğendirmek için öğrenmedim. hiçbir zaman erkeklerin önünde kızarmadım ve onlardan bir iltifat beklemedim. bu hal beni müthiş bir yalnızlığa mahkum etti. kız arkadaşlarım benimle ahbaplık etmeyi ve fikirlerimi kabul etmeyi zevklerine ve rahatlarına aykırı buldular. hoş tutulan bir oyuncak olmak, onlara insan olmaktan daha kolay ve cazip geliyordu. erkeklerle de arkadaş olmadım. aradıkları yumuşak lokmayı bende bulamayınca müsavi kuvvetlerle karşı karşıya gelmektense kaçmayı tercih ettiler. o zaman erkek azminin ve kuvvetinin ne olduğunu gayet iyi anladım; dünyada hiçbir mahluk bu kadar kolay muvaffakiyetler peşinde koşmaz ve hiçbir mahluk erkekler kadar hodbin, kendini beğenmiş ve kibirli, fakat aynı zamanda korkak ve rahatına düşkün değildir. bir kere bunları fark ettikten sonra erkekleri sahiden sevebilmem imkansızdı. en hoşuma giden ve birçok hususlarda bana yakın olan adamların bile, küçük vesilelerle, bu kurt dişlerini gösterdiklerini; her ikimize aynı derecede zevk veren beraberliklerden sonra, özür dilemeye, himaye etmeye çalışan, fakat aynı zamanda herhangi bir şekilde muzaffer olduğunu zanneden ahmakça bakışlarla yanıma sokulduklarını gördüm. halbuki acınacak halde olan, zavallılıkları ortaya çıkan onlardı. hiçbir kadın ihtiras halindeki erkek kadar zayıf ve gülünç olamaz. buna rağmen bu hallerini kuvvet tezahürü zannedecek kadar yersiz bir gururları vardır… aman yarabbi, insan deli olur… kendimde hiçbir gayri tabii temayül bulunmadığını bildiğim halde, bir kadına aşık olmayı tercih ederim. korkmayın, zannettiğiniz gibi değil. bir erkeği sevmem lazım geldiğine inanıyorum. ama sahiden bir erkek… hiçbir kuvvete dayanmadan beni sürükleyebilecek bir erkek… benden bir şey istemeden, bana hakim olmadan, beni tezlil etmeden sevecek ve yanımda yürüyecek bir erkek… yani hakikaten kuvvetli, tam bir erkek…

 ... eğleniyorlardı. yaşıyorlardı. ve ben, kafamın içine ve yalnız kendi ruhuma kapanmakla onların üstünde değil, altında bulunduğumu anlıyordum. şimdiye kadar zannettiğim gibi, kitleden ayrılmanın bir hususiyet, bir fazlalık değil, bir sakatlık demeklik olduğunu hissediyordum. bu insanlar dünyada nasıl yaşamak lazımsa öyle yaşıyorlar, vazifelerini yapıyorlar, hayata bir şey ilave ediyorlardı. ben neydim? ruhum, bir ağaç kurdu gibi beni kemirmekten başka ne yapıyordu? şu ağaçlar, onların dallarını ve eteklerini örten karlar, şu ahşap bina, şu gramafon, şu göl ve üzerindeki buz tabakası ve nihayet bu çeşit çeşit insanlar hayatın kendilerine verdiği bir işi yapmakla meşguldüler. her hareketlerinin bir manası vardı, ilk bakışta göze görünmeyen bir manası. ben ise, dingilden fırlayarak, boşta yuvarlanan bir araba tekerliği gibi sallanıyor ve bu halimden kendime imtiyazlar çıkarmaya çalışıyordum. muhakkak ki dünyanın en lüzumsuz adamıydım. hayat beni kaybetmekle hiçbir şey ziyan etmeyecekti. hiç kimsenin benden birşey beklediği ve benim hiç kimseden bir şey beklediğim yoktu.

... gece, tam onun atlantik’te numara yaptığı sıralarda, kendisini telefona çağırmak, rahatsız ettiğim için af diledikten sonra, kısaca veda ederek mikrofon başında kafama bir kurşun sıkmak ne güzel olurdu. bu müthiş sesi duyunca, evvela ne olduğunu anlamayarak bir müddet duracak, sonra deli gibi “raif!” raif!” diye bağırıp benden cevap almaya çalışacaktı. yerde son nefesimi verirken ihtimal ki, bu sesleri de duyar ve gülümseyerek ölürdüm. benim nereden telefon ettiğimi bilmediği için çaresizlik içinde çırpınacak, polise haber veremeyecek ve ertesi gün elleri titreyerek gazeteleri karıştırıp, esrarı çözülemeyen bu facia hakkındaki tafsilatı okurken kalbi nedamet ve yeis içinde çırpınacak, ömrünün sonuna kadar beni unutamayacağını, kendimi kanla hatırasına bağladığımı anlayacaktı.”

.. her şeyi içinde boğmaya mecbur olmak, diri diri mezara kapanmaktan başka nedir? ah maria, niçin seninle bir pencere kenarında oturup konuşamıyoruz? niçin rüzgarlı sonbahar akşamlarında, sessizce yan yana yürüyerek ruhlarımızın konuştuğunu dinleyemiyoruz? niçin yanımda değilsin?

...dünyada bana hiçbir şey tabiattan melül bir insanın zorla gülmeye çalışması kadar acı gelmemiştir.

….insanlara ne kadar çok muhtaç olursam, onlardan kaçmak ihtiyacım da o kadar artıyordu.

..bu akşam anladım ki, bir insan diğer bir insana bazan hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş. gene bu akşam anladım ki, onu kaybettikten sonra, ben dünyada ancak kof bir ceviz tanesi gibi yuvarlanıp sürüklenebilirim.

... maria puder, hastanede yirmi beş gün kaldı. belki daha fazla tutacaklardı, fakat o, doktorlara burada sıkıldığını, evde kendisine iyi bakacağını söyledi. uzun boylu tavsiyelerle ve deste deste reçetelerle, karlı bir günde, hastaneden çıkıp evine geldi. ben bu yirmi beş gün zarfında ne yaptığımı şimdi pek hatırlamıyorum. galiba onu gidip gördüğüm, başucunda durarak, terleyen yüzünü, ara sıra kenara kayan gözlerini ve büyük bir güçlükle nefes alan göğsünü seyrettiğim zamanların haricinde hiçbir şey yapmadım. hatta yaşamadım bile; çünkü yaşasam şimdi aklımda bu günlere ait hiç olmazsa küçücük bir hatıra bulunurdu. yalnız onun yanındayken içimi müthiş bir korku,

... dünya’nın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!... niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz?

... Bilhassa tahammül edemediğim bir şey, kadının erkek karşısında her zaman pasif kalmaya mecbur oluşu... Neden? Niçin daima biz kaçacağız ve siz kovalayacaksınız? Niçin daima biz teslim olacağız ve siz teslim alacaksınız? Niçin sizin yalvarışlarınızda bile bir tahakküm, bizim reddedişlerimizde bile bir aciz bulunacak? Çocukluğumdan beri buna daima isyan ettim, bunu asla kabul edemedim. Niçin böyleyim, niçin diğer kadınların farkına bile varmadıkları bir nokta bana bu kadar ehemmiyetli görünüyor?

...Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz?

...Hayatımızın, birtakım ehemmiyetsiz teferruatın oyuncağı olduğunu, çünkü asıl hayatın teferruattan ibaret bulunduğunu görüyordum.

...İnsanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri araştırmayı tercih ediyorlar. Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır.

...İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için,bu zahmetli işe teşebbüs etmektense; körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar.

...Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir.

...Dünyada bana hiçbir şey, tabiattan melül bir insanın zorla gülmeye çalışması kadar acı gelmemiştir.

...Kız arkadaşlarım benimle ahbaplık etmeyi ve fikirlerimi kabul etmeyi zevklerine ve rahatlarına aykırı buldular. Hoş tutulan bir oyuncak olmak onlara insan olmaktan daha kolay ve cazip geliyordu.

...Kendimi bildim bileli, bütün günlerimi, haberim olmadan ve nefsime itiraf etmeden, bir insanı aramakla geçirmiş ve bu yüzden bütün diğer insanlardan kaçmıştım.

sevdan beni.../ oy havar / ahmet arif











terketmedi sevdan beni,
aç kaldım, susuz kaldım,
hayın, karanlıktı gece,
can garip, can suskun,
can paramparça...
ve ellerim, kelepçede,
tütünsüz, uykusuz kaldım,
terketmedi sevdan beni...
ah


***

yangınlar,
kahpe fakları,
korku çığları
ve irin selleri, aç yırtıcılar,
suyu zehir bıçaklar ortasındasın.
bir cana, bir başa kalmışsın vay vay!
pusatsız, duldasız, üryan
bir cana bir de başa
seher vakti leylim -leylim
cellat nişangahlar aynasındasın.
oy sevmişim ben seni...

üsküdardan bu yan lo kimin yurdu!
he canım...
çiçekdağı kıtlık, kıran,
gül açmaz, çağla dökmez.
vurur alnım şakına
vurur çakmaktaşı kayalarıyla
küfrünü, medetsiz, munzur.
şahmurat suyu kan akar
ve ben şairim.

namus işçisiyim yani
yürek işçisi.
korkusuz, pazarlıksız, kül elenmemiş,
ne salkım bir bakış
resmin çekeyim,
ne kınsız bir rüzgar
mısra dökeyim.
oy sevmişem ben seni...

ve sen daha demincek,
yıllar da geçse demincek,
bıçkılanmış dal gibi ayrı düştüğüm,
ömrümün sebebi, ustam, sevgilim,
yaran derine gitmiş,
fitil tutmaz, bilirim.
ama hesap dağlarladır,
umut, dağlarla.

düşün, uzay çağında bir ayağımız,
ham çarık, kıl çorapta olsa da biri
düşün, olasılık, atom fiziği
ve bizi biz eden amansız sevda,
atıp bir kıyıya iki zamın
yarının çocukları, gülleri için
herbirinin ayvatüyü, çilleri için,
koymuş postasını,
görmüş restini.
he canım,
sen getir üstünü.

uy havar!
muhammed, isa aşkına,
yattığın ranza aşkına,
deeey, dağları un eder ferhadın gürzü!
benim de boş yanım hançer yalımı
ve zulamda kan-ter içinde, asi,
he desem, koparacak dizginlerini
yediveren gül kardeşi bir arzu
oy sevmişem ben seni...

close-up / abbas kiarostami



- hapishanede kendimi mutsuz hissettiğimde…
…kuran’ı kerim’deki
”dertli bir yürek için…”
“…en iyi teselli allah’ı zikretmektir.”
diyen ayeti düşünürüm.
moralim bozulduğunda ya da kederle dolduğumda…
…kimsenin duymak istemeyeceği…
…ruhumdaki ızdırabı ve acıyı..
…dile getirme ihtiyacı hissederim.
sonra, filmlerinde tüm acılarımı…
…dile getiren ve o filmlerini…
…tekrar tekrar izlememe…
…sebep olan, iyi bir insana rastladım.
başkalarının hayatlarıyla oynayan…
…fakirlerin, çoğu maddesel…
…olan basit ihtiyaçlarına
kayıtsız kalan zenginleri…
…sergilemeye cesareti olan bir insan.
o yüzden bu kitap beni teselli etti.
kendimle ilgili ifade etmek istediğim şeyleri anlatıyor.
rolünü bitirdiğine göre, bir yönetmendense…

+ …oyuncu olabileceğini düşünüyor musun?
- bunu söylemek bana düşmez.
sanırım oyuncu olmayı tercih ederim.
içimde hissettiğim
…tüm acıları ve…
…yaşadığım kötü şeyleri
ifade edebilirdim herhalde.
oyunculuğumla, hissettiklerimi…
…aktarabilme fikri…
…hoşuma gidiyor.
+ şu anda kameraya rol yapmıyor musun?
şimdi yaptığın ne?
- çektiklerimi anlatıyorum.
bu rol değil.
içimdekileri anlatıyorum.
benim için sanat…
…insanın, içindekileri dışarı vurmasıdır.
tolstoy…
“sanat, sanatçıların kendi içlerinde…”
“…geliştirip, paylaştıkları
duygusal bir deneyimdir” demiş.
yaşadığım zorlukların ve…
…acıların, iyi bir oyuncu olmama
uygun bir altyapı hazırladığını…
…düşünüyorum.
bu şekilde iyi rol yapıp içimdekileri…
…dile getirebiliyorum.
neden oyuncu olmak yerine yönetmen taklidi yaptınız?
yönetmen rolü yapmak başlı başına bir performans.
bence bu zaten oyunculuktur.
+ şimdi kimin rolünü oynuyorsunuz?
- kendiminkini.