ilkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir. bir insanın kendine karşı hile yapması, onun, filminden, hayatından, her şeyinden vazgeçmesi demektir.
... doğrusunu söylemek gerekirse ben, düşünceleri öncelikle polemik içinde gelişen insanlardanım (gerçeğin tartışmalardan doğacaığ görüşüne katılıyorum). tek başıma kaldım mı, muhtemel fikir ve anlayışların az çok belirgin iskeletine duygusal malzeme sağlamanın ötesinde bir işe yaramadığı için her türlü yaratıcı düşünme süreciyle çelişen, ayrıca metafizik yapıma da pek de uygun düşen bir inceleme tarzına kendimi kaptırıp gidiyorum.
... çünkü yaratıcı çalışma, asla değişmez mutlak ölçütlere vurulmaz.
insan hayatının öyle yönleri vardır ki, bunlar ancak şiirsel araçların yardımıyla oldukları gibi yansıtılabilirler.
... ama bütün bunlar gerçek dışı bir atmosfer yaratmaktan öte bir işe yaramazdı. ya içerik? ya rüyanın mantığı, o ne olacaktı? bu mantık, burada, anıların kendisinden fışkırıyordu. bir yerlerde ıslak otlar, güneşin altında dumanları tüten atlar; bunların hepsi doğrudan hayatın içinde görüntüye girmişlerdi, yani hiçbiri güzel sanatların yakın dallarından türetilmiş malzeme değildi. düşsel gerçekdışılığı en basit çözümlerle yansıtma arayışı bizi sonunda, ağaçların ve arkaplanda beliren ve her seferinde değişik bir ifade taşıyan bir kız çehresinin negatif görüntüsünü üç kez geniş açı içinde vermeye itti. bu planda amacımız, kaçınılmaz felaketi kızın önsezileriyle algıladığını vurgulamaktı. (plastik etki)
... bu tip, içsel dramatikliğiyle beni, keskinleşen buhran anlarından ve insanlara özgü bütün temel çatışmalardan adım adım gelişen karakterlerden daha çok fazla etkiledi. gelişmeyen, neredeyse durgun bir karakterde ihtirasın baskısı aşırı derecede yoğunlaşır ve bu yüzden adım adım gelişen bir insanda olduğundan çok daha belirgin ve inandırıcı bir şekle bürünür. işte, dostoyevski'yi de bu tür bir ihtirası anlatığı için seviyorum. benim bütün ilgim, görünüşte dingin, ancak esiri oldukları ihtiraslar yüzünden içsel gerilimle dolu karakterlere yöneliktir.
...senaryonun yazarı ve yönetmen aynı kişi değilse, o zaman hiçbir şeyle önüne geçilmeyecek bir çelişkiye tanık olacağız demektir. tabii bu, ilkelerine bağlı iki sanatının karşı karşıya geldiği durumlar için söz konusudur yalnızca.
şiirsel bağlantılar, olağanüstü duygusal bir ortam yaratarak seyirciyi harekete geçirir. seyircinin hayatı tanıma faaliyetine katılmasına özellik sağlar, çünkü ne hazır bir sonuç sunmakta ne de yazarın katı talimatlarına dayanmaktadır. kullanıma açık tek şey, canlandırılan görüntülerin derin anlamını bulup keşfetmeye yarayan şeydir. karmaşık bir düşünce ve şiirsel bir dünya görüşü, asla, ne pahasına olursa olsun, fazla açık, herkesçe bilinen olgular çerçevesine sıkıştırılmamalıdır. dolaysız, genelgeçer sonuçlar çıkarma mantığı, insana fazlasıyla geometri teoremlerinin ispatını hatırlatıyor. oysa akılsal ve duygusal hayat değerlerinin birbirine bağlandığı çağrışımsal bağlar, hiç şüphesiz sanat için çok zengin imkanlar sağlar. sinemanın bu imkanlardan bu kadar seyrek yararlanması gerçekten üzücüdür. zira bu yol oldukça çok şey vaat ediyor. bu yol bağrında, bir görüntüyü oluşturan malzemeyi adeta 'patlatacak' bir güç barındırıyor.
... bir sanat eseri: bu her şart altında, düşünceyle biçimin organik birliği demektir.
... insan hayatının öyle yönleri vardır ki, bunlar ancak şiirsel araçların yardımıyla oldukları gibi yansıtılabilirler. (yaratılan plastik etki)
sanat niçin vardır? sanata kim ihtiyaç duyar? esasen sanata ihtiyaç duyan herhangi bir kimse var mıdır? bütün bunlar, yalnızca sanatçıların değil, sanatı kabullenen, daha doğrusu günümüzde kullanılan deyimiyle "tüketen" (ne yazık ki tüketen deyimi, 20. yüzyıldaki sanat-kitle ilişkisinin özünü belirlemekte, dahası âdeta teşhir etmektedir) her insanın cevabını aradığı sorulardır. herkes bu soruyla ilgili ve dediğimiz gibi, sanatla uğraşan her insan bu soruya bir cevap arıyor. aleksander blok, "şair, kargaşadan uyum yaratır" demiştir. puşkin, şairi peygamberlik yeteneği ile donatır. her sanatçı, diğer sanatçılar için bağlayıcı olmayan, kendine özgü yasalarla tanımlanır.
ne olursa olsun, yalnızca bir meta olarak 'tüketilmek' istenmeyen her türlü sanatın amacı, hiç şüphesiz kendine ve çevresine, hayatın ve insan varlığının anlamını açıklamak, yani insanoğlu gezegenimizdeki varoluş sebebini ve amacını göstermek olmalıdır. hatta belki de hiç açıklamaya bile kalkmadan onları bu soruyla karşı karşıya getirmelidir.
insanoğlu bıkıp usanmadan, kendisiyle dünya arasında bir ilişki kurar; bu dünyayı sahiplenmek, sezgisel olarak algıladığı idealiyle bu dünya arasında bir uyum sağlamak için yanıp tutuşur. bu isteğin yerine getirilemez olması, insanların hoşnutsuzluğunun ve kendi benliğindeki eksikliğin yarattığı acının bitip tükenmeyen bir kaynağını oluşturur. demek ki sanat ve bilim, dünyaya sahip olma biçimleri; insanın sözümona 'mutlak gerçek'e giden yol üzerindeki bilgi edinme biçimleridir.
ve sanat, en olgucu anlamıyla da olsa bir eğitimin temeli değil, manevi bir deneyim talep eder.
... burada güzele ulaşmaktan söz ederken, yani ideale özlemden doğan sanatın hedefinin işte bu ideal olduğunu söylerken, amacım asla sanatın dünyevi 'pislik'ten kaçınması gerektiğini vurgulamak değildir. aksine, sanatsal görüntü daima, birinin yerine ötekini, büyüğün yerine küçüğü geçiren bir göstergedir. canlıdan söz etmek isteyen sanatçı ölüden bahseder, sonsuz hakkında konuşabilmke için sınırlı olanı sunar. bir yedek! sonsuzu maddeleştirmek mümkün değildir, ancak onun yanılsaması, görüntüsü yaratılabilir.
çirkin nasıl güzelin içinde varsa, güzel de çirkinin içinde vardır. hayat, bu saçmalığa varan muazzam çelişkinin içine gömülmüştür ve bu çelişki sanatta aynı zamanda hem uyumlu hem de dramatik bir birlik olarak belirir. her şeyin birbirine yakın olduğu, her şeyin iç içe geçtiği bu bütünlüğü algılamaksa ancak görüntüyle mümkündür. bir görüntünün düşüncesinden söz edilebilir, görüntünün özü, sözcüklerle ifade edilebilir, çünkü düşüncenin sözel ifadesi, şekillendirilmesi mümkündür. ancak bu tanımlama da görüntüyü anlatmaya yetmez. bir görüntünün bu eylemin akılsal anlamı açısından kavranamaz. sonsuzluk düşüncesi sözcüklerle ifade edilemez, hatta tanımlanamaz bile. sanat, insanlara bu imkanı bahşeder, sonsuzu denenebilir kılar. sanatçının kendi sanatı uğruna verdiği mücadelenin azgeçilmez koşulları, kendine inanmak, hizmet etmeye hazır olmak ve taviz vermemektir.
... bütün bunlara ek olarak, sanatın köklü bir iletişim işlevi vardır. ... sanat, bir üst dildir.
bir sanat eserinin kabul görmesinin vazgeçilmez önkoşulu, bir sanatçıya güvenme, ona inanmaya hazır olmaktır. ama bazen, salt duygularla kavranması gereken şiirsel bir görüntüden bizi ayıran anlaşmazlık derecesini aşmak çok güçtür. tıpkı tanrı'ya duyulan gerçek inanç gibi bu inancın da koşulu, belli bir ruhsal tutum ve özel, saf bir manevi güçtür.
burada dostoyevski'nin ecinniler romanında yer alan, stavrogun ile şatov arasındaki konuşma yeniden akla geliyor.
"yalnızca sizin tanrı'ya inanıp inanmadığınızı öğrenmek istiyorum"
nikolay vsevolodoviç onu sert bir ifade ile süzmektedir.
"ben rusya'ya ve onun iman gücüne inanıyorum. isa'nın bedenine inanıyorum. isa'nın rusya'da yeniden doğacagına inanıyorum... inanıyorum." diye kekeledi satov, heyecanla.
"peki ya tanrı'ya? tanrı'ya inanıyor musunuz?"
"ben, tanrı'ya... inanacağım."
... güzel, gerçeğin peşinden koşmayanlardan kendiğni gizler.
bence, çağımızın en üzücü özelliği, sıradan insanın bugün, güzeli ve geçici olmayanı yansıtmakla ilgili olan her şeyden koparılmış olmasıdır. "tüketicilere" göre biçilmiş günümüz kitle kültürü -bir protezler medeniyeti- ruhları sakatlıyor; insanın kendi varlığıyla ilgili en temel soruları sormasını, bir ruhsal varlık olarak kendisinin bilincine varmasını giderek artan bir şekilde engelliyor; ama bir sanatçı, gerçeğin sesine kulaklarını tıkamamalıdır, tıkayamaz; çünkü ancak ve ancak bu çağrı, yaratıcı iradesini belirleyecek ve disiplin altına alacaktır. sanatçı; yalnız bu sayede inancını başkalarına da aktarabilme yeteneğine kavuşacaktır. bu inanca sahip olmayan bir sanatço ise doğuştan kör bir ressama benzer.
.. hayır, sanatın amcı, daha çok, insanı ölüme hazırlamak, onu iç dünyasının en gizli köşesinden vurmaktır.
thomas mann, bir keresinde şöyle bir söz sarf etmişti: "özgür olan, yalnızca kayıtsızlıktır. kişilik sahibi olan özgür değildir, aksine kendi damgasının izini taşımak, gereklerine uymak ve esiri olmak zorundadır"
bir insan, yaşadığı zaman süresince kendini gerçek peşinde koşma yeteneği olan ahlaki bir varlık olarak kavrama imkanına sahiptir. zaman, insana verilmiş hem tatlı hem de acı bir armağandır. hayat, var olmak için kendine koyduğu hedeflere uygun olarak bir ruh geliştirmesi için insanan tanınmış bir süreden başka bir şey değildir. ve insan bu gelişimi gerçekleştirmek zorundadur. hayatımızın sıkıştırıldığı o acımasız derecede dar çerçeve, bizim kendimize ve diğer insanlara olan sorumluluğumuzu açıkça gözler önüne serer. insanın vicdanı da zamana bağlıdır ve yalnız onunla var olur.
bilindiği gibi, hazreti süleyman'ın yüzüğüne şu satırlar kazılmıştır: "her şey gelip geçicidir"
genelde insan, yitirilmiş, kaçırılmış ya da henüz erişilememiş zaman yüzünden sinemaya gider. hayat deneyimleri arayış içinde oraya gider, çünkü sinema, başka hiçbir sanat türünün başaramayacağı kadar insanın olgusal deneyimini genişletir, zenginleştirir ve derinleştirir, hatta yalnız zenginleştirmekle de kalmaz, adeta gözle görülür bir şekilde uzatır da. sinemanın esas gücü budur, yoksa 'star'lar, bıkkınlık veren konular, günlük hayatı unutturan eğlence değil.
bir gün teyibime tesadüf bir diyalog kaydetmişim. insanlar seslerinin kaydedildiğini fark etmeden sohbet ediyorlar. bu bandı sonradan dinlediğimde, her şey mükemmel bir mizansen, bir 'kayıt'mış gibi geldi bana. kişilerin harket mantıkları, duyguları ve enerjileri açıkça hissedilebiliyordu. seslerdeki o harika tını, o olağanüstü duraklamalar... hiçbir stanislavski, bu duraklamaları imkanı yok açıklayamaz. hemingway'in o ünlü üslubu da bu diyalog yapısı karşısında taklitçi ve naif kalır.
... buna verebileceğim tek cevap, rüyanın 'karmaşıklığı' ve 'söylenebilmezliği'nin sinema için net görüntüden vazgeçmek anlamına gelmeyeceğidir.
filmin son sahnesinde de santis, kadın ve erkek kahramanın dikenli tellerin iki ynaına yerleştirir. dikenli tellerin bildirisi çok açıktır. bu çiftin arasına ayrılık girmiştir., aralarında mutluluğun hüküm sürmesine imkan yoktur; bir ilişki kuramayacaklardır. bu olayın somut, bireysel eşsizliği, zorla üstüne bindirilen biçim yüzünden birdenbire sıradanlaşır böylece. yönetmenin yürüttüğü sözümona mantık seyircinin adeta kucağına düşer ve ne yazık ki çoğu seyirci de bundan hoşlanır. sonucu 'mantıken izleyebildikleri' ve anlamını açıkça görebildikleri için, yani perdede olup bitenlere dikkatini vermek adına bir de beyinleri ve gözleri yormak zorunda kalmayacakları için bununla yetinmeyi yeğlerler. bu tür hazır lokmalara alışmış seyircinin sonunda seviyesi de düşer, demoralize olur. dikenli tellere, çitlere bir sürü film de rastlar durururz; anlamları da hiç değişmez, hep aynıdır.