13 Eylül 2019 Cuma

sapiens / yuval noah harari


















yalnızca 6 milyon yıl önce, tek bir dişi maymunun iki kızı oldu. bunlardan biri tüm şempanzelerin atası olurken, diğeri de bizim büyükannemiz oldu. insan, taksonomik adıyla homo sapiens, primatlar takımının büyük insansı maymunlar familyasının homo cinsinde bulunan tek canlı türü. anatomik olarak 200.000 yıl önce afrika'da ortaya çıkmış ve modern davranışlarına 50.000 yıl önce kavuşmuştur. öğrenmemiz, sapiens'in 50-70 bin yıl önceki bilişsel devrim'le 12 bin yıl önceki tarım devrimi. . 

arkaik insanlar geniş beyinlerinin bedelini iki şekilde ödediler. birincisi, gıda ararken daha çok zaman harcadılar. ikincisi, kasları köreldi. savunmadan eğitime para aktaran bir yönetim gibi, insanlar bisepslerden nöronlara enerji aktardılar. bunun savanda hayatta kalmak için iyi bir strateji olduğu şüphelidir. bir şempanze homo sapiens'le yaptığı bir sözlü tartışmayı kazanamaz, fakat maymun insanı bir oyuncak bebek gibi parçalayabilir. 

sapiens ise adeta bir muz cumhuriyetinin diktatörü gibi. daha yakın zamana kadar savandaki orta hâlli yaratıklar olduğumuz için hâlâ korku ve endişelerle doluyuz, ve bu da bizi fazlasıyla zalim ve tehlikeli kılıyor. ölümcül savaşlardan çevre felaketlerine pek çok tarihsel kötülük, bu çok hızlı gerçekleşen sıçramadan kaynaklanıyor. 

bilişsel devrim'in arifesinde, dedikodu homo sapiens'in daha büyük ve daha istikrarlı gruplar kurabilmesini sağladı. ama dedikodunun bile bir sınırı vardır. sosyolojik araştırmalar dedikodu sayesinde bir arada durabilen "doğal" bir grubun sınırının 150 kişi olduğunu göstermiştir. grup bundan daha büyük olduğunda çoğu kişi diğerlerini ne yeterince yakından tanıyabilir, ne de etkili bir şekilde dedikodu yapabilir 

yalandan farklı olarak, hayali gerçeklik, herkesin inandığı bir şeydir ve bu ortak inanç sürdüğü sürece hayali gerçeklik dünyada belli bir güce sahiptir. stadel mağarasındaki heykeltıraş, aslan-insan formundaki koruyucu ruha gerçekten inanmış olabilir. bazı büyücüler şarlatandır, ancak çoğunluğu tanrıların ve şeytanların varlığına sahiden inanırlar. pek çok milyoner, paranın ve sınırlı sorumlu şirketlerin varlığına inanır. pek çok insan hakları aktivisti, insan haklarının varlığına inanır. birleşmiş milletler (bm), 2011'de libya hükümetinden kendi vatandaşlarının 

insan haklarına saygı göstermesini istediğinde kimse yalan söylemiyordu, öte yandan bm, libya ve insan hakları, tamamen kendi bereketli hayal gücümüzün icatlarıydı. 

bilişsel devrim'den bu yana, sapiens böyle bir günlük ikilikle yaşıyor. bir tarafta nehirlerin, aslanların ve ağaçların nesnel gerçekliği; öte yanda tanrıların, milletlerin ve şirketlerin hayali gerçekliği. zaman geçtikçe hayali gerçeklik daha da güçlendi; öyle ki bugün nehirlerin, aslanların ve ağaçların yaşamı hayali varlıklar olan tanrılar, milletler ve şirketlerin insafına kalmış durumdadır. 

katolik kilisesi yüzyıllar boyunca, bir papadan ötekine aktarılan bir "bekarlık geni" sayesinde değil, yeni ahit'in ve katolik kilisesi hukukunun hikayelerinin aktarımı sayesinde hayatta kaldı. 

kurgu icat etme becerisi sayesinde sapiens giderek daha karmaşık oyunlar üretiyor ve her nesil bu oyunları geliştirerek daha da ileri götürüyor. 

avcı toplayıcı atalarımızın yeme alışkanlıklarını analiz etmedikçe bizim neden en tatlı ve yağlı yiyeceklere yöneldiğimiz bir bilmece olarak kalacaktır. atalarımızın yaşadığı savanlarda ve ormanlarda yüksek kalorili tatlılar nadiren bulunurdu ve gıda da çok bol sayılmazdı. 30 bin yıl önce yaşayan sıradan bir avcı toplayıcının tek bir tatlı yiyeceğe erişimi vardı: olgunlaşmış meyve. bir taş devri kadınının incirlerle dolu bir ağaç gördüğünde yapacağı en akıllıca şey, bunlardan olabildiğince fazla yemekti, ta ki o yöredeki bir babun grubu ağacı ele geçirene kadar. yüksek kalorili yiyeceklerle tıkınmak bu yüzden genlerimize kazınmıştır. bugün çok katlı apartmanlarda ağzına kadar dolu buzdolaplarıyla yaşıyor olabiliriz, ama dna'mız hâlâ savanda yaşadığımızı zannediyor. 

gemilere kadar pek çok öğenin baş döndürücü koleksiyonu tarafından şekillenir. oyun oynamak için plastik kartlardan 100 bin kişilik stadyumlara kadar sınırsız sayıda oyuncak kullanıyoruz. romantik ve cinsel ilişkilerimiz de yüzükler, yataklar, güzel kıyafetler, seksi iç çamaşırları, prezervatifler, şık restoranlar, ucuz moteller, havaalanlarındaki dinlenme salonları, düğün salonları ve yemek firmaları tarafından donatılıyor. dinler de kutsal olanı müslüman camileri, gotik katedraller, hindu aşramları, tibet'in dua çarkları, kur'an kaligrafisi, seccadeler, papaz cüppeleri, mumlar, tütsüler, noel ağaçları, mezar taşları ve altından ikonalar aracılığıyla katıyor yaşamımıza. 

avcı toplayıcılar sadece etraflarındaki hayvanları, bitkileri ve nesneleri değil, aynı zamanda vücutları ve hisleri, yani kendi iç dünyalarını da ustaca öğrenmişlerdi. örneğin çimlerdeki en ufak hareketi bile, bir yılan geçme ihtimaline karşı dikkatle izler; meyveler, arı kovanları ve kuş yuvaları bulmak için ağaçları dikkatle incelerlerdi. en az çabayla ve gürültüyle yürür, en etkili ve çabuk şekilde oturmayı, yürümeyi ve koşmayı bilirlerdi. vücutlarını sürekli ve çeşitli şekillerde kullanmaları, onları maraton koşucuları kadar fit hâle getirmişti. fiziksel çeviklikleri, bugün insanların yıllar süren yoga ve tai-chi antrenmanlarından sonra bile yakalayamadığı seviyedeydi 

günümüzün zengin toplumlarındaki insanlar haftada 40-45 saat, gelişmekte olan ülkelerde haftada 60 hatta kimi zaman 80 saat çalışırken, bugün dünyanın yaşamaya en uygun olmayan bölgelerinde —örneğin kalahari çölü— yaşayan avcı toplayıcılar haftada ortalama sadece 35-45 saat çalışırlardı. üç günde bir avlanır ve toplama işine de günde sadece 3-6 saat ayırırlardı. 

normal zamanda, kampı beslemeye yeterlidir bu. kalahari çölü'nden daha bereketli bölgelerde yaşayan avcı toplayıcılar ise gıda ve hammadde toplamak için muhtemelen bundan da az zaman harcıyorlardı. bunlara ek olarak, avcı toplayıcıların ev işleri daha azdı. yıkayacak bulaşıkları, süpürecek halıları, silinecek parkeleri, değiştirilecek bezleri ve ödenecek faturaları yoktu 

tarihsel kayıtlar homo sapiens'in bir ekolojik seri katil olduğunu gösteriyor 

dünyanın tüm büyük yaratıkları arasında insan selinde tek hayatta kalabilenler, yine, nuh'un gemisi'nde köle olarak bulunan çiftlik hayvanları ve insan olacak. 

homo erectus, homo ergaster ve neandertaller incirleri dallarından koparıp yabani koyunları avlarken, incir ağaçlarının nerede kök salacağını veya koyun sürülerinin hangi çayırda gezebileceğini ve hangi erkek keçinin hangi dişiyi dölleyeceğini düşünmüyorlardı. homo sapiens doğu afrika'dan ortadoğu'ya, avrupa'ya ve asya'ya, son olarak da avustralya ve amerika'ya doğru yayıldı, ve her gittiği yerde de yabani bitkileri toplayıp hayvanları avlayarak yaşamını sürdürdü. yaşam tarzınız sizi gayet iyi besliyor ve zengin kötü besinlere sahip oldu. tarım devrimi tarihin en büyük aldatmacasıdır.[ 

bunun sorumlusu kimdi? krallar da değil, rahipler ya da tüccarlar da. suçlular buğday, pirinç ve patatesin de aralarında bulunduğu bir avuç bitki türüydü. homo sapiens bu bitkileri evcilleştireceğine, bunun tam tersi gerçekleşti 

homo sapiens'in vücudu bu tür işler için evrimleşmemişti. geyiklerin arkasından koşmaya, elma ağaçlarına tırmanmaya uygundu, kaya toplamaya veya su kovası taşımaya değil. insanlar bunun bedelini omurga, diz, boyun ve bel ağrılarıyla ödediler. eski iskeletler incelendiğinde tarıma geçişin insanlara bel fıtığı, eklemlerde kireçlenme ve diğer fıtıklar olarak geri döndüğü görülmektedir 

evrimin geçer akçesi ne açlık ne de acı çekmektir, sadece dna sarmallarının kopyalanmasıdır. nasıl bir şirketin başarısı çalışanlarının mutluluğuyla değil de banka hesabındaki liralarla ölçülüyorsa, bir türün evrimsel başarısı da dna kopyalarının sayısıyla ölçülür. ortalıkta dna kopyası kalmazsa tür yok olur, tıpkı parası kalmayan bir şirketin iflas etmesi gibi. eğer bir tür çok sayıda dna kopyasına sahipse bu bir başarıdır ve tür gelişir. bu perspektiften bakılırsa bin kopya her zaman yüz kopyadan daha iyidir. işte bu tarım devrimi'nin özüdür: daha çok sayıda insanı daha kötü koşullar altında da olsa hayatta tutmak. 

gerçi bireyler bu evrimsel hesabı niye dikkate alsın ki? hangi aklı başında birey homo sapiens cinsinin sayısı artsın diye kendi hayat standartlarını düşürür? bunu kimse onaylamamıştı zaten: tarım devrimi bir tuzaktı. 

tarlalarda çalışacak insana ihtiyaç vardı. ancak artan nüfus kısa sürede gıda fazlasını tükettikçe daha çok tarlanın ekilmesi gerekti. insanlar hastalıklarla dolu yerleşimlerde yaşamaya, çocuklar anne sütünden ziyade tahılla beslenmeye başladıkça, üzerine bir de çocuklar yulaf lapasını giderek artan sayıda kardeşle paylaşmak zorunda kaldıkça, çocuk ölümleri ciddi oranda arttı. çoğu tarım toplumunda, çocukların en az üçte biri yirmi yaşına gelmeden ölmeye başlamıştı.[31] buna karşılık, doğumlar yine de ölümlerden fazlaydı ve insanlar çok sayıda çocuk sahibi olmaya devam ettiler. 

insanlar bu kadar hayati öneme sahip bir konuda neden yanlış hesap yapıyorlardı? tarih boyunca neden hep yanlış hesap yaptılarsa, o yüzden. insanlar kararlarının tüm sonuçlarını tahmin edemezler. ne zaman daha fazla çaba göstermeleri gerekse —örneğin tohumları toprağın yüzüne serpmek yerine toprağı çapalamak gibi— insanlar, "evet belki daha fazla çalışacağız, ama hasadımız çok daha fazla olacak! verimsiz geçen yıllarla ilgili endişe duymayacağız. çocuklarımız aç yatmayacak," diye düşünüyorlardı. aslında mantıklıydı. daha çok çalışırsanız daha yaşamınız olur. onların planı da buydu. 

planın ilk kısmı iyi işledi. insanlar gerçekten de daha çok çalışıyordu, ama çocuk sayılarının artacağını öngöremediler. ürettikleri fazla buğday daha çok çocuk arasında bölüştürülüyordu. aynı şekilde, ilk insanlar çocukları daha az anne sütü ve daha fazla yulaf lapasıyla beslemenin, onların bağışıklık sistemini zayıflatacağını, kalıcı yerleşimlerin hastalıklar için harika bir üreme alanı olduğunu da anlayamadılar. kendilerini tek bir besin türüne bağımlı kılarak aslında kuraklığın tehlikelerine daha açık hâle geleceklerini öngöremediler. keza, ilk çiftçiler, iyi geçen dönemlerde gıda depoları yapmanın hırsızları ve düşmanları teşvik edeceğini, bunlara karşı da savunma duvarları yapmak ve nöbet tutmak gibi şeyler yapmak zorunda kalacaklarını da düşünmemişlerdi. o hâlde neden planları tutmayınca insanlar çiftçiliği bırakmadılar? bunun sebebi kısmen, bu küçük değişimlerin birikerek toplumu değiştirmesinin nesiller boyunca sürmesi ve en sonunda kimsenin daha önceden insanların farklı yaşadıklarını hatırlamamasıydı. kısmen de, nüfus artışının insanların geri dönüş ihtimalini ortadan kaldırmasıydı. eğer tarla sürmek bir köyün nüfusunu 100'den 110'a çıkardıysa, hangi 10 kişi diğerlerinin eski güzel yaşamına dönebilmesi için kendini feda edecekti? geri dönüş mümkün değildi artık. insanlar tuzağa düşmüştü 

daha kolay bir yaşam arayışı pek çok zorluk çıkarmıştı ve bu sonuncusu değildi. bugün aynı durum bizim için de geçerli. kim bilir kaç üniversite mezunu genç çok çalışıp iyi paralar kazanacaklarını düşünerek büyük firmalara giriyor ve ancak otuz beş yaşından sonra bu işlerden ayrılarak gerçek istediklerini yapmaya çalışıyor? öte yandan, gelinceye dek kredi ödemeleri, okul yaşına gelen çocukları, ödemeleri gelen arabaları ve yurtdışında tatiller veya kaliteli şaraplar olmadan yaşamın çok da anlamlı olmadığına dair geliştirdikleri anlayışları oluyor 

tarihin en kesin yasalarından biri de şudur: lüksler zamanla ihtiyaç haline gelir ve yeni zorunluluklar ortaya çıkarır. zarfa koymak, üstüne pul yapıştırıp posta kutusuna atmak insanı epey uğraştıran bir işti, mektuba cevap almak günler veya haftalar, hatta aylar alabiliyordu. günümüzdeyse bir dakika içinde çabucak bir e-posta yazıp dünyanın öbür ucuna gönderebiliyorum ve eğer gönderdiğim kişi çevrimiçiyse anında cevap alabiliyorum. böylece mektup yazmanın aldığı tüm zamanı ve çabayı ortadan kaldırmış oldum, peki bugün daha rahat bir hayat mı yaşıyorum? maalesef cevap hayır. klasik posta çağında insanlar yalnızca gerçekten söyleyecekleri önemli bir şey olduğunda mektup yazarlardı. akıllarına gelen ilk şeyi yazmak yerine ne söylemek istediklerini ve bunu nasıl aktaracaklarını önceden dikkatli bir şekilde düşünürlerdi. bunun sonucunda da, aynı şekilde düşünülmüş bir cevap almayı beklerlerdi. zaten çoğu insan ayda birkaç mektuptan fazlasını yazmıyordu ve gelen mektuplara da hemen cevap vermek gibi bir zorunluluk duyulmuyordu. bense bir gün içinde düzinelerce e-posta alıyorum ve bunların hepsini hızlıca cevaplandırmam gerekiyor. bu icatları yaparken zaman kazanacağımızı düşünüyorduk, ancak aslında günlerimizi daha endişeli ve kaygılı geçirmemize sebep olacak şekilde hayatın hızını normalin on katına çıkartmış olduk 

lüks tuzağı bizim için önemli bir ders içerir. insanlığın daha kolay bir hayat arayışı muazzam bir değişim enerjisi ortaya çıkardı, fakat bu değişim dünyayı kimsenin tahmin edemeyeceği biçimlerde dönüştürdü. kimse tarım devrimi'ni veya insanların tahıllara bağımlı hâle gelmesini kurgulamamıştı. mideyi daha iyi doldurmak ve güvenliği pekiştirmek amacıyla alınmış önemsiz görünen bir dizi karar, eski avcı toplayıcıların yaşamlarına kavurucu güneş altında su kovaları taşımak gibi işleri sokmuştur. 

bilinen örnek britanya'daki stonehenge olmak üzere, arkeologlar dünyanın dört bir yanındaki kazı alanlarından anıtsal yapılar bulmaya alışıklar. göbekli tepe kazılarındaysa çok şaşırtıcı bir şeyle karşılaştılar. stonehenge mö 2500 yılında gelişmiş bir tarım toplumu tarafından yapılmıştı. göbekli tepe'deki yapılarsa mö 9500'e tarihlendiler ve tüm kanıtlar bunların avcı toplayıcılar tarafından yapıldığını gösteriyor. arkeoloji camiası ilk başta bu bulguları kabul edilebilir bulmakta çekingen davrandı, ancak yapılan her bir test, hem yapıların çok erken tarihli hem de yapanların tarım öncesi toplumlar olduğunu kanıtladı. eski avcı toplayıcıların becerilerinin ve kültürlerinin karmaşıklığının daha önce düşünülenden çok daha etkileyici olduğu böylece ortaya çıktı 

neden avcı toplayıcı bir topluluk böyle yapılar inşa etmişti? bunların açık bir pratik amacı yoktu. yapılar ne mamut kesimhanesiydi, ne de yağmurdan kaçmak veya aslanlardan saklanmak gibi bir amaca hizmet ediyordu. bu da bizi bu yapıların arkeologların henüz çözemediği gizemli bir kültürel amaçla yapıldığı açıklamasıyla baş başa bırakıyor. amaçları her neyse, avcı toplayıcılar bunun harcadıkları zaman ve enerjiye değeceğini düşünmüş olmalılar. göbekli tepe sütunlarını yapmanın tek yolu, farklı gruplara ve kabilelere mensup binlerce avcı toplayıcının uzunca bir süre işbirliği yapmasıdır. sadece gelişmiş bir dini veya ideolojik sistem bu tür bir çabayı sürdürmeyi sağlayabilir 

yumurtlayan tavuklar, süt inekleri ve koşum hayvanlarının bazen uzun yıllar yaşamasına izin verilir. bunun hayvanlara bedeliyse içgüdülerine ve isteklerine tamamen ters bir yaşama boyun eğmektir. boğaların eli kırbaçlı bir maymunun boyunduruğu altında tarla sürmek yerine, zamanlarını geniş çayırlarda diğer boğalarla birlikte gezerek geçirmek istediğini rahatlıkla varsayabiliriz. 

sosyal bağlarının yıkılması, saldırganlıklarının ve cinselliklerinin kontrol edilmesi ve hareket serbestliklerinin kısıtlanması gerekiyordu. çiftçiler bunun için hayvanları çitler ve kafeslere hapsetmek, koşum ve yularlarla gemlemek, kamçı gibi aletlerle eğitmek ve bazı organlarını kesmek gibi yöntemler geliştirdiler. evcilleştirme süreci hemen her zaman erkeğin hadım edilmesini gerektirir. bu hem erkek agresifliğini azaltır hem de insanların sürüdeki üremeyi kontrol edebilmelerini sağlar. 

yavrular emdiği sürece süt üretirler. hayvanın süt üretimini devam ettirmesi için çiftçinin elinde bu yavrulardan bulunması fakat yavrular tüm sütü tüketmeden çiftçinin bunu engellemesi gerekmektedir. tarih boyunca yaygın olarak kullanılan yöntemlerden biri, yavruları doğumdan kısa süre sonra kesmek, annenin tüm sütünü sağmak ve sonra tekrar hamile bırakmaktır. bu hâlâ çok kullanılan bir yöntemdir. pek çok modern süt çiftliğinde, süt inekleri kesilmeden önce yaklaşık beş yıl yaşar. bu beş yıl boyunca inek neredeyse hep hamiledir ve doğum yaptıktan sonraki 60-120 gün boyunca azami süt üretimini sağlamak için özel olarak beslenir. doğumdan kısa süre sonra buzağılar anneden ayrılır. dişiler bir sonraki süt ineği nesli olmak üzere yetiştirilir, erkeklerse et endüstrisine verilir. 

diğer bir yöntem de yavruları annelerinin yanında tutmak ama çok fazla süt emmelerini çeşitli yöntemlerle engellemektir. bunu yapmanın en basit yolu yavrunun süt emmeye başlamasına izin verip süt gelir gelmez yavruyu çekmektir. bu yöntem genellikle hem yavrudan hem de anneden tepki görür. bazı çoban kabileleri yavruyu öldürüp etini yer, derisini de doldururdu. içi doldurulmuş yavru derisi anneye gösterilerek süt üretiminin artması sağlanırdı. sudan'daki nuer kabilesi doldurulmuş hayvanlara annenin idrarından sürerek bu sahte yavrulara tanıdık bir koku verecek kadar işi ilerletmişti. bir başka nuer tekniği de, yavrunun ağzının kenarlarına boynuzlar 

takıp annenin canını yakmak ve emzirmeye itiraz etmesini sağlamaktı.[35] sahra'da deve yetiştiren tuaregler de yavru develerin üst dudağını ve burnunun bir kısmını kesip veya yaralayıp süt emmeyi acı verici bir hâle getirerek fazla süt tüketmelerini önleme yöntemini geliştirmişti. 

evrimsel başarıyla bireysel acı arasındaki bu karşıtlık, belki de tarım devrimi'nden çıkarmamız gereken en önemli derstir 

tarım devrimi tarihteki en tartışmalı olaylardan biridir. tarafların bir kısmı bu devrimin insanlığı gelişim ve refah yoluna soktuğunu öne sürerken, diğerleriyse bunun bir lanetlenme anlamına geldiğinde ısrar ederler. onlara göre bu durum, sapiens'in doğayla yaşadığı uyumu bırakıp açgözlülük ve yabancılaşmaya doğru koştuğu dönüm noktasıdır. 

tüm bunların bir sonucu olarak, tarımın ilk ortaya çıkışından itibaren gelecekle ilgili kaygılar insan zihnini en çok meşgul eden şeylerden oldu. çiftçilerin tarlalarını sulamak için yağmura bağımlı olmaları, yağmur mevsiminin başlangıcında her sabah ufka bakarak havayı koklayıp rüzgarı anlamaya çalışmaları anlamına geliyordu. acaba bu bir bulut mu? yağmur zamanında yağacak mı? yeteri kadar yağacak mı. 

tarih çok az insanın "yaptığı", geri kalanların da tarla sürdüğü veya su kovaları taşıdığı bir şeydir. 

fransız devrimi'nin öncüleri aç çiftçiler değil, zengin avukatlardı . 

tarım devrimi yeni kalabalık şehirler ve başarılı imparatorluklar yaratma fırsatını ortaya çıkarınca insanlar büyük tanrılar, anavatanlar ve anonim ortaklıklar hakkında hikayeler icat ederek ihtiyaç duyulan toplumsal bağları sağladılar. insan evrimi her zamanki gibi salyangoz hızıyla ilerlerken, insanın hayal gücü dünyada henüz eşi görülmemiş devasa bir kitlesel işbirliği ağı yarattı 

yaklaşık mö 8500'lerde dünyadaki en büyük yerleşimler jericho gibi köylerdi ve sadece birkaç yüz kişiye ev sahipliği yapıyordu. mö 7000'de, o sıralar muhtemelen dünyadaki en büyük yerleşim olan anadolu'daki çatal höyük'te, beş ila on bin arasında insan yaşıyordu. mö 5000'le 4000 arası dönemde, her biri etraftaki köyler üzerinde de hâkimiyet kurmuş bereketli hilal bölgesinde 10 bin kişilik şehirler birer birer ortaya çıkmaya başladı. mö 3100'de, tüm aşağı nil vadisi birinci mısır krallığı altında toplandı 

firavunlar binlerce kilometrekarelik toprakları ve yüz binlerce insanı yönettiler. mö 2250'de büyük sargon, ilk büyük imparatorluk olan akkad imparatorluğunu kurdu. 5400 askerlik bir ordusu olan imparatorluğun bir milyondan fazla nüfusu vardı. mö 1000'le 500 arasında, ortadoğu'da ilk mega imparatorluklar ortaya çıktı: geç asur, babil ve pers imparatorlukları. bu imparatorluklar on binlerce askerden oluşan ordulara ve milyonlarca kişilik nüfuslara hükmettiler. 

mö 221'de qin hanedanı çin'i birleştirdi ve bundan kısa süre sonra da roma, akdeniz havzasını bir araya getirdi. 40 milyon çinliden toplanan vergiler, yüz binlerce kişilik bir orduyu ve yüz binden fazla çalışanı olan karmaşık bir bürokrasiyi beslemekte kullanıldı. roma imparatorluğu gücünün doruğunda yaklaşık 100 milyon kişiden vergi toplamaktaydı. bu gelir, 250 ila 500 bin askerlik bir düzenli orduya, 1500 yıl sonra bile kullanılabilen 

mö 1776'da babil dünyanın en büyük şehriydi. babil imparatorluğu da bir milyondan fazla nüfusuyla muhtemelen dünyanın en büyük imparatorluğu. bugünkü ırak'ın büyük bölümüyle suriye'yle iran'ın çeşitli kesimleri de dahil mezopotamya'nın büyük bölümüne hükmediyordu. bildiğimiz en ünlü babil kralı, hammurabi'dir. bu ün, en başta hammurabi kanunları olarak bilinen metinden kaynaklanmaktadır. bu metin hammurabi'yi adil bir kral olarak göstermek, babil imparatorluğunun her yerinde standart bir hukuk sistemi kurmak ve gelecek nesillere adaletin ne olduğunu, adil bir yöneticinin nasıl olması gerektiğini anlatmak amacı taşıyan bir yasalar ve adli kararlar toplamıdır 

... bu gerçeklerin tartışmasız olduğunu, tüm insanların eşit yaratıldığını, insanlara yaratıcı tarafından bahşedilmiş bazı haklar verildiğini ve bunlar arasında yaşam, özgürlük ve mutluluğunun peşinden gitme hakkı olduğunu ilan eder 

haklı, amerikalıların ise haksız olduğunu öne sürecektir. aslında iki taraf da haksızdır. hem hammurabi hem de abd'nin kurucuları, eşitlik veya hiyerarşi gibi evrensel ve değiştirilemez adalet ilkeleriyle yönetilen bir gerçeklik hayal etmişlerdir. bunlar sadece sapiens'in derin hayal gücü ve icat ederek birbirlerine anlattığı hikayelerde var olabilir. bu ilkelerin nesnel bir geçerliliği yoktur. 

insanların "üstün" ve "sıradan" olarak ayrılmasının bir hayal ürünü olduğunu bugün kabul etmek bizim için çok kolaydır. öte yandan insanların eşit olması da bir mittir. insanlar ne anlamda birbirlerine eşittirler? hayal gücümüz dışında gerçekten birbirimize eşit olduğumuz nesnel bir gerçeklik var mıdır? insanlar biyolojik olarak eşit midirler. 

buna bir itirazım yok. benim de "hayali düzen"le kastettiğim tam olarak bu. belirli bir düzene nesnel bir doğru olduğu için değil, buna inanmak etkili bir işbirliği yapmamızı ve daha iyi bir toplum kurmamızı sağlayacağı için inanıyoruz. hayali düzenler kötü niyetli komplolar veya amaçsız seraplar değildir, aksine çok sayıda insanın etkin işbirliği yapabilmesinin tek yoludur. bu arada unutmamak gerekir ki, hammurabi de hiyerarşi ilkesini aynı mantıkla savunabilirdi: "biliyorum ki, üstün insanlar, sıradan insanlar ve köleler özünde farklı insanlar değillerdir. ama eğer onların farklı olduğuna inanırsak istikrarlı ve müreffeh bir toplum kurabiliriz 

varlığına inanmayı bıraksalar bile, yerçekiminin ortadan kalkma ihtimali yoktur. buna karşın, hayali bir düzen her zaman çökme ihtimaliyle karşı karşıyadır, çünkü varlığı mitlere bağlıdır ve mitler insanlar onlara inanmayı bıraktığı anda çökerler. hayali bir düzeni korumak, sürekli ve büyük bir çaba gerektirir. bu çabaların bazıları şiddet ve zorlama biçimindedir. ordular, polis kuvvetleri, mahkemeler ve hapishaneler kesintisiz olarak insanların hayali düzene uygun olarak davranmasını sağlamak için çalışırlar. 

soruyu akla getirir: askeri düzeni ne sağlar? bir orduyu yalnızca zor kullanarak örgütlemek imkansızdır; en azından bazı komutanların ve askerlerin tanrı, onur, vatan, erkeklik veya para gibi bir şeylere inanmaları gerekir 

ayrıca insanları baştan aşağı eğitmeniz gerekir. doğdukları andan itibaren insanlara devamlı hayali düzenin ilkeleri hatırlatılmalıdır ve bu ilkeler her şeyi içermelidir. ilkeler peri masallarında, dramalarda, resimlerde, şarkılarda, görgü kurallarında, siyasi propagandada, mimaride, yemek tariflerinde ve modada var olmalıdır 

insanların en kişisel istekleri sandıkları bile genelde hayali düzen tarafından programlanmıştır. gayet popüler bir istek olan yurtdışında tatil yapma örneğini ele alalım. bu istek aslında hiç de anlaşılır veya doğal değildir. bir şempanze alfa erkeği asla gücünü komşu bir şempanze grubunun arazisine tatile gitmek için kullanmaz. eski mısır seçkinleri piramitler yaptırmak ve cesetlerini mumyalatmak için servetler harcadılar, ama hiçbiri babil'e alışverişe veya fenike'ye kayak tatiline gitmeyi düşünmedi. bugün insanlar yurtdışına gitmek için ciddi miktarda para harcıyor, çünkü hepsi romantik tüketicilik akımının gerçek inananları 

kendimizi geniş bir yelpazedeki tüm duygulara açmalı, değişik biçimlerde ilişkiler yaşamalı, farklı mutfaklar denemeli, farklı müzik tarzlarını takdir etmeyi öğrenmeliyiz. bunu yapmanın en iyi yollarından biri günlük rutinimizi bozmak, alışık olduğumuz ortamın dışına ve uzak yerlere seyahate çıkmak. böylece oralarda başka insanların kültürlerini, kokularını, tatlarını ve normlarını "deneyimleyebiliriz". tekrar tekrar, "yeni bir deneyimin nasıl birinin gözlerini açtığını ve yaşamını değiştirdiğini" anlatan romantik mitleri dinleyip dururuz. 

tüketicilik akımı da, bize mutlu olmamız için mümkün olduğunca çok mal ve hizmet tüketmemiz gerektiğini söyler. bir şeyin eksikliğini hissettiğimizde veya bir şey doğru gelmediğinde, muhtemelen yeni bir ürün (araba, yeni kıyafetler, organik gıda) veya bir hizmet (ev temizliği, çift terapisi, yoga dersi. 

sonuç olarak, bir milyonerle karısı arasındaki ilişki dikenli bir yola girdiğinde, adam karısını pahalı bir paris tatiline götürür. bu gezi bağımsız bir isteğin değil, romantik tüketicilik akımının mitlerine duyulan coşkulu bir inancın yansımasıdır aslında. eski mısır'da zengin bir 

adam, asla ilişki problemini karısını babil'e tatile götürerek çözmeyi düşünmezdi. bunun yerine karısına, hep istediği şaşaalı bir mezar yaptırırdı 

amerikan doları, insan hakları ve amerika birleşik devletleri de milyonlarca insanın ortak hayal gücünde yaşamaktadır, ve hiçbir birey onların varlığını tehdit edemez. eğer ben dolara, insan haklarına veya abd'ye inanmayı bırakırsam bir etkisi olmaz 

bu hayali düzenler özneler arasıdır, bu yüzden de onları değiştirmek için aynı anda milyarlarca insanın. 

bilincini değiştirmemiz gerekir ki, bu çok kolay değildir. bu ölçekte bir değişim sadece bir siyasi parti, ideolojik hareket veya dini bir tarikat gibi karmaşık bir örgütlenmenin yardımıyla başarılabilir. öte yandan bu tür karmaşık örgütleri kurmak için pek çok yabancıyı birbiriyle işbirliği yapmaya ikna etmek gerekir. bu da ancak bu yabancılar ortak paylaşılan bir mite inanırsa gerçekleşebilir. dolayısıyla mevcut bir hayali düzeni değiştirmek için alternatif bir hayali düzene inanmamız gerekir. 

sapiens'in toplumsal düzeni hayali olduğundan, insanlar bu tip kritik bilgileri sadece dna'larını kopyalayarak ve genlerini sonraki nesillere aktararak koruyamazlar. yasaları, gelenekleri, adetleri korumak için bilinçli bir çaba gerekir, aksi takdirde toplumsal düzen hızla çökebilir. 

nadir istisnalar olmakla birlikte insan beyni görelilik veya kuantum mekaniği gibi konuları düşünmek için yeterli değildir. 

insan bilincinin hizmetçisi olarak doğan yazı, giderek insanın sahibi haline geldi. bilgisayarlarımız homo sapiens'in nasıl konuştuğunu, hissettiğini ve hayal kurduğunu anlayamadığından, biz de bilgisayarların anlayabilmesi için homo sapiens'e sayıların dilinde konuşmayı, hayal kurmayı ve hissetmeyi öğretiyoruz. üstelik bununla da kalmıyoruz. bilgisayarların ikili yazısını baz alan yepyeni bir yapay zeka oluşturulmaya çalışılıyor. matrix ve terminatör gibi bilimkurgu filmleri, ikili yazının insanlığın boyunlarına taktığı yuları atıp özgür kaldığı bir gelecekten bahseder. insanlar isyankar yazı biçiminin kontrolünü tekrar ele geçirmeye çalıştığında, o da insan türünü ortadan kaldırmaya çalışır. 

eğer uygun içgüdüleri yoksa, insanlar kitleler halinde işbirliği ağlarını nasıl oluşturuyorlar? cevap kısaca şudur: insanlar hayali düzenler yaratıp, yazıyı icat ettiler ve bu ikisi, biyolojik mirasımızın boş bıraktığı yerleri doldurdu. 

oysa pek çok zengin insanın zengin bir ailede doğduğu için zengin olduğu ve pek çok fakirin de fakir bir ailede doğduğu için hayatları boyunca fakir kalacağı kanıtlanmış bir olgudur. 

para parayı, fakirlik de fakirliği çeker. eğitim daha fazla eğitimi, cehalet daha fazla cehaleti doğurur. 

cinsiyet çocuk oyuncağı, toplumsal cinsiyet ise ciddi iştir. erkek cinsinin üyesi olmak dünyadaki en basit şeydir, tek yapmanız gereken bir x, bir de y kromozomuyla doğmuş olmaktır. dişi olmak da aynı derecede basittir çünkü bir çift x kromozomu yeterlidir. buna karşılık, bir adam veya kadın olmak çok ciddi ve karmaşık bir şeydir. çoğu erkek ve kadın özelliği biyolojik olmaktan çok kültüreldir, hiçbir toplum kendiliğinden her erkeği adam, her dişiyi de kadın olarak saymaz. dahası, bu sıfatlar bir kere kazanıldığında ebediyen de sürmez. erkekler erkeksiliklerini hayatları boyunca sonsuz bir performans, tören ve ritüeller aracılığıyla sürekli olarak kanıtlamak zorundadır. bir kadının da işi hiç bitmez, sürekli kendini ve başkalarını yeterince kadınsı olduğuna ikna etmek zorundadır. 

özellikle erkekler erkeksilikle ilgili iddialarının boş çıkmasından ödleri koparak yaşarlar. tarih boyunca erkekler hayatlarını riske atarak hatta feda ederek erkekliklerini kanıtlamaya çalıştılar, insanlar "tam bir erkek!" desinler diye. 

görsel 15: 10. yüzyıl erkeksiliği; fransa kralı 14. louis'nin resmi bir portresi. uzun peruk, çoraplar, topuklu ayakkabılar, dansçı duruşu ve devasa kılıca dikkat edin. günümüz amerikasında bütün bunlar (kılıç hariç) kadınsılık işaretleri olarak değerlendirilirdi. oysa kendi zamanında louis erkekliğin ve erkeksi gücün mükemmel bir örneğiydi. 

eğer gerilimler, çatışmalar ve çözülemeyen ikilemler kültürlerin tuzu biberiyse, bu kültürlere mensup insanların da birbiriyle çelişen inançları ve birbiriyle uyumsuz değerleri mutlaka olacaktır. bu her kültürün en temel unsurudur: bilişsel uyumsuzluk. sıklıkla insan psikolojisinin bir hatası olarak değerlendirilen bilişsel uyumsuzluk, aslında insan için yaşamsal önemdedir. insanlar birbiriyle çelişen değer ve inançlara sahip olamasaydı muhtemelen herhangi bir insan kültürü oluşturmak ve sürdürmek mümkün olamazdı. 

onun işini açlık yapmış oldu; yaklaşık bir yıl sonra gıda stokları tükenen numantialılar, tüm umutları söndüğünde kendi şehirlerini yakıp yıkarak roma kölesi olmamak için kendi canlarına kıydılar. 

numantia sonraları ispanyol bağımsızlığının ve cesaretinin sembolü oldu. don kişot'un yazarı miguel de cervantes numantia kuşatması adında bir trajedi yazdı, kasabanın yıkılışıyla sonlanan bu trajedi, aynı zamanda ispanya'nın gelecekteki büyüklüğüne dair bir görüş de içermekteydi. şairler kanlarının son damlasına kadar savaşan kahramanlar için zafer şarkıları yazdılar, ressamlar tuvallere kuşatmanın görkemli betimlemelerini yaptılar. 1882'de kasabanın yıkıntıları "ulusal anıt" ilan edildi ve ispanyol vatanseverleri için kutsal bir ziyaret haline geldi. 1950'ler ve 1960'larda ispanya'daki en popüler çizgi romanlar superman veya örümcek adam değil, romalı zalimlere karşı savaşan hayali bir iberyalı kahraman olan el jabato'nun maceralarıydı. eski numantialılar, bugünün ispanyollarının kahramanlık ve vatanseverlikteki kusursuzluk örneğidir ve ülkenin gençlerine rol modeli olarak sunulur. 

mutluluğu için çalıştıklarına yürekten inanıyordu. çin'deki yönetici sınıf ülkenin komşularını ve bunların yabancı tebaalarını, imparatorluk kültürünün götürülmesi gereken zavallı barbarlar olarak görüyordu. cennetin yetkileri imparatora tüm dünyayı sömürmesi için değil, insanlığı eğitmesi için bahşedilmişti. romalılar da kendi hükümranlıklarına barbarlara barış, adalet ve refah götürme misyonlarıyla haklılık kazandırıyorlardı. boyalı galyalılar ve vahşi cermenler, romalılar onları yasalarla evcilleştirerek büyük hamamlarda temizleyip felsefeyle eğitene dek pislik ve cehalet içinde yaşıyorlardı. mö 3. yüzyılda hüküm süren maurya imparatorluğu, cahil dünyaya buddha'nın öğretilerini yaymayı misyon olarak belirlemişti. halifeler de peygamberin vahiylerini mümkünse barışçıl, gerekirse de kılıç zoruyla yaymak için ilahi bir yetkiyle donanmışlardı. ispanyol ve portekiz imparatorlukları da doğu asya ve amerika'da peşinden koştukları şeyin zenginlik değil, insanları doğru inanca döndürmek olduğunu öne sürdüler. aynı şekilde, ingilizlerin liberalizm ve serbest ticareti yayma misyonlarının üzerinde güneş hiç batmıyordu, sovyetler tarihsel olarak kapitalizmden ütopik bir proletarya diktatörlüğe giden yoldaki yürüyüşü kolaylaştırma görevini yakıştırdı kendisine. bugün çoğu amerikalı, üçüncü dünya ülkelerine cruise füzeleri ve f-16'larla bile olsa demokrasi ve insan hakları kazanımlarının götürülmesi gerektiğini düşünüyor. 

gautama bu kısırdöngüden çıkmanın bir yolunu bulmuştu. eğer zihin keyifli ya da can sıkıcı bir şeyler yaşadığında bu olayları oldukları gibi kabul ederse, o zaman acı doğurmaz. eğer üzüntüyü, üzüntüden kurtulmayı dileyerek yaşamazsanız gene üzüntü hissetmeye devam edersiniz, ama bundan acı çekmezsiniz, hatta üzüntüde bile bir zenginlik bulabilirsiniz. eğer mutluluğu, mutluluğun uzayıp yoğunlaşabileceği ihtimalini düşünmeden yaşamayı başarabilirseniz, akıl sağlığınızı kaybetmeden bu mutluluğu hissedebilirsiniz. 

komünizmin de şehitleri, kutsal savaşları, ayrıca troçkizm gibi sapkın akımları vardı. 

hıristiyanlığın roma imparatorluğu'nu nasıl ele geçirdiğini tasvir edebilir ama neden özellikle bu seçeneğin hayat bulduğunu açıklayamazlar. 

çıktık mı, yoksa daha kötüsü mü gelecek? çin süper bir güç olana dek büyüyecek mi? abd hegemonyasını kaybedecek mi? köktendinciliğin yükselişi geleceği de etkisi altına alacak bir dalga mı, yoksa uzun dönemde etkisini yitirecek geçici bir akım mı? çevre felaketine doğru mu, teknolojik bir cennete doğru mu gidiyoruz? bütün bu durumlar için çok güçlü argümanlar geliştirilebilir, ancak sonuçtan emin olamayız. önümüzdeki on yıllarda insanlar geriye dönüp baktıklarında bu soruların hepsinin cevabının çok açık ve net olduğunu düşünecekler. 

tarih ilerledikçe insanların iyilik ve mutluluğunun geliştiğine dair hiçbir kanıt yoktur. tarihin insanlığın yararına dönük ilerlediğine dair kanıt yoktur, çünkü bu tür bir yararı nesnel şekilde. ölçebilecek bir ölçüden yoksunuz. farklı kültürler iyiyi farklı şekillerde tanımlar ve bunlar arasında karar verebilmek için elimizde bir ölçü yoktur 

giderek daha fazla sayıda akademisyen, kültürü bir zihinsel enfeksiyon veya parazit gibi değerlendirerek, insanları da bu parazitlerin yaşadığı konaklar olarak 

tarih bir dönemeçten öbürüne yol alırken bilinmeyen, gizemli bir sebeple önce bir yolu, sonra ötekini seçer. 1500 yılı civarında tarih en önemli seçimini yaparak sadece insanlığın değil, muhtemelen gezegendeki tüm yaşamın da kaderini değiştirdi. biz bu değişime bilimsel devrim adını veriyoruz. bu devrim, tarihte o döneme kadar önemli bir rol oynamamış, afrika-asya'nın en batı ucunda bir yarımada olan batı avrupa'da başladı 

tarihte çok sayıda olasılık vardır ve bu olasılıkların çoğu hiç gerçekleşmemiş durumdadır. tarihin nesiller boyunca bilimsel devrim'i es geçerek akıp gittiğini hayal etmek oldukça akla yatkındır, tıpkı hıristiyanlığın, roma imparatorluğunun veya altından yapılmış paraların olmadığı bir tarihi hayal etmek gibi. 

rakamlara dikkat edin, insan nüfusu 14 kat artmasına karşın üretim 240, enerji tüketimiyse 115 kat artmış durumdadır 

teknolojiler geliştirmek konusundaki kapasitemizi olağanüstü derecede artırdı. öte yandan aynı durum bizi atalarımızın uğraşmak zorunda kalmadığı ciddi bir problemle karşı karşıya bıraktı. her şeyi bilmediğimiz ve hatta sahip olduğumuz bilginin bile kesin olmadığı yönündeki varsayımımız milyonlarca yabancının etkili bir işbirliği yapmasını sağlayan ortak mitlerimizi de etkiledi. bilimsel kanıtlar bu mitlerin çoğunun kuşkulu olduğunu ortaya koyduğunda toplumlar nasıl bir arada durabilir? topluluklarımız, ülkelerimiz ve tüm uluslararası sistem nasıl 

babil kulesi'nin, ikarus'un, golem'in hikayeleri ve sayısız diğer mit, insanlara kendi sınırlarının ötesine geçmeye çalışmanın hayal kırıklığı ve felaketle sonuçlanacağını öğütlüyordu. 

isa'nın havarileriyse kadını bu kadar büyük bir parayı boşa harcayacağına fakirlere vermediği için eleştirirler, ama isa kadını savunarak "her zaman fakirler olacak ve istediğiniz zaman onlara yardım edebilirsiniz. ama beni her zaman bulamayacaksınız," der (markus 14:7). bugün giderek daha az insan ve giderek daha az hıristiyan isa'yla aynı fikirde. fakirlik giderek müdahale gerektiren bir teknik problem olarak görülüyor. tarım, ekonomi, tıp ve sosyolojideki son buluşlara dayanarak fakirliğin ortadan kaldırılabileceği, artık üzerinde uzlaşılan bir fikirdir. 

bu bize kadar ulaşmış en eski mit olan gılgamış destanının da temasıdır. hikayenin kahramanı, dünyanın en güçlü ve becerikli adamı olan uruk kralı gılgamış'tır. dünyadaki herkesi yenebilen bu kralın en iyi arkadaşı olan enkidu bir çarpışmada ölünce, gılgamış arkadaşının bedeninin yanına oturur ve günler boyunca onu inceler; ta ki arkadaşının burun deliğinden bir kurtçuğun çıktığını görene kadar. şiddetli bir korkuya kapılan gılgamış asla ölmemesi gerektiğine karar verir. ölümü yenmenin bir yolunu mutlaka bulacaktır. gılgamış evrenin sonuna doğru bir yolculuğa çıkar, bu yolda aslanları öldürür, akrep-adamlarla savaşır, alt dünyaya giden yolu bulur, urshanabi'nin taştan devlerini parçalar, ölüler ırmağının denizcilerini alt eder ve nihayet ilk tufandan kurtulabilen utnapishtim'i bulur. ama yine de amacına ulaşamaz, eve eli boş ve her zamanki kadar ölümlü olarak döner, fakat yeni bir fikir edinmiştir. gılgamış, tanrının insanları yarattığında ölümü kaçınılmaz bir kader olarak verdiğini ve insanların bununla yaşamayı öğrenmesi gerektiğini öğrenmiştir. 

ancak 15. yüzyılın sonlarından itibaren avrupa önemli askeri, siyasi, ekonomik ve kültürel gelişmelere ev sahipliği yapmaya başladı. 1500'le 1750 arasında, batı avrupa hızla ilerleyerek "dış dünya"nın, yani iki amerika kıtasının ve okyanusların efendisi haline geldi, yine de avrupa-asya'nın büyük güçlerinin karşısında yeterli değildi. 

ilk modern insan, amerika'ya 1499-1504 yılları arasında pek çok kez seyahat eden italyan denizci amerigo vespucci'ydi. 1502'yle 1504 arasındaki seyahatlerini anlatan iki metin avrupa'da yayımlandı. bu metinler vespucci'ye atfedilmişti ve kolomb tarafından keşfedilen yeni toprakların doğu asya açıklarındaki adalar değil, kutsal metinlerin, eski coğrafyacıların ve şimdiki avrupalıların bilmedikleri yepyeni topraklar olduğundan bahsediyordu. 1507'de bu iddialara ikna olan martin waldseemüller adında saygın bir haritacı güncelleştirilmiş bir dünya haritası yayımladı ve bu harita avrupa'dan batıya yapılan seferlerin ayrı bir kıtaya vardığını gösteren ilk haritaydı. 

waldseemüller'in haritaya bir de isim koyması gerekiyordu. yanlışlıkla amerigo vespucci'nin buraları keşfeden kişi olduğunu düşünüp bu kıtaya ismini vererek onurlandırdı: amerika. waldseemüller haritası çok popüler oldu ve pek çok başka haritacı tarafından da kopyalandı, böylece kıtaya verdiği isim yayılmış oldu. dünyanın bir çeyreğinin ve yedi kıtasından ikisinin, cehaletini kabul etmekten öte marifeti bulunmayan bir italyan'ın adını almasıysa ilahi adaletin tecellisidir. 

on yıllar boyunca önemli ve saygın bulunan bu tür ırkçı teoriler, şimdilerde siyasetçiler ve bilim insanları arasında adeta lanetlenmiş durumdadır. insanlar hâlâ ırkçılığa karşı kahramanca mücadele ederken, cephenin değiştiğini ve emperyal bir ideoloji olarak ırkçılığın yerini "kültürcülük"un aldığını gözden kaçırıyorlar. böyle bir kavram yok, ama yaratmanın zamanı artık geldi. günümüzün seçkinleri arasında, değişik insan grupları arasındaki farkları, biyolojik değil kültürel farklara atfetmek çok yaygındır. artık "bu onların kanında var," değil, "onların kültürü böyle," diyoruz. 

ara saymak için yerinden çıkarır," demedi ve "kâr artınca, toprak sahibi veya dokumacı yeni işçi istihdam eder. 

eskiden gelin ve damat ailenin salonunda bir araya gelir ve para bir babadan öbürüne geçerdi. bugünse flört kafelerde ve barlarda gerçekleşirken para da âşıklardan garsonlara geçiyor. bundan çok daha büyük miktarda para ise kafeye girerken piyasanın ideal güzellik tanımına olabildiğince yakın olmamıza yardımcı olan moda tasarımcılarının, spor salonu yöneticilerinin, diyetisyenlerin, kozmetikçilerin ve plastik cerrahların banka hesaplarına akıyor. 

örneğin madonna hayranları bir tüketici kabilesidir. kendilerini büyük ölçüde madonna konserlerinin biletleri, cd'ler, posterler, tişörtler, cep telefonu zil melodileri satın alarak tanımlarlar, yani alışverişle. beşiktaş taraftarları, vejetaryenler ve çevreciler de bu duruma verilebilecek örneklerdir. onlar da her şeyden önce tükettikleri şeyle tanımlanırlar, kimliklerinin temeli budur. alman bir vejetaryen, et yiyen bir almandansa fransız bir vejetaryenle evlenmeyi tercih edebilir. 

daha mutlu muyuz peki? insanlığın geçtiğimiz beş yüz yılda biriktirdiği zenginlik memnuniyet anlamına geldi mi? tükenmez enerji kaynaklarının keşfi tükenmez bir mutluluğun yolunu önümüze serdi mi? daha da geriye gidersek, bilişsel devrim'den bu yana geçen inişli çıkışlı 70 bin yıl dünyayı daha yaşanılacak bir yere dönüştürdü mü? ayak izi rüzgarın olmadığı ayda bozulmamış hâlde duran neil armstrong, 30 bin yıl önce chauvet mağarası'nın duvarına el izini bırakan isimsiz avcı toplayıcıdan daha mutlu muydu? eğer daha mutlu değilse tarımı, şehirleri, yazıyı, parayı, imparatorlukları, bilimi ve sanayiyi geliştirmenin anlamı neydi. 

bazıları araştırmacılar uzun dönemli mutluluk üzerine çalışmalar yaptıysa da neredeyse tamamının belirsiz ve peşin hükümlü tanımları vardır. yaygın görüşe göre, insanların tarih boyunca becerileri arttı. insanlar becerilerini genellikle ızdıraplarını dindirmek, sorunlarını aşmak ve beklentilerini gerçekleştirmek için kullandıklarından, biz ortaçağdaki atalarımızdan, onlar da kendi taş devri avcı toplayıcı atalarından daha mutlu olmalıdırlar. 

şehirli orta sınıfların konforlu yaşamındaki hiçbir şey, bir avcı toplayıcının başarılı bir mamut avında hissettiği saf coşku ve heyecan hissini veremez. her yeni icat, cennet bahçeleriyle aramızdaki mesafeyi biraz daha açıyor. 

kendisini çok seven bir eşi yakın ilişkilere sahip bir topluluğu ve ailesi olan çulsuz bir sakat, eğer fakirliği çok şiddetli değil ve hastalığı kötüleşmiyorsa veya çok acılı değilse, yalnız ve her şeye yabancılaşmış bir milyarderden çok daha mutlu olabilir. 

bir anlamlı tarihsel gelişme vardır. bugün nihayet mutluluğun sırrının biyokimya sistemimizde olduğunu anladığımıza göre, zamanımızı politika ve sosyal reformlarla, siyasi mücadele ve ideolojilerle ilgilenmekle geçirmeyi bırakıp bizi gerçekten mutlu eden tek şeye odaklanabiliriz: biyokimyamızı manipüle etmek. eğer beyin kimyamızı anlamak ve uygun tedavileri gelişti. 

milyarlar harcarsak, insanların her zamankinden daha mutlu olmasını sağlayabiliriz, böylelikle devrimlere de ihtiyacımız kalmaz. örneğin prozac rejimleri değiştirmiyor. 

hiçbir şey biyolojinin önemini ünlü new age sloganı kadar iyi anlatmıyor: "mutluluk içimizde başlar." para, toplumsal statü, plastik cerrahi, güzel evler, iktidar konumları, bunların hiçbiri size mutluluk getirmez, uçup gitmeyen gerçek mutluluk sadece serotonin, dopamin ve oksitosin sayesinde olur. 

aldou huxley'nin büyük buhran döneminin tam ortasında, 1932'de yayımlanmış distopik romanı cesur yeni dünya'da, mutluluk en üst değerdir ve psikiyatrik ilaçlar siyasetin temeline yerleşerek oy sandığının ve polisin yerini alır. insanlar her gün, üretkenliklerini ve etkinliklerini azaltmadan mutlu eden sentetik bir ilaç olan "soma"dan bir doz alırlar; tüm gezegeni yöneten dünya devleti asla savaşlar, devrimler, grevler ve gösterilerle tehdit edilmez, tüm insanlar hangi koşullarda yaşarlarsa yaşasınlar hâllerinden son derece memnundurlar. huxley'nin gelecek vizyonu george orwell'in 1984'ünden çok daha tedirgin edicidir. böyle bir dünya fikri çoğu insanı rahatsız eder ama bunun neden olduğunu kolay açıklayamazlar. herkes sürekli mutlu olacaksa, bunda kötü olan nedir ki? 

bu yüzden mutluluk belki de, bir insanın anlamla ilgili sanrılarını, hâkim kolektif sanrılarla uyumlu hâle getirmesidir. kişisel hikayelerimiz, etrafımızdakilerin hikayeleriyle uyumlu olduğu sürece hayatın anlamlı olduğunu ileri sürebilir ve bu bilinçle mutlu olabiliriz. 

bu aslında oldukça üzücü bir sonuç; mutluluk gerçekten kendi kendini kandırmaya mı bağlıdır? 

delphi'deki apollo tapınağının girişinde hacılar şu yazıyla karşılanırdı: "kendini bil!" bunun anlamı ortalama insanın kendisiyle ilgili cahil olduğu ve gerçek mutluluğu da bilemeyeceğiydi. freud muhtemelen bunu onaylardı. 

bencil gen teorisine göre, doğal seçilim tıpkı diğer organizmaları olduğu gibi, insanları da, bireysel olarak kötü bile olsa genlerinin üremesi için iyi olanı seçmeye iter. çoğu erkek zamanlarını savaşarak, didinerek, rekabet ederek ve endişeyle geçirir ve barış dolu bir mutluluğun tadını çıkaramaz, çünkü dna'ları onları bu bencil davranıştan alıkoyar. şeytan gibi dna da hazzı kullanarak insanları kandırmak ve bu sayede gücünü artırmak için uğraşır 

bu kadar geçici ödüller kazanmak niye bu kadar önemli? neredeyse ortaya çıktığı an kaybolan bir şey için neden bu kadar çaba? budizme göre acı çekmenin kökeni, ne acı ve mutsuzluk ne de anlamsızlık hissidir. aksine, bizi sürekli gergin, yorgun ve memnuniyetsiz kılan, geçici duygular için verilen sürekli uğraştır. bu nedenle, zihin haz duyarken bile memnun değildir. çünkü hazzın kısa süre sonra azalacağını düşünürken, bir yandan da kalıcı olması ve yoğunlaşması için çabalar. 

insanlar şu veya bu hazzı duyumsarken değil, tüm bunların geçici olduğunu anlayıp özümsediklerinde ve daha fazlasını istememeyi başardıklarında acı çekmekten özgürleşirler; budist meditasyonun da hedefi budur. meditasyonda kendi vücudunuzu ve zihninizi yakından izleyerek duygularınızın kesintisiz olarak yükseldiğini ve alçaldığını görmeniz ve bunların peşinden koşmanın ne kadar anlamsız olduğunu fark etmeniz gerekir. meditasyonda zihninizi ve bedeninizi yakından gözlemeniz, durmadan yükselip geçen hislere tanık olmanız, bunların peşinden gitmenin ne kadar anlamsız olduğunu fark etmeniz beklenir. bu duyguların peşini bıraktığınızda zihniniz rahatlar, berraklaşır ve tatmin olur. tüm hisler (neşe, öfke sıkıntı, şehvet) önce yükselir, sonra da geçer; ama belli duygular hissetmek istemeyi bıraktığınızda onları olduğu gibi kabul edebilir ve olabilecekler hakkında fanteziler kurmak yerine içinde olduğunuz ânı yaşayabilirsiniz. 

bunun sonucunda erişilen huzur o kadar derindir ki, yaşamları boyunca iyi duyguların peşinden koşmuş insanlar bile bunu hayal edemez. bu tıpkı bir deniz kenarında durup, birtakım "iyi" dalgalara kucak açıp onların dağılmasını engellemeye çalışırken, aynı anda "kötü" dalgaların yakınına gelmemesi için uğraşan bir adamın durumuna benzer. günler birbirini kovalarken bu çıldırtıcı çabanın sonunda adam kumlara oturur ve dalgaların diledikleri gibi gelip gitmelerine izin verir. ne kadar huzurlu bir durum! 

buddha mutluluğun dış koşullardan bağımsız olduğu konusunda modern biyoloji ve new age akımlarla aynı düşünür fakat asıl önemli ve derin içgörüsü, gerçek mutluluğun içsel duygularımızdan da bağımsız olduğudur. duygularımıza daha çok anlam yükledikçe, onların peşinden daha çok koşar ve daha çok acı çekeriz. buddha'nın tavsiyesi sadece dışsal başarıların peşinden koşmayı bırakmak değil, duygularımızın peşinden koşmayı da bırakmaktı 

darwin'in teorisindeki güzellik, zürafaların boyunlarının neden uzun olduğunu açıklamak için akıllı bir tasarımcının varlığını kabul etmeye ihtiyaç duymamasında yatar. 

böyle bir siborg artık insan değildir, hatta organik bile değildir, tamamen farklı bir şeydir. bu yaratık o kadar farklı olacaktır ki, bunun felsefi, psikolojik veya siyasi etkilerini şu an anlamamız mümkün değildi.