31 Aralık 2019 Salı

zemberekkuşu'nun güncesi / haruki murakami


• ama sorunlar ne olursa olsun, onları kabullenmeye karar vermiştim bir kez, çünkü bu benim seçtiğim yaşam biçimiydi. sorunlar varsa eğer, ister istemez onların kökeninde benim de parmağım bulunuyordu. 

• … şu dünyada öyle çok garip ve açıklanamamış şey var ki, bu boşlukları birinin doldurmaya çalışması gerekiyor elbette. ve bunun da, konuşması ilginç biri olması ne iyi, değil mi? bay honda gibi, örneğin. 

• ıslıkla ne çaldığını bilmiyorum ama kulağa hiç de ahenkli gelmiyor. söylesene sakın homo filan olmayasın sen? sanmam diye yanıtladım. neden? biri bana homoların iyi ıslık çalamadığını söylemişti. doğru mudur? bilmem. herhalde saçmadır. sapık olmuşsun homo olmuşsun benim için fark etmez. adın ne senin? toru okada dedim. adımı birkaç kez yineledikten sonra şu yorumda bulundu: kulağa pek hoş gelmiyor. belki. ama bence savaş öncesinin bir dışişleri bakanının adına benziyor. toru okada. anlıyor musun? bunu bilemem tarih bilgim sıfırdır. bir takma adın ya da söylemesi şu toru okada dan daha kolay bir adın filan yok mu? düşüdüm ama aklıma hiçbir takma ad filan gelmedi. neden bilmem kimse bana hiçbir zaman bir ad takmak gereğini duymamıştı. hayır yok karşılığını verdim. sahi mi? ayıcık veya kurbağa ya da öyle bir şey de mi yok? hayır hiç. eh baksana! o halde sen de bul bir tane. zemberekkuşu! diye bağırdım. ağzı açık yüzüme baktı. zemberekkuşu mu? o da ne? zembereği kuran kuş dedim. her sabah. ağaç tepelerinde. dünyanın zembereğini kurar. ki kii kii! gözlerini yüzüme dikti. içimi çektim. öyle aklıma geliverdi işte. aslında her gün evimin oraya gelen bir kuş bu ötüşü de işte böyle: ki kii kiii! komşularımın ağacına tünüyor. ama henüz hiç kimse görmedi onu. hımmm. neyse önemi yok. bunu da söylemek kolay değil ama gene de toru okada dan daha iyi sayılır değil mi bay zemberekkuşu? teşekkür ederim dedim. iki ayağını sandalyeye çekip çenesini dizlerine dayadı. ya sen senin adın ne? diye sordum. may kasahara diye karşılık verdi. may mayıs ayı gibi. mayısta mı doğmuşsun? sormak zorunda mısın? haziranda doğmuş birinin adına mayıs demeleri biraz tuhaf kaçardı değil mi? haksız da sayılmazsın. söylesene hâlâ okula başlamadın mı? bir süredir seni izliyorum zemberekkuşu dedi may sorumu yanıtsız bırakarak. parmaklıklı kapıyı açıp bahçeye girdiğini odamda dürbünle izlerken gördüm. küçük dürbünüm hep elimin altındadır. ve sokağı gözlerim. sen belki bilmiyorsun ama şu küçücük arka sokaktan çeşit çeşit insan geçer. sadece insan da değil. çeşit çeşit hayvan da. ya sen deminden beri burada tek başına ne yapıyordun? hiiç. geçmişi düşünüyordum ıslık çalıyordum hepsi bu. may kasahara tırnaklarını kemirdi. biraz çatlaksın galiba? çatlaklık bunun neresinde ki? herkes böyle yapar. belki ama herkes komşusunun boş evine yerleşmez. söz konusu olan sadece geçmişi düşünerek ıslık çalmaksa evinde de kalabilirdin. haksız sayılmazdı. her neyse diye sürdürdü sözlerini kedin noboru vataya hâlâ dönmedi mi eve? 

• besbelli, yapacak bir şey yok, diye karşılık verdi may kasahara. birinin kel olmasını önleyecek hiçbir şey yoktur gerçekten. kelliğe mahkûm insanlar, er geç ve ister istemez kel olurlar. bu yüzden, saçları dökülmeye başlayan birine süreci önlemek için dikkat etmesini söylemek kolay. ama bu bir yalandır. kocaman bir yalan! bak, örneğin şincuku istasyonu’nun orada, kaldırımlarda yatan yaşlı serserileri düşünsene, aralarında tek bir kel yoktur. ama bu yüzden herhalde onların her gün saçlarını clinique ya da vidal sassoon marka şampuanla yıkadıklarını söyleyemezsin değil mi? ya da her sabah saçlarına losyon sürdüklerini? tüm bu masallar, kozmetik üreticilerinin, saçı dökülen enayilerin sırtından bir sürü para kazanmak için başvurdukları bir yöntemdir sadece. 

• belki de cansız nesneler bakışlarını üzerlerinde gezdirecek kimse olmayınca büsbütün cansızlaşıyordu. bununla birlikte yaklaştıkça daha yakından ve dikkatle bakıldığında kuyunun evin yapılmasından da eski bir zamandan kalma olduğu belli oluyordu. 

• istemiyorum ama hiç de kolay değildir aslında.) bir şey beni tedirgin ettiği veya kızdırdığı zaman, bu nesneyi, beni birey olarak artık hiç ilgilendirmeyen bir alana aktarmanın yolunu bulurum. ve kendime, “iyi, tamam, sinirlendim, öfkelendim, ama nedeni ortadan kalktı artık” derim, onun için bunu daha sonra sağlam kafayla düşünür ve ne yapabileceğimi anlarım. bu da bana, geçici olarak duygularımı frenleme olanağı sağlar. 

• gerçi kimi zaman durumu sakin kafayla yeniden ele alıp sorunu çözmeye kalkışınca duygusal açıdan gene tedirgin olabilirim ama doğruyu söylemek gerekirse bu epeyce seyrek olur hatta istisna sayılır. olayların çoğu zamanla zehrini yitirir ve zararsız olur. er geç beni sinirlendiren şeyi unutur giderim. yaşamımın bir döneminde bu duygularımı yönetme sistemim sayesinde pek çok sıkıntıyı geçiştirdim ve iç dünyamı belirli bir huzur içinde korumayı başardım. ve böylesine geçerli bir sistemi sürdürebildiğim için de gurur duymadığımı söyleyemem. ne ki bu sistem noboru vataya nın karşısında hiç mi hiç işlemiyordu. bu adamdan onu benimle hiç ilgisi olmayan bir etki bölgesine iterek kurtulamıyordum. beni onunkiyle hiçbir ilişkisi olmayan bir bölgeye itip uzaklaştıran asıl o oluyordu. ve beni sinirlendiren de buydu. kumiko nun babası hiç kuşku yok ki küstah ve sevimsizdi. ne de olsa basit inançlara sıkı sıkı sarılmış daracık yaşamı olan önemsenmeyecek biriydi. bu yüzden onu tümüyle unutmam kolaydı. ama noboru vataya yla böyle değildi. 

• mademki istasyondayım, neden çevredeki kafelerden birine girip tost ve kahveli bir “günün özel kahvaltısı” ısmarlamayayım ki, diye düşündüm, ama sonra bu fikir bana fazla karmaşık göründüğü için vazgeçtim. ne de olsa canım gerçekten kahve içmek istemiyordu. 

• söylesene zemberekkuşu, dedi may, bir an sustuktan sonra, aklına birden bir şey gelivermiş gibi. sence insanların saçsız kalmaktan bunca korkması yaşamın sonunu anımsattığı için olamaz mı? insan saçı dökülmeye başlayınca herhalde ömrünün yavaş yavaş tükendiği duygusuna kapılıyor. ölüme ve son yıpranışa yöneliş başlıyor ölüm geniş adımlarla yaklaşıyor. bir an düşündüm. evet kesin bu da vardır. 

• ben dedi ara sıra kendime yavaş yavaş öldüğünü hissetmenin nasıl bir etki yarattığını sorarım. sorunun içeriğini pek kavrayamadığımdan kıvranıyor bir yandan da fazla sarsılmamak için kayışa sımsıkı tutunuyordum dönüp ona baktım: yavaş yavaş ölmek derken ne demek istiyorsun somut bir örnek verebilir misin? şey sözgelimi... karanlık bir yere tek başına kapatılmak yemeden içmeden yavaş yavaş ölmek anlıyor musun? gerçekten de korkunç bir şey olmalı böyle ölmek istemezdim hiç. ama ben bana öyle geliyor ki yaşam bu işte. belki de hepimiz bir yerlere tek başımıza kapatılmışız ve yavaş yavaş ölüyoruz. gülmeye başladım: zaman zaman yaşına göre inanılmaz karamsar düşüncelere kapılıyorsun dedim ingilizce pessimistic deyimini kullanarak. pesi ne? pessimistic. olanların yalnızca karanlık tarafını görmek demek. pessimistic diye birkaç kez yineledi. zemberekkuşu dedi başını kaldırıp ve dosdoğru gözlerimin içine bakarak yaşım henüz on altı yaşamı pek iyi bilmiyorum ama bir şeyi kesinlikle söyleyebilirim: eğer ben karamsarsam karamsar olmayan yetişkinler budala demektir. 

• bu çorak arazide sessizce ilerlerken zaman zaman birey olarak tutarlılığımızı yitiriyor ve yavaş yavaş çevredeki doğaya karıştığımız, onunla yekvücut olduğumuz duygusuna kapılıyorduk. çevremizdeki bu uçsuz bucaksız boşluk, var olduğumuz bilincinin dengesini altüst ediyordu. ne demek istediğimi anlıyor musunuz? bilincimiz bir tulum gibi şişiyor, ortamla kaynaşıp bir oluyor, dışarısı ile bedensel sınırlarımız arasındaki tüm farkı yok ediyordu. işte moğol bozkırının bağrında hissettiklerim buydu. ne sonsuzluk! burası düzlükten de öte, bir okyanustu. güneş, doğu ufkundan yükseliyor, ağır ağır gökyüzünü geçiyor, sonra batıda, ufuk çizgisinin arkasında gözden yitiyordu. çevremizde değiştiğini gördüğümüz tek şey buydu. ve güneşin bu deviniminde bir tür sonsuz kozmik aşk hissediliyordu. 

• bilmem neden, kahvem sabunlu gibi geldi. daha ilk yudumun ardından ağzımda kekremsi bir tat bırakmıştı. önce bana öyle geliyor sandım, ama ikinci yudum da aynı tadı bıraktı. fincanı musluğa döküp yeniden doldurdum. ama içmeye kalktığımda gene o sabun tadını aldım. nereden geliyordu ki bu? anlayamıyordum bir türlü. kahveliği iyice çalkalamıştım, suda hiçbir sorun yoktu. ama gene de o sabun kokusu vardı işte, belki de makyaj çıkarma losyonuydu. bu yüzden kahveyi tümüyle boşaltıp yeniden su ısıtmaya hazırlanırken vazgeçtim. bunlarla oyalanmanın ne anlamı vardı ki? musluktan bir fincana su doldurup kahve niyetine içtim. ne de olsa artık canım kahve falan istemiyordu. 

• insanlar eğer sonsuza dek yaşasalardı, hiç ölmeselerdi, hep bu dünyada sağlıklı ve yaşlanmadan kalabilselerdi, sence gene de, düşünmek için kafa patlatırlar mıydı, şimdi bizim yaptığımız gibi? biz, görüyorsun ya, her şey üzerinde düşünüyoruz az çok: felsefeydi, ruhbilimdi, mantıktı. dindi, edebiyattı. ölüm olmasaydı eğer, acaba bu düşünceler, bu karmaşık kavramlar bu dünyada var olurlar mıydı? merak ediyorum... 

• ama görüyorsun, bence insanlar yaşamın anlamı üzerine ciddi ciddi düşünmek zorundalar, bir gün öleceklerini bildikleri için hem de. sen de öyle düşünmüyor musun? insan sonsuza dek yaşayabilecek olsa, yaşamda kalmak konusunu kim ciddi ciddi düşünürdü ki? bunun ne anlamı olurdu ki? hatta ciddi ciddi düşünme ihtiyacı duyulsa bile, sonunda insan kendine, “iyi ya, daha önümde çok zaman var. bunu da sonra düşünürüm? demez mi? aslında beklenemez. hemen o saniye düşünmek zorundayız. ben yarın öğleden sonra bir kamyonun altında ezilebilirim. ve sen, zemberekkuşu, üç gün sonra, bir sabah kuyunun dibinde açlıktan ölebilirsin. doğru değil mi? neler olacağını kimse bilemez. demek oluyor ki, ileri gitmek, evrim geçirmek için insanın mutlaka ölüme ihtiyacı var. ben böyle düşünüyorum. ölümün varlığı ne denli diri olursa, biz de o denli yoğunlukla kafa patlatıyoruz bir şeyler konusunda. 

• ince kumaştan, biri gri-mavi, öteki koyu yeşil iki kıyafet seçti. besbelli bu, bir hukuk bürosunda çalışmak için uygun bir tarz değildi ve çok pahalı olduklarını anlamak için sadece ceketin kollarına bakmak bile yeterliydi. kadın tek kelime açıklama yapmadı ve ben de hiç soru sormadan, isteklerini yerine getirmekle yetindim. bu bana, üniversite öğrencisiyken gittiğim, olup bitenin hiçbir zaman açıklanmadığı sanatsal ve deneysel filmleri anımsattı. her türlü akla yakın açıklama, filmin gerçekliğini zedeleme tehlikesi taşırmış sözde. bu da bir görüştü, başka bir anlayış. ama kendimi, film şeridindeki değil de, gerçek dünyaya dalmış bulmak bana garip geliyordu. 

• …. bir an düşündükten sonra genç teğmen, filleri öldürmemeye karar verdi. bunu adamlarına bildirdiğinde onlar da hep birden rahat bir nefes aldılar. ne kadar garip görünürse görünsün –belki o derece garip değil– hepsi, bir savaş alanında insan öldürmenin, kafese kapatılmış hayvanları öldürmekten daha kolay olduğunu düşünüyordu. hem de kendileri de ölümle burun buruna geldiği halde. 

• üsluba gelince, temel olarak annesininkini almıştı ve ilke, şuydu: doğru, ille de gerçekte değildir ve gerçek de belki tek doğru değildir.

olağanüstü bir gece / stefan zweig


















bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur. ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanlari anlar.

ah, tabi ki yaşıyordum, sadece yaşamaya cesaret bulamamıştım, kendimi sıkı sıkı bağlamış ve kendimden gizlemiştim: oysa şimdi bütün o bastırılmış kuvvet patlak vermişti; o zengin, o tarif edilemez derecede şiddetli yaşam beni alt etmişti.

• eğer nasıl biri olduğumu bilseydiniz, şu anda beni selamlarken yüzünüzde gördüğüm o tatlı, dostane gülümse kim bilir nasıl donup kalırdı dudaklarınızın kıyısında!

• çünkü sadece kendi kaderlerini bir gizem olarak yaşayabilenlerin gerçek anlamda yaşadıklarına inanıyorum.

• o geceden arkadaşlarımdan hiçbirine söz etmedim; içimin bir zamanlar ne kadar ölü olduğunu asla bilmediler, şimdi nasıl çiçek açtığımı da asla anlamayacaklar."

• ... beni saran bu yoğun kitleden kopuk bir şekilde suyun üzerindeki bir yağ damlası gibi yüzüyordum.

• güvenlik ve refah gerçek insanın mutluluğu için yeterli değildir. gerçek insan acı çeken, hata yapan ve yalnız bir varlıktır.cam bir fanusta yaşayanlar yüzeyde ve yüzeysel kalmaz mı?yaşam sanatının erbapları dibi görenler değil midir?"

• gülen, sohbet eden binlerce insanın içinde ben kendi içimdeki o kayıp insanı arıyordum.

• ...kendime bile tam açıklayamadığım bir şeyleri başkaları için anlaşılır kılmak gibi bir niyetim hiç yoktu.

• birisi üzerime aniden bir tabanca çevirse yüreğim etrafımdaki bunca insanın yüreğinin bir avuç para için attığı kadar atmazdı.

5 Kasım 2019 Salı

sıyrılıp gelen / ahmettelli


soluk bir ay dolanıyor kentin üstünde her gece
her gece bilge bir gezgin
tavrıyla adımlıyor yolunu
güz yanığı bir durgun sessizlikle örtülü her şey
ve yırtılmış bir tül gibi savrulup duruyor zaman

suların sesini dinle şimdi ormanın fısıldayışlarını
yarılıyor dağların göğsü bir aşkı dinlendirmek için
ve gözlerin uzak yamaçlarda aranıp dururken birşeyleri
sessiz ve sakin beklemekte bekledikçe bileylenen yürek

belli ki dağların denizlerin ve göllerin üzerinde
sıyrılıp gelmektedir seher belli ki yakındır
belli ki yakındır doğayı ve hayatı sarsacak saat


1 Kasım 2019 Cuma

rüzgar bizi sürükleyecek / füruğ ferruhzad











benim küçük gecemde
rüzgar ağaçların yaprağına son kez süre tanıyor
benim küçük gecemde viran olmanın korkusu var
kulak ver
karanlığın esintisini duyuyor musun?
ben garipçe şu talihime bakıyorum, ümitsizliğe alıştım 
kulak ver
karanlığın esintisini duyuyor musun?
gecede, şu an bir şey geçiyor
ay kızıl ve karmaşık
ve her an düşme korkusu yaşanan bu damda
bulutlar yaslı kalabalıklar gibi
sanki yağmurun yağacağı anı bekliyor
bir tek an
ondan sonra hiç
bu pencerenin arkasında gece titriyor
ve yeryüzü
geri kalıyor dönüşünden
bu pencerenin arkasında bir bilinmeyen
beni ve seni bekliyor
ey baştan ayağa yeşil olan sen
ellerini, yakıcı hatıralar gibi benim aşık ellerime bırak
ve dudaklarını, sıcak bir his gibi senden benim aşık
dudaklarımın okşayışlarına teslim et
rüzgar bizi sürükleyecek
rüzgar bizi sürükleyecek

13 Eylül 2019 Cuma

uyuyan adam / georges perec


















• dünyanın karşısında, kayıtsız kişi ne cahildir ne de düşman. niyetin okumazyazmazlığın sağlığa yararlı keyfini yeniden keşfetmek değil, okurken, okuduklarına hiçbir ayrıcalık tanımamaktır. niyetin çırılçıplak gezmek değil, ille de özenli ya da bakımsız olmak anlamına gelmeyecek bir şekilde giyinmektir; niyetin kendini açlıktan öldürmek değil, sadece beslenmektir. bu hareketleri alabildiğine masum bir tavırla harfi harfine yerine getirmek değil istediğin -çünkü masumluk çok kuvvetli bir terimdir- sadece, en basitinden, bu "en basitinden"in bir anlamı olabilirse eğer, istediğin şey bu hareketleri yansız, apaçık, her tür değerden, özellikle de işlevsellikten kurtulmuş -çünkü işlevsellik değerlerin en kötüsü, en sinsisi, en tehlikelisidir- aşikâr, gerçek, değiştirilemez bir yere bırakmaktır. 


• okuyorsun, giyiniksin, yiyiyorsun, uyuyorsun, yürüyorsun demek dışında söylenecek bir şey olmasın; bunlar birer davranış, birer hareket olsun; birer kanıt, birer değiş tokuş aracı değil. giyimin, yiyip içtiklerin, okudukların senin adına konuşmayacaklar artık, onlar sayesinde karşındakinden daha açıkgöz davranamayacaksın artık. seni temsil etmenin o yiyip bitiren, çekilmez, öldürücü görevini bunlara bırakmayacaksın. 


• kırk sekiz kâğıt seni odana bağlıyor ve sen, bir onlunun yerinde olmasından, bir papazın sana karşı gelmemesinden neredeyse mutlu oluyor, ya da ağır aksak hesaplarının tümünün de aynı olanaksız sonuca varmasından mutsuz oluyorsun. sanki bu yalnız ve dilsiz strateji senin tek yolunu oluşturuyormuş, senin varolma nedenin haline gelmiş gibi. 


• yiyor, yürüyor, yaşamayı sürdürüyorsun, tıpkı gamsız bir araştırmacının labirentinde unuttuğu bir laboratuvar faresi gibi; sabah akşam, hiç yanılmadan, hiç duraksamadan yemliğin yolunu tutan, önce sola, sonra sağa dönen, bulamaç halindeki günlük yem miktarını almak için kırmızı kenarlı bir pedala iki defa basan bir laboratuvar faresi gibi. 


• ne bir aşama sırası, ne bir tercih. dingin bir kayıtsızlık seninki: gri rengin üzerinde hiçbir boğucu his uyandırmadığı gri adam. duyarsız değil, yansız.

• pek yaşadın denemez, oysa herşey çokdan söylendi, çokdan bitti.topu topu yirmibeş yaşındasın, ama yolun çizilmiş bile.roller hazır, etiketlerde,bebekliğindeki oturakdan yaşlılığındaki tekerlekli sandalyeye varana kadar oturulacak tüm yerler orada durmuş sıralarını bekliyorlar.serüvenlerin öyle iyi betimlenmiş ki, en şiddetli isyan bile kimsenin kılını kıpırdatmayacaktır. sen istediğin kadar sokağa çıkıp insanların şapkalarını başlarından uçur, başına iğrenç şeyler tak, çıplak ayakla yürü, bildiriler yayınla, önüne çıkan bir kapkaçcıyı geçerken kurşunla, boşuna, bir işe yaramayacak,düşkünler yurdunun yatakhanesinde yatağın çokdan yapılmış, lanetli şairler sofrasında yerin ayrılmış. sarhoş gemi, sefil mucize, harrar bir panayır eğlencesi, turistik bir gezidir. herşey öngörüldü, herşey en ufak ayrıntısına kadar hazırlandı, büyük aşklar, soğuk alaycılık, ıstırap ,bolluk, egzotizm, büyük serüven, umutsuzluk. sen ruhunu şeytana satmayacak, ayaklarında sandaletlerle gidip kendini etna ya atmayacak, dünyanın yedinci harikasını yıkmayacaksın.ölümün için herşey çokdan hazır.seni öldürecek top güllesi çok uzun zamana önceden eritilip döküldü, tabutunun peşinden ağlayacak olan kadınlar çokdan tutuldu.

• keşke insan türüne ait olmak, o dayanılmaz ve sağır edici gürültüyü de beraberinde getirmeseydi; keşke hayvanlar aleminden çıkıp aşılan o bir kaç gülünç adımın bedeli, sözcüklerin, büyük tasarıların, büyük atılımların o dinmek bilmeyen hazımsızlığı olmasaydı.


• sırasıyla d. defoe'nun robinson cnısoe'sunun, j. p. sartre’ın bulantısının, a. camus'nün yabancısının, t. mann'ın doktor faustus'unun baş kişileri.

sapiens / yuval noah harari


















yalnızca 6 milyon yıl önce, tek bir dişi maymunun iki kızı oldu. bunlardan biri tüm şempanzelerin atası olurken, diğeri de bizim büyükannemiz oldu. insan, taksonomik adıyla homo sapiens, primatlar takımının büyük insansı maymunlar familyasının homo cinsinde bulunan tek canlı türü. anatomik olarak 200.000 yıl önce afrika'da ortaya çıkmış ve modern davranışlarına 50.000 yıl önce kavuşmuştur. öğrenmemiz, sapiens'in 50-70 bin yıl önceki bilişsel devrim'le 12 bin yıl önceki tarım devrimi. . 

arkaik insanlar geniş beyinlerinin bedelini iki şekilde ödediler. birincisi, gıda ararken daha çok zaman harcadılar. ikincisi, kasları köreldi. savunmadan eğitime para aktaran bir yönetim gibi, insanlar bisepslerden nöronlara enerji aktardılar. bunun savanda hayatta kalmak için iyi bir strateji olduğu şüphelidir. bir şempanze homo sapiens'le yaptığı bir sözlü tartışmayı kazanamaz, fakat maymun insanı bir oyuncak bebek gibi parçalayabilir. 

sapiens ise adeta bir muz cumhuriyetinin diktatörü gibi. daha yakın zamana kadar savandaki orta hâlli yaratıklar olduğumuz için hâlâ korku ve endişelerle doluyuz, ve bu da bizi fazlasıyla zalim ve tehlikeli kılıyor. ölümcül savaşlardan çevre felaketlerine pek çok tarihsel kötülük, bu çok hızlı gerçekleşen sıçramadan kaynaklanıyor. 

bilişsel devrim'in arifesinde, dedikodu homo sapiens'in daha büyük ve daha istikrarlı gruplar kurabilmesini sağladı. ama dedikodunun bile bir sınırı vardır. sosyolojik araştırmalar dedikodu sayesinde bir arada durabilen "doğal" bir grubun sınırının 150 kişi olduğunu göstermiştir. grup bundan daha büyük olduğunda çoğu kişi diğerlerini ne yeterince yakından tanıyabilir, ne de etkili bir şekilde dedikodu yapabilir 

yalandan farklı olarak, hayali gerçeklik, herkesin inandığı bir şeydir ve bu ortak inanç sürdüğü sürece hayali gerçeklik dünyada belli bir güce sahiptir. stadel mağarasındaki heykeltıraş, aslan-insan formundaki koruyucu ruha gerçekten inanmış olabilir. bazı büyücüler şarlatandır, ancak çoğunluğu tanrıların ve şeytanların varlığına sahiden inanırlar. pek çok milyoner, paranın ve sınırlı sorumlu şirketlerin varlığına inanır. pek çok insan hakları aktivisti, insan haklarının varlığına inanır. birleşmiş milletler (bm), 2011'de libya hükümetinden kendi vatandaşlarının 

insan haklarına saygı göstermesini istediğinde kimse yalan söylemiyordu, öte yandan bm, libya ve insan hakları, tamamen kendi bereketli hayal gücümüzün icatlarıydı. 

bilişsel devrim'den bu yana, sapiens böyle bir günlük ikilikle yaşıyor. bir tarafta nehirlerin, aslanların ve ağaçların nesnel gerçekliği; öte yanda tanrıların, milletlerin ve şirketlerin hayali gerçekliği. zaman geçtikçe hayali gerçeklik daha da güçlendi; öyle ki bugün nehirlerin, aslanların ve ağaçların yaşamı hayali varlıklar olan tanrılar, milletler ve şirketlerin insafına kalmış durumdadır. 

katolik kilisesi yüzyıllar boyunca, bir papadan ötekine aktarılan bir "bekarlık geni" sayesinde değil, yeni ahit'in ve katolik kilisesi hukukunun hikayelerinin aktarımı sayesinde hayatta kaldı. 

kurgu icat etme becerisi sayesinde sapiens giderek daha karmaşık oyunlar üretiyor ve her nesil bu oyunları geliştirerek daha da ileri götürüyor. 

avcı toplayıcı atalarımızın yeme alışkanlıklarını analiz etmedikçe bizim neden en tatlı ve yağlı yiyeceklere yöneldiğimiz bir bilmece olarak kalacaktır. atalarımızın yaşadığı savanlarda ve ormanlarda yüksek kalorili tatlılar nadiren bulunurdu ve gıda da çok bol sayılmazdı. 30 bin yıl önce yaşayan sıradan bir avcı toplayıcının tek bir tatlı yiyeceğe erişimi vardı: olgunlaşmış meyve. bir taş devri kadınının incirlerle dolu bir ağaç gördüğünde yapacağı en akıllıca şey, bunlardan olabildiğince fazla yemekti, ta ki o yöredeki bir babun grubu ağacı ele geçirene kadar. yüksek kalorili yiyeceklerle tıkınmak bu yüzden genlerimize kazınmıştır. bugün çok katlı apartmanlarda ağzına kadar dolu buzdolaplarıyla yaşıyor olabiliriz, ama dna'mız hâlâ savanda yaşadığımızı zannediyor. 

gemilere kadar pek çok öğenin baş döndürücü koleksiyonu tarafından şekillenir. oyun oynamak için plastik kartlardan 100 bin kişilik stadyumlara kadar sınırsız sayıda oyuncak kullanıyoruz. romantik ve cinsel ilişkilerimiz de yüzükler, yataklar, güzel kıyafetler, seksi iç çamaşırları, prezervatifler, şık restoranlar, ucuz moteller, havaalanlarındaki dinlenme salonları, düğün salonları ve yemek firmaları tarafından donatılıyor. dinler de kutsal olanı müslüman camileri, gotik katedraller, hindu aşramları, tibet'in dua çarkları, kur'an kaligrafisi, seccadeler, papaz cüppeleri, mumlar, tütsüler, noel ağaçları, mezar taşları ve altından ikonalar aracılığıyla katıyor yaşamımıza. 

avcı toplayıcılar sadece etraflarındaki hayvanları, bitkileri ve nesneleri değil, aynı zamanda vücutları ve hisleri, yani kendi iç dünyalarını da ustaca öğrenmişlerdi. örneğin çimlerdeki en ufak hareketi bile, bir yılan geçme ihtimaline karşı dikkatle izler; meyveler, arı kovanları ve kuş yuvaları bulmak için ağaçları dikkatle incelerlerdi. en az çabayla ve gürültüyle yürür, en etkili ve çabuk şekilde oturmayı, yürümeyi ve koşmayı bilirlerdi. vücutlarını sürekli ve çeşitli şekillerde kullanmaları, onları maraton koşucuları kadar fit hâle getirmişti. fiziksel çeviklikleri, bugün insanların yıllar süren yoga ve tai-chi antrenmanlarından sonra bile yakalayamadığı seviyedeydi 

günümüzün zengin toplumlarındaki insanlar haftada 40-45 saat, gelişmekte olan ülkelerde haftada 60 hatta kimi zaman 80 saat çalışırken, bugün dünyanın yaşamaya en uygun olmayan bölgelerinde —örneğin kalahari çölü— yaşayan avcı toplayıcılar haftada ortalama sadece 35-45 saat çalışırlardı. üç günde bir avlanır ve toplama işine de günde sadece 3-6 saat ayırırlardı. 

normal zamanda, kampı beslemeye yeterlidir bu. kalahari çölü'nden daha bereketli bölgelerde yaşayan avcı toplayıcılar ise gıda ve hammadde toplamak için muhtemelen bundan da az zaman harcıyorlardı. bunlara ek olarak, avcı toplayıcıların ev işleri daha azdı. yıkayacak bulaşıkları, süpürecek halıları, silinecek parkeleri, değiştirilecek bezleri ve ödenecek faturaları yoktu 

tarihsel kayıtlar homo sapiens'in bir ekolojik seri katil olduğunu gösteriyor 

dünyanın tüm büyük yaratıkları arasında insan selinde tek hayatta kalabilenler, yine, nuh'un gemisi'nde köle olarak bulunan çiftlik hayvanları ve insan olacak. 

homo erectus, homo ergaster ve neandertaller incirleri dallarından koparıp yabani koyunları avlarken, incir ağaçlarının nerede kök salacağını veya koyun sürülerinin hangi çayırda gezebileceğini ve hangi erkek keçinin hangi dişiyi dölleyeceğini düşünmüyorlardı. homo sapiens doğu afrika'dan ortadoğu'ya, avrupa'ya ve asya'ya, son olarak da avustralya ve amerika'ya doğru yayıldı, ve her gittiği yerde de yabani bitkileri toplayıp hayvanları avlayarak yaşamını sürdürdü. yaşam tarzınız sizi gayet iyi besliyor ve zengin kötü besinlere sahip oldu. tarım devrimi tarihin en büyük aldatmacasıdır.[ 

bunun sorumlusu kimdi? krallar da değil, rahipler ya da tüccarlar da. suçlular buğday, pirinç ve patatesin de aralarında bulunduğu bir avuç bitki türüydü. homo sapiens bu bitkileri evcilleştireceğine, bunun tam tersi gerçekleşti 

homo sapiens'in vücudu bu tür işler için evrimleşmemişti. geyiklerin arkasından koşmaya, elma ağaçlarına tırmanmaya uygundu, kaya toplamaya veya su kovası taşımaya değil. insanlar bunun bedelini omurga, diz, boyun ve bel ağrılarıyla ödediler. eski iskeletler incelendiğinde tarıma geçişin insanlara bel fıtığı, eklemlerde kireçlenme ve diğer fıtıklar olarak geri döndüğü görülmektedir 

evrimin geçer akçesi ne açlık ne de acı çekmektir, sadece dna sarmallarının kopyalanmasıdır. nasıl bir şirketin başarısı çalışanlarının mutluluğuyla değil de banka hesabındaki liralarla ölçülüyorsa, bir türün evrimsel başarısı da dna kopyalarının sayısıyla ölçülür. ortalıkta dna kopyası kalmazsa tür yok olur, tıpkı parası kalmayan bir şirketin iflas etmesi gibi. eğer bir tür çok sayıda dna kopyasına sahipse bu bir başarıdır ve tür gelişir. bu perspektiften bakılırsa bin kopya her zaman yüz kopyadan daha iyidir. işte bu tarım devrimi'nin özüdür: daha çok sayıda insanı daha kötü koşullar altında da olsa hayatta tutmak. 

gerçi bireyler bu evrimsel hesabı niye dikkate alsın ki? hangi aklı başında birey homo sapiens cinsinin sayısı artsın diye kendi hayat standartlarını düşürür? bunu kimse onaylamamıştı zaten: tarım devrimi bir tuzaktı. 

tarlalarda çalışacak insana ihtiyaç vardı. ancak artan nüfus kısa sürede gıda fazlasını tükettikçe daha çok tarlanın ekilmesi gerekti. insanlar hastalıklarla dolu yerleşimlerde yaşamaya, çocuklar anne sütünden ziyade tahılla beslenmeye başladıkça, üzerine bir de çocuklar yulaf lapasını giderek artan sayıda kardeşle paylaşmak zorunda kaldıkça, çocuk ölümleri ciddi oranda arttı. çoğu tarım toplumunda, çocukların en az üçte biri yirmi yaşına gelmeden ölmeye başlamıştı.[31] buna karşılık, doğumlar yine de ölümlerden fazlaydı ve insanlar çok sayıda çocuk sahibi olmaya devam ettiler. 

insanlar bu kadar hayati öneme sahip bir konuda neden yanlış hesap yapıyorlardı? tarih boyunca neden hep yanlış hesap yaptılarsa, o yüzden. insanlar kararlarının tüm sonuçlarını tahmin edemezler. ne zaman daha fazla çaba göstermeleri gerekse —örneğin tohumları toprağın yüzüne serpmek yerine toprağı çapalamak gibi— insanlar, "evet belki daha fazla çalışacağız, ama hasadımız çok daha fazla olacak! verimsiz geçen yıllarla ilgili endişe duymayacağız. çocuklarımız aç yatmayacak," diye düşünüyorlardı. aslında mantıklıydı. daha çok çalışırsanız daha yaşamınız olur. onların planı da buydu. 

planın ilk kısmı iyi işledi. insanlar gerçekten de daha çok çalışıyordu, ama çocuk sayılarının artacağını öngöremediler. ürettikleri fazla buğday daha çok çocuk arasında bölüştürülüyordu. aynı şekilde, ilk insanlar çocukları daha az anne sütü ve daha fazla yulaf lapasıyla beslemenin, onların bağışıklık sistemini zayıflatacağını, kalıcı yerleşimlerin hastalıklar için harika bir üreme alanı olduğunu da anlayamadılar. kendilerini tek bir besin türüne bağımlı kılarak aslında kuraklığın tehlikelerine daha açık hâle geleceklerini öngöremediler. keza, ilk çiftçiler, iyi geçen dönemlerde gıda depoları yapmanın hırsızları ve düşmanları teşvik edeceğini, bunlara karşı da savunma duvarları yapmak ve nöbet tutmak gibi şeyler yapmak zorunda kalacaklarını da düşünmemişlerdi. o hâlde neden planları tutmayınca insanlar çiftçiliği bırakmadılar? bunun sebebi kısmen, bu küçük değişimlerin birikerek toplumu değiştirmesinin nesiller boyunca sürmesi ve en sonunda kimsenin daha önceden insanların farklı yaşadıklarını hatırlamamasıydı. kısmen de, nüfus artışının insanların geri dönüş ihtimalini ortadan kaldırmasıydı. eğer tarla sürmek bir köyün nüfusunu 100'den 110'a çıkardıysa, hangi 10 kişi diğerlerinin eski güzel yaşamına dönebilmesi için kendini feda edecekti? geri dönüş mümkün değildi artık. insanlar tuzağa düşmüştü 

daha kolay bir yaşam arayışı pek çok zorluk çıkarmıştı ve bu sonuncusu değildi. bugün aynı durum bizim için de geçerli. kim bilir kaç üniversite mezunu genç çok çalışıp iyi paralar kazanacaklarını düşünerek büyük firmalara giriyor ve ancak otuz beş yaşından sonra bu işlerden ayrılarak gerçek istediklerini yapmaya çalışıyor? öte yandan, gelinceye dek kredi ödemeleri, okul yaşına gelen çocukları, ödemeleri gelen arabaları ve yurtdışında tatiller veya kaliteli şaraplar olmadan yaşamın çok da anlamlı olmadığına dair geliştirdikleri anlayışları oluyor 

tarihin en kesin yasalarından biri de şudur: lüksler zamanla ihtiyaç haline gelir ve yeni zorunluluklar ortaya çıkarır. zarfa koymak, üstüne pul yapıştırıp posta kutusuna atmak insanı epey uğraştıran bir işti, mektuba cevap almak günler veya haftalar, hatta aylar alabiliyordu. günümüzdeyse bir dakika içinde çabucak bir e-posta yazıp dünyanın öbür ucuna gönderebiliyorum ve eğer gönderdiğim kişi çevrimiçiyse anında cevap alabiliyorum. böylece mektup yazmanın aldığı tüm zamanı ve çabayı ortadan kaldırmış oldum, peki bugün daha rahat bir hayat mı yaşıyorum? maalesef cevap hayır. klasik posta çağında insanlar yalnızca gerçekten söyleyecekleri önemli bir şey olduğunda mektup yazarlardı. akıllarına gelen ilk şeyi yazmak yerine ne söylemek istediklerini ve bunu nasıl aktaracaklarını önceden dikkatli bir şekilde düşünürlerdi. bunun sonucunda da, aynı şekilde düşünülmüş bir cevap almayı beklerlerdi. zaten çoğu insan ayda birkaç mektuptan fazlasını yazmıyordu ve gelen mektuplara da hemen cevap vermek gibi bir zorunluluk duyulmuyordu. bense bir gün içinde düzinelerce e-posta alıyorum ve bunların hepsini hızlıca cevaplandırmam gerekiyor. bu icatları yaparken zaman kazanacağımızı düşünüyorduk, ancak aslında günlerimizi daha endişeli ve kaygılı geçirmemize sebep olacak şekilde hayatın hızını normalin on katına çıkartmış olduk 

lüks tuzağı bizim için önemli bir ders içerir. insanlığın daha kolay bir hayat arayışı muazzam bir değişim enerjisi ortaya çıkardı, fakat bu değişim dünyayı kimsenin tahmin edemeyeceği biçimlerde dönüştürdü. kimse tarım devrimi'ni veya insanların tahıllara bağımlı hâle gelmesini kurgulamamıştı. mideyi daha iyi doldurmak ve güvenliği pekiştirmek amacıyla alınmış önemsiz görünen bir dizi karar, eski avcı toplayıcıların yaşamlarına kavurucu güneş altında su kovaları taşımak gibi işleri sokmuştur. 

bilinen örnek britanya'daki stonehenge olmak üzere, arkeologlar dünyanın dört bir yanındaki kazı alanlarından anıtsal yapılar bulmaya alışıklar. göbekli tepe kazılarındaysa çok şaşırtıcı bir şeyle karşılaştılar. stonehenge mö 2500 yılında gelişmiş bir tarım toplumu tarafından yapılmıştı. göbekli tepe'deki yapılarsa mö 9500'e tarihlendiler ve tüm kanıtlar bunların avcı toplayıcılar tarafından yapıldığını gösteriyor. arkeoloji camiası ilk başta bu bulguları kabul edilebilir bulmakta çekingen davrandı, ancak yapılan her bir test, hem yapıların çok erken tarihli hem de yapanların tarım öncesi toplumlar olduğunu kanıtladı. eski avcı toplayıcıların becerilerinin ve kültürlerinin karmaşıklığının daha önce düşünülenden çok daha etkileyici olduğu böylece ortaya çıktı 

neden avcı toplayıcı bir topluluk böyle yapılar inşa etmişti? bunların açık bir pratik amacı yoktu. yapılar ne mamut kesimhanesiydi, ne de yağmurdan kaçmak veya aslanlardan saklanmak gibi bir amaca hizmet ediyordu. bu da bizi bu yapıların arkeologların henüz çözemediği gizemli bir kültürel amaçla yapıldığı açıklamasıyla baş başa bırakıyor. amaçları her neyse, avcı toplayıcılar bunun harcadıkları zaman ve enerjiye değeceğini düşünmüş olmalılar. göbekli tepe sütunlarını yapmanın tek yolu, farklı gruplara ve kabilelere mensup binlerce avcı toplayıcının uzunca bir süre işbirliği yapmasıdır. sadece gelişmiş bir dini veya ideolojik sistem bu tür bir çabayı sürdürmeyi sağlayabilir 

yumurtlayan tavuklar, süt inekleri ve koşum hayvanlarının bazen uzun yıllar yaşamasına izin verilir. bunun hayvanlara bedeliyse içgüdülerine ve isteklerine tamamen ters bir yaşama boyun eğmektir. boğaların eli kırbaçlı bir maymunun boyunduruğu altında tarla sürmek yerine, zamanlarını geniş çayırlarda diğer boğalarla birlikte gezerek geçirmek istediğini rahatlıkla varsayabiliriz. 

sosyal bağlarının yıkılması, saldırganlıklarının ve cinselliklerinin kontrol edilmesi ve hareket serbestliklerinin kısıtlanması gerekiyordu. çiftçiler bunun için hayvanları çitler ve kafeslere hapsetmek, koşum ve yularlarla gemlemek, kamçı gibi aletlerle eğitmek ve bazı organlarını kesmek gibi yöntemler geliştirdiler. evcilleştirme süreci hemen her zaman erkeğin hadım edilmesini gerektirir. bu hem erkek agresifliğini azaltır hem de insanların sürüdeki üremeyi kontrol edebilmelerini sağlar. 

yavrular emdiği sürece süt üretirler. hayvanın süt üretimini devam ettirmesi için çiftçinin elinde bu yavrulardan bulunması fakat yavrular tüm sütü tüketmeden çiftçinin bunu engellemesi gerekmektedir. tarih boyunca yaygın olarak kullanılan yöntemlerden biri, yavruları doğumdan kısa süre sonra kesmek, annenin tüm sütünü sağmak ve sonra tekrar hamile bırakmaktır. bu hâlâ çok kullanılan bir yöntemdir. pek çok modern süt çiftliğinde, süt inekleri kesilmeden önce yaklaşık beş yıl yaşar. bu beş yıl boyunca inek neredeyse hep hamiledir ve doğum yaptıktan sonraki 60-120 gün boyunca azami süt üretimini sağlamak için özel olarak beslenir. doğumdan kısa süre sonra buzağılar anneden ayrılır. dişiler bir sonraki süt ineği nesli olmak üzere yetiştirilir, erkeklerse et endüstrisine verilir. 

diğer bir yöntem de yavruları annelerinin yanında tutmak ama çok fazla süt emmelerini çeşitli yöntemlerle engellemektir. bunu yapmanın en basit yolu yavrunun süt emmeye başlamasına izin verip süt gelir gelmez yavruyu çekmektir. bu yöntem genellikle hem yavrudan hem de anneden tepki görür. bazı çoban kabileleri yavruyu öldürüp etini yer, derisini de doldururdu. içi doldurulmuş yavru derisi anneye gösterilerek süt üretiminin artması sağlanırdı. sudan'daki nuer kabilesi doldurulmuş hayvanlara annenin idrarından sürerek bu sahte yavrulara tanıdık bir koku verecek kadar işi ilerletmişti. bir başka nuer tekniği de, yavrunun ağzının kenarlarına boynuzlar 

takıp annenin canını yakmak ve emzirmeye itiraz etmesini sağlamaktı.[35] sahra'da deve yetiştiren tuaregler de yavru develerin üst dudağını ve burnunun bir kısmını kesip veya yaralayıp süt emmeyi acı verici bir hâle getirerek fazla süt tüketmelerini önleme yöntemini geliştirmişti. 

evrimsel başarıyla bireysel acı arasındaki bu karşıtlık, belki de tarım devrimi'nden çıkarmamız gereken en önemli derstir 

tarım devrimi tarihteki en tartışmalı olaylardan biridir. tarafların bir kısmı bu devrimin insanlığı gelişim ve refah yoluna soktuğunu öne sürerken, diğerleriyse bunun bir lanetlenme anlamına geldiğinde ısrar ederler. onlara göre bu durum, sapiens'in doğayla yaşadığı uyumu bırakıp açgözlülük ve yabancılaşmaya doğru koştuğu dönüm noktasıdır. 

tüm bunların bir sonucu olarak, tarımın ilk ortaya çıkışından itibaren gelecekle ilgili kaygılar insan zihnini en çok meşgul eden şeylerden oldu. çiftçilerin tarlalarını sulamak için yağmura bağımlı olmaları, yağmur mevsiminin başlangıcında her sabah ufka bakarak havayı koklayıp rüzgarı anlamaya çalışmaları anlamına geliyordu. acaba bu bir bulut mu? yağmur zamanında yağacak mı? yeteri kadar yağacak mı. 

tarih çok az insanın "yaptığı", geri kalanların da tarla sürdüğü veya su kovaları taşıdığı bir şeydir. 

fransız devrimi'nin öncüleri aç çiftçiler değil, zengin avukatlardı . 

tarım devrimi yeni kalabalık şehirler ve başarılı imparatorluklar yaratma fırsatını ortaya çıkarınca insanlar büyük tanrılar, anavatanlar ve anonim ortaklıklar hakkında hikayeler icat ederek ihtiyaç duyulan toplumsal bağları sağladılar. insan evrimi her zamanki gibi salyangoz hızıyla ilerlerken, insanın hayal gücü dünyada henüz eşi görülmemiş devasa bir kitlesel işbirliği ağı yarattı 

yaklaşık mö 8500'lerde dünyadaki en büyük yerleşimler jericho gibi köylerdi ve sadece birkaç yüz kişiye ev sahipliği yapıyordu. mö 7000'de, o sıralar muhtemelen dünyadaki en büyük yerleşim olan anadolu'daki çatal höyük'te, beş ila on bin arasında insan yaşıyordu. mö 5000'le 4000 arası dönemde, her biri etraftaki köyler üzerinde de hâkimiyet kurmuş bereketli hilal bölgesinde 10 bin kişilik şehirler birer birer ortaya çıkmaya başladı. mö 3100'de, tüm aşağı nil vadisi birinci mısır krallığı altında toplandı 

firavunlar binlerce kilometrekarelik toprakları ve yüz binlerce insanı yönettiler. mö 2250'de büyük sargon, ilk büyük imparatorluk olan akkad imparatorluğunu kurdu. 5400 askerlik bir ordusu olan imparatorluğun bir milyondan fazla nüfusu vardı. mö 1000'le 500 arasında, ortadoğu'da ilk mega imparatorluklar ortaya çıktı: geç asur, babil ve pers imparatorlukları. bu imparatorluklar on binlerce askerden oluşan ordulara ve milyonlarca kişilik nüfuslara hükmettiler. 

mö 221'de qin hanedanı çin'i birleştirdi ve bundan kısa süre sonra da roma, akdeniz havzasını bir araya getirdi. 40 milyon çinliden toplanan vergiler, yüz binlerce kişilik bir orduyu ve yüz binden fazla çalışanı olan karmaşık bir bürokrasiyi beslemekte kullanıldı. roma imparatorluğu gücünün doruğunda yaklaşık 100 milyon kişiden vergi toplamaktaydı. bu gelir, 250 ila 500 bin askerlik bir düzenli orduya, 1500 yıl sonra bile kullanılabilen 

mö 1776'da babil dünyanın en büyük şehriydi. babil imparatorluğu da bir milyondan fazla nüfusuyla muhtemelen dünyanın en büyük imparatorluğu. bugünkü ırak'ın büyük bölümüyle suriye'yle iran'ın çeşitli kesimleri de dahil mezopotamya'nın büyük bölümüne hükmediyordu. bildiğimiz en ünlü babil kralı, hammurabi'dir. bu ün, en başta hammurabi kanunları olarak bilinen metinden kaynaklanmaktadır. bu metin hammurabi'yi adil bir kral olarak göstermek, babil imparatorluğunun her yerinde standart bir hukuk sistemi kurmak ve gelecek nesillere adaletin ne olduğunu, adil bir yöneticinin nasıl olması gerektiğini anlatmak amacı taşıyan bir yasalar ve adli kararlar toplamıdır 

... bu gerçeklerin tartışmasız olduğunu, tüm insanların eşit yaratıldığını, insanlara yaratıcı tarafından bahşedilmiş bazı haklar verildiğini ve bunlar arasında yaşam, özgürlük ve mutluluğunun peşinden gitme hakkı olduğunu ilan eder 

haklı, amerikalıların ise haksız olduğunu öne sürecektir. aslında iki taraf da haksızdır. hem hammurabi hem de abd'nin kurucuları, eşitlik veya hiyerarşi gibi evrensel ve değiştirilemez adalet ilkeleriyle yönetilen bir gerçeklik hayal etmişlerdir. bunlar sadece sapiens'in derin hayal gücü ve icat ederek birbirlerine anlattığı hikayelerde var olabilir. bu ilkelerin nesnel bir geçerliliği yoktur. 

insanların "üstün" ve "sıradan" olarak ayrılmasının bir hayal ürünü olduğunu bugün kabul etmek bizim için çok kolaydır. öte yandan insanların eşit olması da bir mittir. insanlar ne anlamda birbirlerine eşittirler? hayal gücümüz dışında gerçekten birbirimize eşit olduğumuz nesnel bir gerçeklik var mıdır? insanlar biyolojik olarak eşit midirler. 

buna bir itirazım yok. benim de "hayali düzen"le kastettiğim tam olarak bu. belirli bir düzene nesnel bir doğru olduğu için değil, buna inanmak etkili bir işbirliği yapmamızı ve daha iyi bir toplum kurmamızı sağlayacağı için inanıyoruz. hayali düzenler kötü niyetli komplolar veya amaçsız seraplar değildir, aksine çok sayıda insanın etkin işbirliği yapabilmesinin tek yoludur. bu arada unutmamak gerekir ki, hammurabi de hiyerarşi ilkesini aynı mantıkla savunabilirdi: "biliyorum ki, üstün insanlar, sıradan insanlar ve köleler özünde farklı insanlar değillerdir. ama eğer onların farklı olduğuna inanırsak istikrarlı ve müreffeh bir toplum kurabiliriz 

varlığına inanmayı bıraksalar bile, yerçekiminin ortadan kalkma ihtimali yoktur. buna karşın, hayali bir düzen her zaman çökme ihtimaliyle karşı karşıyadır, çünkü varlığı mitlere bağlıdır ve mitler insanlar onlara inanmayı bıraktığı anda çökerler. hayali bir düzeni korumak, sürekli ve büyük bir çaba gerektirir. bu çabaların bazıları şiddet ve zorlama biçimindedir. ordular, polis kuvvetleri, mahkemeler ve hapishaneler kesintisiz olarak insanların hayali düzene uygun olarak davranmasını sağlamak için çalışırlar. 

soruyu akla getirir: askeri düzeni ne sağlar? bir orduyu yalnızca zor kullanarak örgütlemek imkansızdır; en azından bazı komutanların ve askerlerin tanrı, onur, vatan, erkeklik veya para gibi bir şeylere inanmaları gerekir 

ayrıca insanları baştan aşağı eğitmeniz gerekir. doğdukları andan itibaren insanlara devamlı hayali düzenin ilkeleri hatırlatılmalıdır ve bu ilkeler her şeyi içermelidir. ilkeler peri masallarında, dramalarda, resimlerde, şarkılarda, görgü kurallarında, siyasi propagandada, mimaride, yemek tariflerinde ve modada var olmalıdır 

insanların en kişisel istekleri sandıkları bile genelde hayali düzen tarafından programlanmıştır. gayet popüler bir istek olan yurtdışında tatil yapma örneğini ele alalım. bu istek aslında hiç de anlaşılır veya doğal değildir. bir şempanze alfa erkeği asla gücünü komşu bir şempanze grubunun arazisine tatile gitmek için kullanmaz. eski mısır seçkinleri piramitler yaptırmak ve cesetlerini mumyalatmak için servetler harcadılar, ama hiçbiri babil'e alışverişe veya fenike'ye kayak tatiline gitmeyi düşünmedi. bugün insanlar yurtdışına gitmek için ciddi miktarda para harcıyor, çünkü hepsi romantik tüketicilik akımının gerçek inananları 

kendimizi geniş bir yelpazedeki tüm duygulara açmalı, değişik biçimlerde ilişkiler yaşamalı, farklı mutfaklar denemeli, farklı müzik tarzlarını takdir etmeyi öğrenmeliyiz. bunu yapmanın en iyi yollarından biri günlük rutinimizi bozmak, alışık olduğumuz ortamın dışına ve uzak yerlere seyahate çıkmak. böylece oralarda başka insanların kültürlerini, kokularını, tatlarını ve normlarını "deneyimleyebiliriz". tekrar tekrar, "yeni bir deneyimin nasıl birinin gözlerini açtığını ve yaşamını değiştirdiğini" anlatan romantik mitleri dinleyip dururuz. 

tüketicilik akımı da, bize mutlu olmamız için mümkün olduğunca çok mal ve hizmet tüketmemiz gerektiğini söyler. bir şeyin eksikliğini hissettiğimizde veya bir şey doğru gelmediğinde, muhtemelen yeni bir ürün (araba, yeni kıyafetler, organik gıda) veya bir hizmet (ev temizliği, çift terapisi, yoga dersi. 

sonuç olarak, bir milyonerle karısı arasındaki ilişki dikenli bir yola girdiğinde, adam karısını pahalı bir paris tatiline götürür. bu gezi bağımsız bir isteğin değil, romantik tüketicilik akımının mitlerine duyulan coşkulu bir inancın yansımasıdır aslında. eski mısır'da zengin bir 

adam, asla ilişki problemini karısını babil'e tatile götürerek çözmeyi düşünmezdi. bunun yerine karısına, hep istediği şaşaalı bir mezar yaptırırdı 

amerikan doları, insan hakları ve amerika birleşik devletleri de milyonlarca insanın ortak hayal gücünde yaşamaktadır, ve hiçbir birey onların varlığını tehdit edemez. eğer ben dolara, insan haklarına veya abd'ye inanmayı bırakırsam bir etkisi olmaz 

bu hayali düzenler özneler arasıdır, bu yüzden de onları değiştirmek için aynı anda milyarlarca insanın. 

bilincini değiştirmemiz gerekir ki, bu çok kolay değildir. bu ölçekte bir değişim sadece bir siyasi parti, ideolojik hareket veya dini bir tarikat gibi karmaşık bir örgütlenmenin yardımıyla başarılabilir. öte yandan bu tür karmaşık örgütleri kurmak için pek çok yabancıyı birbiriyle işbirliği yapmaya ikna etmek gerekir. bu da ancak bu yabancılar ortak paylaşılan bir mite inanırsa gerçekleşebilir. dolayısıyla mevcut bir hayali düzeni değiştirmek için alternatif bir hayali düzene inanmamız gerekir. 

sapiens'in toplumsal düzeni hayali olduğundan, insanlar bu tip kritik bilgileri sadece dna'larını kopyalayarak ve genlerini sonraki nesillere aktararak koruyamazlar. yasaları, gelenekleri, adetleri korumak için bilinçli bir çaba gerekir, aksi takdirde toplumsal düzen hızla çökebilir. 

nadir istisnalar olmakla birlikte insan beyni görelilik veya kuantum mekaniği gibi konuları düşünmek için yeterli değildir. 

insan bilincinin hizmetçisi olarak doğan yazı, giderek insanın sahibi haline geldi. bilgisayarlarımız homo sapiens'in nasıl konuştuğunu, hissettiğini ve hayal kurduğunu anlayamadığından, biz de bilgisayarların anlayabilmesi için homo sapiens'e sayıların dilinde konuşmayı, hayal kurmayı ve hissetmeyi öğretiyoruz. üstelik bununla da kalmıyoruz. bilgisayarların ikili yazısını baz alan yepyeni bir yapay zeka oluşturulmaya çalışılıyor. matrix ve terminatör gibi bilimkurgu filmleri, ikili yazının insanlığın boyunlarına taktığı yuları atıp özgür kaldığı bir gelecekten bahseder. insanlar isyankar yazı biçiminin kontrolünü tekrar ele geçirmeye çalıştığında, o da insan türünü ortadan kaldırmaya çalışır. 

eğer uygun içgüdüleri yoksa, insanlar kitleler halinde işbirliği ağlarını nasıl oluşturuyorlar? cevap kısaca şudur: insanlar hayali düzenler yaratıp, yazıyı icat ettiler ve bu ikisi, biyolojik mirasımızın boş bıraktığı yerleri doldurdu. 

oysa pek çok zengin insanın zengin bir ailede doğduğu için zengin olduğu ve pek çok fakirin de fakir bir ailede doğduğu için hayatları boyunca fakir kalacağı kanıtlanmış bir olgudur. 

para parayı, fakirlik de fakirliği çeker. eğitim daha fazla eğitimi, cehalet daha fazla cehaleti doğurur. 

cinsiyet çocuk oyuncağı, toplumsal cinsiyet ise ciddi iştir. erkek cinsinin üyesi olmak dünyadaki en basit şeydir, tek yapmanız gereken bir x, bir de y kromozomuyla doğmuş olmaktır. dişi olmak da aynı derecede basittir çünkü bir çift x kromozomu yeterlidir. buna karşılık, bir adam veya kadın olmak çok ciddi ve karmaşık bir şeydir. çoğu erkek ve kadın özelliği biyolojik olmaktan çok kültüreldir, hiçbir toplum kendiliğinden her erkeği adam, her dişiyi de kadın olarak saymaz. dahası, bu sıfatlar bir kere kazanıldığında ebediyen de sürmez. erkekler erkeksiliklerini hayatları boyunca sonsuz bir performans, tören ve ritüeller aracılığıyla sürekli olarak kanıtlamak zorundadır. bir kadının da işi hiç bitmez, sürekli kendini ve başkalarını yeterince kadınsı olduğuna ikna etmek zorundadır. 

özellikle erkekler erkeksilikle ilgili iddialarının boş çıkmasından ödleri koparak yaşarlar. tarih boyunca erkekler hayatlarını riske atarak hatta feda ederek erkekliklerini kanıtlamaya çalıştılar, insanlar "tam bir erkek!" desinler diye. 

görsel 15: 10. yüzyıl erkeksiliği; fransa kralı 14. louis'nin resmi bir portresi. uzun peruk, çoraplar, topuklu ayakkabılar, dansçı duruşu ve devasa kılıca dikkat edin. günümüz amerikasında bütün bunlar (kılıç hariç) kadınsılık işaretleri olarak değerlendirilirdi. oysa kendi zamanında louis erkekliğin ve erkeksi gücün mükemmel bir örneğiydi. 

eğer gerilimler, çatışmalar ve çözülemeyen ikilemler kültürlerin tuzu biberiyse, bu kültürlere mensup insanların da birbiriyle çelişen inançları ve birbiriyle uyumsuz değerleri mutlaka olacaktır. bu her kültürün en temel unsurudur: bilişsel uyumsuzluk. sıklıkla insan psikolojisinin bir hatası olarak değerlendirilen bilişsel uyumsuzluk, aslında insan için yaşamsal önemdedir. insanlar birbiriyle çelişen değer ve inançlara sahip olamasaydı muhtemelen herhangi bir insan kültürü oluşturmak ve sürdürmek mümkün olamazdı. 

onun işini açlık yapmış oldu; yaklaşık bir yıl sonra gıda stokları tükenen numantialılar, tüm umutları söndüğünde kendi şehirlerini yakıp yıkarak roma kölesi olmamak için kendi canlarına kıydılar. 

numantia sonraları ispanyol bağımsızlığının ve cesaretinin sembolü oldu. don kişot'un yazarı miguel de cervantes numantia kuşatması adında bir trajedi yazdı, kasabanın yıkılışıyla sonlanan bu trajedi, aynı zamanda ispanya'nın gelecekteki büyüklüğüne dair bir görüş de içermekteydi. şairler kanlarının son damlasına kadar savaşan kahramanlar için zafer şarkıları yazdılar, ressamlar tuvallere kuşatmanın görkemli betimlemelerini yaptılar. 1882'de kasabanın yıkıntıları "ulusal anıt" ilan edildi ve ispanyol vatanseverleri için kutsal bir ziyaret haline geldi. 1950'ler ve 1960'larda ispanya'daki en popüler çizgi romanlar superman veya örümcek adam değil, romalı zalimlere karşı savaşan hayali bir iberyalı kahraman olan el jabato'nun maceralarıydı. eski numantialılar, bugünün ispanyollarının kahramanlık ve vatanseverlikteki kusursuzluk örneğidir ve ülkenin gençlerine rol modeli olarak sunulur. 

mutluluğu için çalıştıklarına yürekten inanıyordu. çin'deki yönetici sınıf ülkenin komşularını ve bunların yabancı tebaalarını, imparatorluk kültürünün götürülmesi gereken zavallı barbarlar olarak görüyordu. cennetin yetkileri imparatora tüm dünyayı sömürmesi için değil, insanlığı eğitmesi için bahşedilmişti. romalılar da kendi hükümranlıklarına barbarlara barış, adalet ve refah götürme misyonlarıyla haklılık kazandırıyorlardı. boyalı galyalılar ve vahşi cermenler, romalılar onları yasalarla evcilleştirerek büyük hamamlarda temizleyip felsefeyle eğitene dek pislik ve cehalet içinde yaşıyorlardı. mö 3. yüzyılda hüküm süren maurya imparatorluğu, cahil dünyaya buddha'nın öğretilerini yaymayı misyon olarak belirlemişti. halifeler de peygamberin vahiylerini mümkünse barışçıl, gerekirse de kılıç zoruyla yaymak için ilahi bir yetkiyle donanmışlardı. ispanyol ve portekiz imparatorlukları da doğu asya ve amerika'da peşinden koştukları şeyin zenginlik değil, insanları doğru inanca döndürmek olduğunu öne sürdüler. aynı şekilde, ingilizlerin liberalizm ve serbest ticareti yayma misyonlarının üzerinde güneş hiç batmıyordu, sovyetler tarihsel olarak kapitalizmden ütopik bir proletarya diktatörlüğe giden yoldaki yürüyüşü kolaylaştırma görevini yakıştırdı kendisine. bugün çoğu amerikalı, üçüncü dünya ülkelerine cruise füzeleri ve f-16'larla bile olsa demokrasi ve insan hakları kazanımlarının götürülmesi gerektiğini düşünüyor. 

gautama bu kısırdöngüden çıkmanın bir yolunu bulmuştu. eğer zihin keyifli ya da can sıkıcı bir şeyler yaşadığında bu olayları oldukları gibi kabul ederse, o zaman acı doğurmaz. eğer üzüntüyü, üzüntüden kurtulmayı dileyerek yaşamazsanız gene üzüntü hissetmeye devam edersiniz, ama bundan acı çekmezsiniz, hatta üzüntüde bile bir zenginlik bulabilirsiniz. eğer mutluluğu, mutluluğun uzayıp yoğunlaşabileceği ihtimalini düşünmeden yaşamayı başarabilirseniz, akıl sağlığınızı kaybetmeden bu mutluluğu hissedebilirsiniz. 

komünizmin de şehitleri, kutsal savaşları, ayrıca troçkizm gibi sapkın akımları vardı. 

hıristiyanlığın roma imparatorluğu'nu nasıl ele geçirdiğini tasvir edebilir ama neden özellikle bu seçeneğin hayat bulduğunu açıklayamazlar. 

çıktık mı, yoksa daha kötüsü mü gelecek? çin süper bir güç olana dek büyüyecek mi? abd hegemonyasını kaybedecek mi? köktendinciliğin yükselişi geleceği de etkisi altına alacak bir dalga mı, yoksa uzun dönemde etkisini yitirecek geçici bir akım mı? çevre felaketine doğru mu, teknolojik bir cennete doğru mu gidiyoruz? bütün bu durumlar için çok güçlü argümanlar geliştirilebilir, ancak sonuçtan emin olamayız. önümüzdeki on yıllarda insanlar geriye dönüp baktıklarında bu soruların hepsinin cevabının çok açık ve net olduğunu düşünecekler. 

tarih ilerledikçe insanların iyilik ve mutluluğunun geliştiğine dair hiçbir kanıt yoktur. tarihin insanlığın yararına dönük ilerlediğine dair kanıt yoktur, çünkü bu tür bir yararı nesnel şekilde. ölçebilecek bir ölçüden yoksunuz. farklı kültürler iyiyi farklı şekillerde tanımlar ve bunlar arasında karar verebilmek için elimizde bir ölçü yoktur 

giderek daha fazla sayıda akademisyen, kültürü bir zihinsel enfeksiyon veya parazit gibi değerlendirerek, insanları da bu parazitlerin yaşadığı konaklar olarak 

tarih bir dönemeçten öbürüne yol alırken bilinmeyen, gizemli bir sebeple önce bir yolu, sonra ötekini seçer. 1500 yılı civarında tarih en önemli seçimini yaparak sadece insanlığın değil, muhtemelen gezegendeki tüm yaşamın da kaderini değiştirdi. biz bu değişime bilimsel devrim adını veriyoruz. bu devrim, tarihte o döneme kadar önemli bir rol oynamamış, afrika-asya'nın en batı ucunda bir yarımada olan batı avrupa'da başladı 

tarihte çok sayıda olasılık vardır ve bu olasılıkların çoğu hiç gerçekleşmemiş durumdadır. tarihin nesiller boyunca bilimsel devrim'i es geçerek akıp gittiğini hayal etmek oldukça akla yatkındır, tıpkı hıristiyanlığın, roma imparatorluğunun veya altından yapılmış paraların olmadığı bir tarihi hayal etmek gibi. 

rakamlara dikkat edin, insan nüfusu 14 kat artmasına karşın üretim 240, enerji tüketimiyse 115 kat artmış durumdadır 

teknolojiler geliştirmek konusundaki kapasitemizi olağanüstü derecede artırdı. öte yandan aynı durum bizi atalarımızın uğraşmak zorunda kalmadığı ciddi bir problemle karşı karşıya bıraktı. her şeyi bilmediğimiz ve hatta sahip olduğumuz bilginin bile kesin olmadığı yönündeki varsayımımız milyonlarca yabancının etkili bir işbirliği yapmasını sağlayan ortak mitlerimizi de etkiledi. bilimsel kanıtlar bu mitlerin çoğunun kuşkulu olduğunu ortaya koyduğunda toplumlar nasıl bir arada durabilir? topluluklarımız, ülkelerimiz ve tüm uluslararası sistem nasıl 

babil kulesi'nin, ikarus'un, golem'in hikayeleri ve sayısız diğer mit, insanlara kendi sınırlarının ötesine geçmeye çalışmanın hayal kırıklığı ve felaketle sonuçlanacağını öğütlüyordu. 

isa'nın havarileriyse kadını bu kadar büyük bir parayı boşa harcayacağına fakirlere vermediği için eleştirirler, ama isa kadını savunarak "her zaman fakirler olacak ve istediğiniz zaman onlara yardım edebilirsiniz. ama beni her zaman bulamayacaksınız," der (markus 14:7). bugün giderek daha az insan ve giderek daha az hıristiyan isa'yla aynı fikirde. fakirlik giderek müdahale gerektiren bir teknik problem olarak görülüyor. tarım, ekonomi, tıp ve sosyolojideki son buluşlara dayanarak fakirliğin ortadan kaldırılabileceği, artık üzerinde uzlaşılan bir fikirdir. 

bu bize kadar ulaşmış en eski mit olan gılgamış destanının da temasıdır. hikayenin kahramanı, dünyanın en güçlü ve becerikli adamı olan uruk kralı gılgamış'tır. dünyadaki herkesi yenebilen bu kralın en iyi arkadaşı olan enkidu bir çarpışmada ölünce, gılgamış arkadaşının bedeninin yanına oturur ve günler boyunca onu inceler; ta ki arkadaşının burun deliğinden bir kurtçuğun çıktığını görene kadar. şiddetli bir korkuya kapılan gılgamış asla ölmemesi gerektiğine karar verir. ölümü yenmenin bir yolunu mutlaka bulacaktır. gılgamış evrenin sonuna doğru bir yolculuğa çıkar, bu yolda aslanları öldürür, akrep-adamlarla savaşır, alt dünyaya giden yolu bulur, urshanabi'nin taştan devlerini parçalar, ölüler ırmağının denizcilerini alt eder ve nihayet ilk tufandan kurtulabilen utnapishtim'i bulur. ama yine de amacına ulaşamaz, eve eli boş ve her zamanki kadar ölümlü olarak döner, fakat yeni bir fikir edinmiştir. gılgamış, tanrının insanları yarattığında ölümü kaçınılmaz bir kader olarak verdiğini ve insanların bununla yaşamayı öğrenmesi gerektiğini öğrenmiştir. 

ancak 15. yüzyılın sonlarından itibaren avrupa önemli askeri, siyasi, ekonomik ve kültürel gelişmelere ev sahipliği yapmaya başladı. 1500'le 1750 arasında, batı avrupa hızla ilerleyerek "dış dünya"nın, yani iki amerika kıtasının ve okyanusların efendisi haline geldi, yine de avrupa-asya'nın büyük güçlerinin karşısında yeterli değildi. 

ilk modern insan, amerika'ya 1499-1504 yılları arasında pek çok kez seyahat eden italyan denizci amerigo vespucci'ydi. 1502'yle 1504 arasındaki seyahatlerini anlatan iki metin avrupa'da yayımlandı. bu metinler vespucci'ye atfedilmişti ve kolomb tarafından keşfedilen yeni toprakların doğu asya açıklarındaki adalar değil, kutsal metinlerin, eski coğrafyacıların ve şimdiki avrupalıların bilmedikleri yepyeni topraklar olduğundan bahsediyordu. 1507'de bu iddialara ikna olan martin waldseemüller adında saygın bir haritacı güncelleştirilmiş bir dünya haritası yayımladı ve bu harita avrupa'dan batıya yapılan seferlerin ayrı bir kıtaya vardığını gösteren ilk haritaydı. 

waldseemüller'in haritaya bir de isim koyması gerekiyordu. yanlışlıkla amerigo vespucci'nin buraları keşfeden kişi olduğunu düşünüp bu kıtaya ismini vererek onurlandırdı: amerika. waldseemüller haritası çok popüler oldu ve pek çok başka haritacı tarafından da kopyalandı, böylece kıtaya verdiği isim yayılmış oldu. dünyanın bir çeyreğinin ve yedi kıtasından ikisinin, cehaletini kabul etmekten öte marifeti bulunmayan bir italyan'ın adını almasıysa ilahi adaletin tecellisidir. 

on yıllar boyunca önemli ve saygın bulunan bu tür ırkçı teoriler, şimdilerde siyasetçiler ve bilim insanları arasında adeta lanetlenmiş durumdadır. insanlar hâlâ ırkçılığa karşı kahramanca mücadele ederken, cephenin değiştiğini ve emperyal bir ideoloji olarak ırkçılığın yerini "kültürcülük"un aldığını gözden kaçırıyorlar. böyle bir kavram yok, ama yaratmanın zamanı artık geldi. günümüzün seçkinleri arasında, değişik insan grupları arasındaki farkları, biyolojik değil kültürel farklara atfetmek çok yaygındır. artık "bu onların kanında var," değil, "onların kültürü böyle," diyoruz. 

ara saymak için yerinden çıkarır," demedi ve "kâr artınca, toprak sahibi veya dokumacı yeni işçi istihdam eder. 

eskiden gelin ve damat ailenin salonunda bir araya gelir ve para bir babadan öbürüne geçerdi. bugünse flört kafelerde ve barlarda gerçekleşirken para da âşıklardan garsonlara geçiyor. bundan çok daha büyük miktarda para ise kafeye girerken piyasanın ideal güzellik tanımına olabildiğince yakın olmamıza yardımcı olan moda tasarımcılarının, spor salonu yöneticilerinin, diyetisyenlerin, kozmetikçilerin ve plastik cerrahların banka hesaplarına akıyor. 

örneğin madonna hayranları bir tüketici kabilesidir. kendilerini büyük ölçüde madonna konserlerinin biletleri, cd'ler, posterler, tişörtler, cep telefonu zil melodileri satın alarak tanımlarlar, yani alışverişle. beşiktaş taraftarları, vejetaryenler ve çevreciler de bu duruma verilebilecek örneklerdir. onlar da her şeyden önce tükettikleri şeyle tanımlanırlar, kimliklerinin temeli budur. alman bir vejetaryen, et yiyen bir almandansa fransız bir vejetaryenle evlenmeyi tercih edebilir. 

daha mutlu muyuz peki? insanlığın geçtiğimiz beş yüz yılda biriktirdiği zenginlik memnuniyet anlamına geldi mi? tükenmez enerji kaynaklarının keşfi tükenmez bir mutluluğun yolunu önümüze serdi mi? daha da geriye gidersek, bilişsel devrim'den bu yana geçen inişli çıkışlı 70 bin yıl dünyayı daha yaşanılacak bir yere dönüştürdü mü? ayak izi rüzgarın olmadığı ayda bozulmamış hâlde duran neil armstrong, 30 bin yıl önce chauvet mağarası'nın duvarına el izini bırakan isimsiz avcı toplayıcıdan daha mutlu muydu? eğer daha mutlu değilse tarımı, şehirleri, yazıyı, parayı, imparatorlukları, bilimi ve sanayiyi geliştirmenin anlamı neydi. 

bazıları araştırmacılar uzun dönemli mutluluk üzerine çalışmalar yaptıysa da neredeyse tamamının belirsiz ve peşin hükümlü tanımları vardır. yaygın görüşe göre, insanların tarih boyunca becerileri arttı. insanlar becerilerini genellikle ızdıraplarını dindirmek, sorunlarını aşmak ve beklentilerini gerçekleştirmek için kullandıklarından, biz ortaçağdaki atalarımızdan, onlar da kendi taş devri avcı toplayıcı atalarından daha mutlu olmalıdırlar. 

şehirli orta sınıfların konforlu yaşamındaki hiçbir şey, bir avcı toplayıcının başarılı bir mamut avında hissettiği saf coşku ve heyecan hissini veremez. her yeni icat, cennet bahçeleriyle aramızdaki mesafeyi biraz daha açıyor. 

kendisini çok seven bir eşi yakın ilişkilere sahip bir topluluğu ve ailesi olan çulsuz bir sakat, eğer fakirliği çok şiddetli değil ve hastalığı kötüleşmiyorsa veya çok acılı değilse, yalnız ve her şeye yabancılaşmış bir milyarderden çok daha mutlu olabilir. 

bir anlamlı tarihsel gelişme vardır. bugün nihayet mutluluğun sırrının biyokimya sistemimizde olduğunu anladığımıza göre, zamanımızı politika ve sosyal reformlarla, siyasi mücadele ve ideolojilerle ilgilenmekle geçirmeyi bırakıp bizi gerçekten mutlu eden tek şeye odaklanabiliriz: biyokimyamızı manipüle etmek. eğer beyin kimyamızı anlamak ve uygun tedavileri gelişti. 

milyarlar harcarsak, insanların her zamankinden daha mutlu olmasını sağlayabiliriz, böylelikle devrimlere de ihtiyacımız kalmaz. örneğin prozac rejimleri değiştirmiyor. 

hiçbir şey biyolojinin önemini ünlü new age sloganı kadar iyi anlatmıyor: "mutluluk içimizde başlar." para, toplumsal statü, plastik cerrahi, güzel evler, iktidar konumları, bunların hiçbiri size mutluluk getirmez, uçup gitmeyen gerçek mutluluk sadece serotonin, dopamin ve oksitosin sayesinde olur. 

aldou huxley'nin büyük buhran döneminin tam ortasında, 1932'de yayımlanmış distopik romanı cesur yeni dünya'da, mutluluk en üst değerdir ve psikiyatrik ilaçlar siyasetin temeline yerleşerek oy sandığının ve polisin yerini alır. insanlar her gün, üretkenliklerini ve etkinliklerini azaltmadan mutlu eden sentetik bir ilaç olan "soma"dan bir doz alırlar; tüm gezegeni yöneten dünya devleti asla savaşlar, devrimler, grevler ve gösterilerle tehdit edilmez, tüm insanlar hangi koşullarda yaşarlarsa yaşasınlar hâllerinden son derece memnundurlar. huxley'nin gelecek vizyonu george orwell'in 1984'ünden çok daha tedirgin edicidir. böyle bir dünya fikri çoğu insanı rahatsız eder ama bunun neden olduğunu kolay açıklayamazlar. herkes sürekli mutlu olacaksa, bunda kötü olan nedir ki? 

bu yüzden mutluluk belki de, bir insanın anlamla ilgili sanrılarını, hâkim kolektif sanrılarla uyumlu hâle getirmesidir. kişisel hikayelerimiz, etrafımızdakilerin hikayeleriyle uyumlu olduğu sürece hayatın anlamlı olduğunu ileri sürebilir ve bu bilinçle mutlu olabiliriz. 

bu aslında oldukça üzücü bir sonuç; mutluluk gerçekten kendi kendini kandırmaya mı bağlıdır? 

delphi'deki apollo tapınağının girişinde hacılar şu yazıyla karşılanırdı: "kendini bil!" bunun anlamı ortalama insanın kendisiyle ilgili cahil olduğu ve gerçek mutluluğu da bilemeyeceğiydi. freud muhtemelen bunu onaylardı. 

bencil gen teorisine göre, doğal seçilim tıpkı diğer organizmaları olduğu gibi, insanları da, bireysel olarak kötü bile olsa genlerinin üremesi için iyi olanı seçmeye iter. çoğu erkek zamanlarını savaşarak, didinerek, rekabet ederek ve endişeyle geçirir ve barış dolu bir mutluluğun tadını çıkaramaz, çünkü dna'ları onları bu bencil davranıştan alıkoyar. şeytan gibi dna da hazzı kullanarak insanları kandırmak ve bu sayede gücünü artırmak için uğraşır 

bu kadar geçici ödüller kazanmak niye bu kadar önemli? neredeyse ortaya çıktığı an kaybolan bir şey için neden bu kadar çaba? budizme göre acı çekmenin kökeni, ne acı ve mutsuzluk ne de anlamsızlık hissidir. aksine, bizi sürekli gergin, yorgun ve memnuniyetsiz kılan, geçici duygular için verilen sürekli uğraştır. bu nedenle, zihin haz duyarken bile memnun değildir. çünkü hazzın kısa süre sonra azalacağını düşünürken, bir yandan da kalıcı olması ve yoğunlaşması için çabalar. 

insanlar şu veya bu hazzı duyumsarken değil, tüm bunların geçici olduğunu anlayıp özümsediklerinde ve daha fazlasını istememeyi başardıklarında acı çekmekten özgürleşirler; budist meditasyonun da hedefi budur. meditasyonda kendi vücudunuzu ve zihninizi yakından izleyerek duygularınızın kesintisiz olarak yükseldiğini ve alçaldığını görmeniz ve bunların peşinden koşmanın ne kadar anlamsız olduğunu fark etmeniz gerekir. meditasyonda zihninizi ve bedeninizi yakından gözlemeniz, durmadan yükselip geçen hislere tanık olmanız, bunların peşinden gitmenin ne kadar anlamsız olduğunu fark etmeniz beklenir. bu duyguların peşini bıraktığınızda zihniniz rahatlar, berraklaşır ve tatmin olur. tüm hisler (neşe, öfke sıkıntı, şehvet) önce yükselir, sonra da geçer; ama belli duygular hissetmek istemeyi bıraktığınızda onları olduğu gibi kabul edebilir ve olabilecekler hakkında fanteziler kurmak yerine içinde olduğunuz ânı yaşayabilirsiniz. 

bunun sonucunda erişilen huzur o kadar derindir ki, yaşamları boyunca iyi duyguların peşinden koşmuş insanlar bile bunu hayal edemez. bu tıpkı bir deniz kenarında durup, birtakım "iyi" dalgalara kucak açıp onların dağılmasını engellemeye çalışırken, aynı anda "kötü" dalgaların yakınına gelmemesi için uğraşan bir adamın durumuna benzer. günler birbirini kovalarken bu çıldırtıcı çabanın sonunda adam kumlara oturur ve dalgaların diledikleri gibi gelip gitmelerine izin verir. ne kadar huzurlu bir durum! 

buddha mutluluğun dış koşullardan bağımsız olduğu konusunda modern biyoloji ve new age akımlarla aynı düşünür fakat asıl önemli ve derin içgörüsü, gerçek mutluluğun içsel duygularımızdan da bağımsız olduğudur. duygularımıza daha çok anlam yükledikçe, onların peşinden daha çok koşar ve daha çok acı çekeriz. buddha'nın tavsiyesi sadece dışsal başarıların peşinden koşmayı bırakmak değil, duygularımızın peşinden koşmayı da bırakmaktı 

darwin'in teorisindeki güzellik, zürafaların boyunlarının neden uzun olduğunu açıklamak için akıllı bir tasarımcının varlığını kabul etmeye ihtiyaç duymamasında yatar. 

böyle bir siborg artık insan değildir, hatta organik bile değildir, tamamen farklı bir şeydir. bu yaratık o kadar farklı olacaktır ki, bunun felsefi, psikolojik veya siyasi etkilerini şu an anlamamız mümkün değildi. 

8 Eylül 2019 Pazar

"budala" adlı bale-mim gösterisinden prens mişkin'in bir monologu


"budala" adlı bale-mim gösterisinden prens mişkin'in bir monologu

söz bende şimdi, onu
hüznün elinden aldım,
layık olmaksızın, çünkü ben
nasıl daha layık olabilirim
bir başkasından - ben ki,
kendim, gökten düşüp
içimize yayılan o korkunç
ve yabancı, bu dünyanın
bütün güzelliklerine ve
kötülüklerine katılan bulut
için, bir kaptan başka
bir şey değilim.

(ey aydınlığın acısı, öteki
ateşlere çok benzeyen,
hak ettiğimiz hastalıktan,
ortak acılarımızdan kaynaklanan
ateşin acısı!)

bırak,  kaplasın bir sessizlik
yüreğimi, kararıncaya kadar
ortalık, ve neyse beni
aydınlatan, yeniden karanlığa
geri verilene kadar.

evet, bu acı içinizde
olduğu içindir ki, yaptığınız neyse
yaşamınız için, aslında
yapılmıyor yaşamınız uğruna,
ve neyse çabanız onurunuz için,
aslında yaramaz onurunuza.
ecinnilerin kahkahalarıyla yanar,
dipsizdir, taşma noktasına kadar
bizi düşünen şu mutsuz yaşamın
kapları. çarptı mı biri ötekine,
çıkmaz bir ses, çünkü engellenmez
göz yaşları, yuvarlanırlar dilsizce
uçurumdan uçuruma ve yitip
gittikleri en sonuncusu,
karşı koyar hep işitmemize.
ey, aşkın dilsizliği!

parfen rogojin, bir tüccarın oğlu,
bilmez bir milyonun ne olduğunu.
kış gecelerinde arabası
durur dünyanın satılık sokaklarında,
ama kullanamaz o yolları.
karlara saçar parasını,
çünkü o karlar, ölçütüdür
senin yanaklarının, nastasya filipovna,
adın, tehlikeli bir kıvrımdır her dudakta,
derler ki, karla ölçermişsin yanaklarını,
rüzgarların yuvasıymış saçların,
(hercaidir, demiyorum onlara),
ve gözlerin bir dar boğazmış, arabaları
yuvarlanırmış içine, karmış onları
sayan ve karlardan alırmışsın
yanaklarının ölçütünü.

totzki - bu kadarı fazla herhalde,
istirahate çekilmezden önce: bakışı
bir çocuğunki, kollarında olan, geçmişti,
ve şimdi bakışların ve dudakların zamanı,
ikinizi birden gelip kucaklayan.

ganya ivolgin, bir bağ kurulduğunda
herkesin arasında,
o zaman senin ellerin olacak
o bağlara düğümleri atan,
çünkü iyi beceremiyorsun gülümsemeyi.
kendin için çok şey diliyorsun,
oysa çok az kendinden istediğin.
tek bir tutku kıpırdanmakta içinde:
sen tekerleklerin altında son bulmadan,
başkalarının bindikleri arabaların
devrildiklerini görmek istiyorsun.

general epantşin - rastlantılar değildir
bizleri götüren kaçtıklarımızın yakınına.
tıpkı kaçıp saklanışımız gibi çocuklara,
sığınırız söylemeye korktuğumuz arzulara
ve onca acizken kendimizi koruyabilmekten,
dikiliriz koruyucu olarak başkalarının kapılarına.

peki, ne olur kaçırılan?
hoşgörü dilenmeyen bir gençliğin
artık soğumuş düşleri mi?
yetkinlik mi o halde? ve yalnızca
bilmecesiyle yetindiğimiz bir güzellik mi?
evet, aglaya, bundan böyle sende
ancak giremeyeceğim bir dünyanın
habercisini, tutamayacağım bir vaadi
ve koruyamayacağım bir değeri
görebilirim.

görünüşte kavuşmuş olarak yaşama,
ve bizden bir ifade takınmamızı isteyen
gezegenlerce baştan çıkarılmış biri
kimliğiyle, sınırsız müzik eşliğinde
gördüğüm, dilsizlerin devinimleridir.

adımlarımız, bize kadar
varabilen birkaç ezginin yetersiz
tınılarıdır yalnızca.

dur! yalvarırım sana,
varolan tek aşkın sureti,
aydınlık kal kirpiklerinle
kapat gözlerini dünyaya,
güzel kal, tek aşkın sureti,
ve kaldır alnını
kuşkunun şimşeklerinden.
öpüşlerinle dağıtacaksın onları,
bakarsan eğer, herkesin
olduğun aynalara,
uykunda bozacaksın çehreni

hakiki ol ve karlara yılları geri ver,
kendinle ölç kendini yalnızca, bırak kar tanelerini
yalnızca okşayıp geçsin tenini.
bu da bir dünyadır:
bir eski yıldızdır, yalnızca
çocuk yaşlarımızda ülke dediğimiz;
zamanın yağmuru gibi indiğimizde
havuzlara, neşeli zamanların birikimleri gibi.
bir oyuna ait olsa da, rüzgarda
bir salıncak ve bir kahkaha,
hem yukarda, hem de aşağıda;
bu da bir hedeftir, kendimizin tutkunu
olmamak ve şaşırmak bütün hedefleri;
ve bu da müziktir,
yani budalaca bir tınıyla,
hep aynı,
tek bir şarkıyı, bize bir sonrayı
vaat eden bir şarkıyı izlemek.

sakın düşme, orkestranın
dünyaya düşman kargaşasına,
düşersin, eğer şimdi bırakırsan kendini
ve teninle konuşursan fani bir dilde.

yaşamımın her anına bir yabancı
anı da ekliyorum, gizliden içimde
hep taşıdığım bir insana ait olan,
ve o insanın yüzünü hiçbir zaman
bana unutturmayacak bir an'ı.

(akşamları içten olgunlaşan
bir yüz değil bu!)
sabaha doğru esen, küf yeşili ve
bir zindan gecesinin kırağıyla kaplı
bir yüz, gözlerin üzerinde ise
bir zamanlar göğe açılmış parmaklıklar.

uyku kaçar, hapisteki adamın buz kesmiş
uzuvlarından.
nöbetçinin adımları göğsünde yankılanır.
sonra bir anahtar, iniltilerin kapısını açar.

söyleyecekleri olmadığından,
anlatamadığından derdini de kimseye,
zindanına et ve şarap getirirler,
insanları sevmek adına.

ona gelince, dalmışken
giyinmenin telaşına,
ne yapılan iyilikleri anlayabilir,
ne de verilen buyruğun
amansızlığını.
zaten uzun bir yaşam başlayacaktır,
kapı açıldığında ve açık kaldığında,
yollar, yollara kavuştuğunda ve
bütün bir halkın seslerinden oluşan
çağlayan onu aşağıya, bütün dünyanın
katil yargıçlarının idam kararlarıyla
besledikleri kan denizinin
kıyılarına sürüklendiğinde.

ama şimdi bir ortak noktamız var,
verilen hükümle; o hüküm ki,
yüzü tamamen hakiki olan bu adamın,
başını dikkatle koymazdan önce
celladın sehpasına, bir hakikate
vardığına da söyler
(oysa bembeyazdır
yüzü ve hareketsizdir,
ve kafasından geçebilecek
düşünceler belki de önemsizdir,
o, yalnızca celladın ceketindeki
paslı düğmeyi görür.)

bir ortak noktamız da
mahkumla, değilmi ki o, bizi
hakikatin, bizim hazırladığımız
cinayetle, bize hazırlanan
cinayetten önce geldiğine

inandırabilmekte.
ve şimdi var önmümde bir cinayet,
ben de birini işlemek üzereyim,
bu hakikate ilişkin bütün olasılıklara,
hem onu yaşatmak için, hem de
ölümümüz için gerekli cesaretle.
gelgelelim bu ölümlülüğümle
hiçbir şey öğretemem,
ve öğretebilseydim bile,
bunu ancak sözünü ettiğim anda
yapabilirdim ve kalmazdı artık
o an herhangi bir söyleyebileceğim.

kefaletim, bundan uzun süre önce
bu dünyada yaşamış ve kendisine
hep tuhaf denmiş birine aittir, bir
şövalyeye, ama bugün ne diyebilirim
böyle birine, artık bir erdem sayılmazken,
saraylarda ve şatolarda değil de,
yoksulluk içersinde yaşamak?
özensizdi giysilerine günler boyunca,
ta ki biri omuzlarını saçaklarla donatıp,
onu, utanca ve sabrın sonsuz huzuruna
tahammülsüz bir ışığa boğana kadar.

savaşı lanetleyenlerdir bu ışıkta
çarpışmak için seçilmiş olanlar.
onlar serperler tohumları
dünyanın ölü tarlalarına,
bütün bir yaz boyunca
ateş hatlarında yatarlar,
onlar bağlar bizim için
ekin demetlerini
ve rüzgarın şehitleri olurlar.

hazırlık zamanlarında yaklaşmadım kentlere
ve aşk uğruna yapıldığı gibi, tehlikeli yaşadım.

sonradan bir akşam toplantısına katıldım
ve bir idamdan söz ettim. böylece yine yanıldım.

bir fırtınanın elinden oldu ölmüm
ve şöyle düşündüm: demek dünya, bunca aydınlık
ve çılgın,
nerede karartsam çayırları, rüzgar toprak atmakta
bir haçın üstüne ve bırakmakta beni yüzüstü yatmaya!

atılan mavi taşlarla uyandım ölümden.
yıldızlardan örülü bir yüzün kırıklarıydı.

ve şövalyelerin tarikatından kovulmuş,
baladlardan da atılmış biri olarak,
bir yol bulmaya çalışıyorum şimdiki zamanda,
parçalanmış güneşlerin toza dönüştüğü,
gölge oyunlarının da,
göğün sağır duvarlarında
değişimlerden medet umarak,
çocukluk
dualarımın bir zamanlar ki
inançlarından düşlerde ona
bir kumaş dokudukları ufuklara
uzanan bir yol.
parçalanmışsa da çelenkler,
inciler dökülmüşse bile,
madonnaların mavi kıvrımlarına

kondurulan öpücük, onca gecenin
esrikliğinin ardından tadını yitirip,
daha ilk solukta girintilerdeki
mumları söndürse de,
ben, inançsızların kapkara kanlarından
çıkıp kendi kanıma giriyorum
ve kurbanlarımızı aşağılayan
bir öykünün son yankılarına
kulak veriyorum.

bir zaaf var içimde, deliliğe çanak tutan,
istediği, kapatmaktır yolumu
ve koparmak beni özgürlüğün kucağından.

anafora boyun eğen bedenim,
tam zamanında kaçtı onu
parçalamak için havaya kaldırdığım
bıçaklardan. şimdi aynı beden,
onu saran solukla birlikte,
ve benim soluğumun eşliğinde,
kaymak istemekte aşağılara,
kanıtlmaka için, dudaklarımın
sorgulamadığını benim yaşamımı,
bir de, yaradana yaratabilmemiz için
varolan koşulları.

kıskanacak değilim kolay uçanları,
yani bu kuş sürüsünü,
pek çok yere değip geçen ve
en hızlı uçuşlarda bile,
bıkkınlık içersinde olanları.

nereye gittimse, taşların altında buldum kendimi,
kırlaşmış ve güvenmek yüzünden kargaşaya
düşmüş taşların altında.

kesinlikle biliyorum ki, senin yüzün de,
onca yaşlanıp çöktü ve uzandı yanıma,
buz beyazı çağlayanın altına,
ilk ben kurmuştum orada yatağımı,
ve öldüğümde, gözlerimin önünde
el değmemişliğin çöküşüyle,
yatacağım o çağlayanın altında

feragate güvenmeye başladım artık.
seni isteklerime yeğlemem midir ağlamanın nedeni?
sen, kısa bir yazgı seçtin: benim zamanımı, ve ben,
birlikte uyuduğun, bu dünyanın dışına çıktığın
bütün düşlerin yıkılıp gitmesini istiyorum.

bir tesellim yok senin için.
dağların hareket edişi başladığında,
taşlara özgü bir duyguyla ve yaşları
belirsiz, bir gece korkusunun zemininde
ve çok büyük bir tedirginliğin kapısında,
biz, seninle birlikte yatacağız.

yalnızca bir kezdi mehtabın hoşgörüsü.
yüreğimizin dallarının arasına
aşkın daha bir yalnızlık kokan
ışığı dökülmüştü.
ne kadar da soğuk bu dünya,
ve gölgeler, ne kadar da
çabuk sarmakta köklerimizi!

ödünç bir sözle geldim, yoksa
elimde bir ateşle değil, ve suçlusuyum
her şeyin, ey tanrım!
birbirleriyle değişildi çarmıhlar,
ve biri hiç taşınmayacak.
zayıf bir sesle övüyorum
senin yargının katılığını,
ve bağışlanmayı düşünüyorum,
daha sen bağışlamadan.

korkunç keşiflerde bulunuyorum,
içimde korkunun uyanıp önüme
ışık tuttuğu yerde, her şeyden
suçlu olduğumu ve cinayetimi
anlıyorum, o suç ki, hemen bu gece
onunla gelmek zorundayım senin gecene,
umarsız bilgimi ise
feda etmek istemiyorum vicdanıma.

sen sevgi ol, ben, hafif bir ateşle
yaratıldım senden ve ilence uğradım
ateşler içinde kavrulanların arasında.
karanlıkta, önünde hepimizin
eşit olduğumuz o körlüğün bilinciyle,
itiraf ediyorum her şeyin suçlusu olduğumu,
çünkü sen, bizi görmediğinden bu yana,
yalnızca bir sözcüğü önemsemektesin.

açıl bana! kapandı bütün kapılar, şimdi gece vakti,
ve ne varsa söylenecek, daha söylenmedi.
açıl bana!
çürümüşlükle dolu hava ve dudaklarım
daha öpmedi mavi pelerini.
açıl bana!
elinin çizgilerinde okuyabiliyorum şimdiden,
alnıma dokunmakta ruhum, geri götürmek için.
açıl bana!

gizlidir yarın konuşacağım dudaklar,
bu gece istediğim seninle uyanık kalmak
ve ihanet etmeyeceğim sana.

sessizliğin idam sehpalarında asılıdır çanlar
ve şimdi uykuya çağırmaktalar,
uyu o halde, çanlar uykuya çağırmaktalar.
sessizliğin idam sehpalarında çanlar
dinlenmeye çekilmekteler, bu, ölümdür belki de.
gel o halde, artık çekilmek gerekiyor dinlenmeye.

ıngeborg bachmann