• ama sorunlar ne olursa olsun, onları kabullenmeye karar vermiştim bir kez, çünkü bu benim seçtiğim yaşam biçimiydi. sorunlar varsa eğer, ister istemez onların kökeninde benim de parmağım bulunuyordu.
• … şu dünyada öyle çok garip ve açıklanamamış şey var ki, bu boşlukları birinin doldurmaya çalışması gerekiyor elbette. ve bunun da, konuşması ilginç biri olması ne iyi, değil mi? bay honda gibi, örneğin.
• ıslıkla ne çaldığını bilmiyorum ama kulağa hiç de ahenkli gelmiyor. söylesene sakın homo filan olmayasın sen? sanmam diye yanıtladım. neden? biri bana homoların iyi ıslık çalamadığını söylemişti. doğru mudur? bilmem. herhalde saçmadır. sapık olmuşsun homo olmuşsun benim için fark etmez. adın ne senin? toru okada dedim. adımı birkaç kez yineledikten sonra şu yorumda bulundu: kulağa pek hoş gelmiyor. belki. ama bence savaş öncesinin bir dışişleri bakanının adına benziyor. toru okada. anlıyor musun? bunu bilemem tarih bilgim sıfırdır. bir takma adın ya da söylemesi şu toru okada dan daha kolay bir adın filan yok mu? düşüdüm ama aklıma hiçbir takma ad filan gelmedi. neden bilmem kimse bana hiçbir zaman bir ad takmak gereğini duymamıştı. hayır yok karşılığını verdim. sahi mi? ayıcık veya kurbağa ya da öyle bir şey de mi yok? hayır hiç. eh baksana! o halde sen de bul bir tane. zemberekkuşu! diye bağırdım. ağzı açık yüzüme baktı. zemberekkuşu mu? o da ne? zembereği kuran kuş dedim. her sabah. ağaç tepelerinde. dünyanın zembereğini kurar. ki kii kii! gözlerini yüzüme dikti. içimi çektim. öyle aklıma geliverdi işte. aslında her gün evimin oraya gelen bir kuş bu ötüşü de işte böyle: ki kii kiii! komşularımın ağacına tünüyor. ama henüz hiç kimse görmedi onu. hımmm. neyse önemi yok. bunu da söylemek kolay değil ama gene de toru okada dan daha iyi sayılır değil mi bay zemberekkuşu? teşekkür ederim dedim. iki ayağını sandalyeye çekip çenesini dizlerine dayadı. ya sen senin adın ne? diye sordum. may kasahara diye karşılık verdi. may mayıs ayı gibi. mayısta mı doğmuşsun? sormak zorunda mısın? haziranda doğmuş birinin adına mayıs demeleri biraz tuhaf kaçardı değil mi? haksız da sayılmazsın. söylesene hâlâ okula başlamadın mı? bir süredir seni izliyorum zemberekkuşu dedi may sorumu yanıtsız bırakarak. parmaklıklı kapıyı açıp bahçeye girdiğini odamda dürbünle izlerken gördüm. küçük dürbünüm hep elimin altındadır. ve sokağı gözlerim. sen belki bilmiyorsun ama şu küçücük arka sokaktan çeşit çeşit insan geçer. sadece insan da değil. çeşit çeşit hayvan da. ya sen deminden beri burada tek başına ne yapıyordun? hiiç. geçmişi düşünüyordum ıslık çalıyordum hepsi bu. may kasahara tırnaklarını kemirdi. biraz çatlaksın galiba? çatlaklık bunun neresinde ki? herkes böyle yapar. belki ama herkes komşusunun boş evine yerleşmez. söz konusu olan sadece geçmişi düşünerek ıslık çalmaksa evinde de kalabilirdin. haksız sayılmazdı. her neyse diye sürdürdü sözlerini kedin noboru vataya hâlâ dönmedi mi eve?
• besbelli, yapacak bir şey yok, diye karşılık verdi may kasahara. birinin kel olmasını önleyecek hiçbir şey yoktur gerçekten. kelliğe mahkûm insanlar, er geç ve ister istemez kel olurlar. bu yüzden, saçları dökülmeye başlayan birine süreci önlemek için dikkat etmesini söylemek kolay. ama bu bir yalandır. kocaman bir yalan! bak, örneğin şincuku istasyonu’nun orada, kaldırımlarda yatan yaşlı serserileri düşünsene, aralarında tek bir kel yoktur. ama bu yüzden herhalde onların her gün saçlarını clinique ya da vidal sassoon marka şampuanla yıkadıklarını söyleyemezsin değil mi? ya da her sabah saçlarına losyon sürdüklerini? tüm bu masallar, kozmetik üreticilerinin, saçı dökülen enayilerin sırtından bir sürü para kazanmak için başvurdukları bir yöntemdir sadece.
• belki de cansız nesneler bakışlarını üzerlerinde gezdirecek kimse olmayınca büsbütün cansızlaşıyordu. bununla birlikte yaklaştıkça daha yakından ve dikkatle bakıldığında kuyunun evin yapılmasından da eski bir zamandan kalma olduğu belli oluyordu.
• istemiyorum ama hiç de kolay değildir aslında.) bir şey beni tedirgin ettiği veya kızdırdığı zaman, bu nesneyi, beni birey olarak artık hiç ilgilendirmeyen bir alana aktarmanın yolunu bulurum. ve kendime, “iyi, tamam, sinirlendim, öfkelendim, ama nedeni ortadan kalktı artık” derim, onun için bunu daha sonra sağlam kafayla düşünür ve ne yapabileceğimi anlarım. bu da bana, geçici olarak duygularımı frenleme olanağı sağlar.
• gerçi kimi zaman durumu sakin kafayla yeniden ele alıp sorunu çözmeye kalkışınca duygusal açıdan gene tedirgin olabilirim ama doğruyu söylemek gerekirse bu epeyce seyrek olur hatta istisna sayılır. olayların çoğu zamanla zehrini yitirir ve zararsız olur. er geç beni sinirlendiren şeyi unutur giderim. yaşamımın bir döneminde bu duygularımı yönetme sistemim sayesinde pek çok sıkıntıyı geçiştirdim ve iç dünyamı belirli bir huzur içinde korumayı başardım. ve böylesine geçerli bir sistemi sürdürebildiğim için de gurur duymadığımı söyleyemem. ne ki bu sistem noboru vataya nın karşısında hiç mi hiç işlemiyordu. bu adamdan onu benimle hiç ilgisi olmayan bir etki bölgesine iterek kurtulamıyordum. beni onunkiyle hiçbir ilişkisi olmayan bir bölgeye itip uzaklaştıran asıl o oluyordu. ve beni sinirlendiren de buydu. kumiko nun babası hiç kuşku yok ki küstah ve sevimsizdi. ne de olsa basit inançlara sıkı sıkı sarılmış daracık yaşamı olan önemsenmeyecek biriydi. bu yüzden onu tümüyle unutmam kolaydı. ama noboru vataya yla böyle değildi.
• mademki istasyondayım, neden çevredeki kafelerden birine girip tost ve kahveli bir “günün özel kahvaltısı” ısmarlamayayım ki, diye düşündüm, ama sonra bu fikir bana fazla karmaşık göründüğü için vazgeçtim. ne de olsa canım gerçekten kahve içmek istemiyordu.
• söylesene zemberekkuşu, dedi may, bir an sustuktan sonra, aklına birden bir şey gelivermiş gibi. sence insanların saçsız kalmaktan bunca korkması yaşamın sonunu anımsattığı için olamaz mı? insan saçı dökülmeye başlayınca herhalde ömrünün yavaş yavaş tükendiği duygusuna kapılıyor. ölüme ve son yıpranışa yöneliş başlıyor ölüm geniş adımlarla yaklaşıyor. bir an düşündüm. evet kesin bu da vardır.
• ben dedi ara sıra kendime yavaş yavaş öldüğünü hissetmenin nasıl bir etki yarattığını sorarım. sorunun içeriğini pek kavrayamadığımdan kıvranıyor bir yandan da fazla sarsılmamak için kayışa sımsıkı tutunuyordum dönüp ona baktım: yavaş yavaş ölmek derken ne demek istiyorsun somut bir örnek verebilir misin? şey sözgelimi... karanlık bir yere tek başına kapatılmak yemeden içmeden yavaş yavaş ölmek anlıyor musun? gerçekten de korkunç bir şey olmalı böyle ölmek istemezdim hiç. ama ben bana öyle geliyor ki yaşam bu işte. belki de hepimiz bir yerlere tek başımıza kapatılmışız ve yavaş yavaş ölüyoruz. gülmeye başladım: zaman zaman yaşına göre inanılmaz karamsar düşüncelere kapılıyorsun dedim ingilizce pessimistic deyimini kullanarak. pesi ne? pessimistic. olanların yalnızca karanlık tarafını görmek demek. pessimistic diye birkaç kez yineledi. zemberekkuşu dedi başını kaldırıp ve dosdoğru gözlerimin içine bakarak yaşım henüz on altı yaşamı pek iyi bilmiyorum ama bir şeyi kesinlikle söyleyebilirim: eğer ben karamsarsam karamsar olmayan yetişkinler budala demektir.
• bu çorak arazide sessizce ilerlerken zaman zaman birey olarak tutarlılığımızı yitiriyor ve yavaş yavaş çevredeki doğaya karıştığımız, onunla yekvücut olduğumuz duygusuna kapılıyorduk. çevremizdeki bu uçsuz bucaksız boşluk, var olduğumuz bilincinin dengesini altüst ediyordu. ne demek istediğimi anlıyor musunuz? bilincimiz bir tulum gibi şişiyor, ortamla kaynaşıp bir oluyor, dışarısı ile bedensel sınırlarımız arasındaki tüm farkı yok ediyordu. işte moğol bozkırının bağrında hissettiklerim buydu. ne sonsuzluk! burası düzlükten de öte, bir okyanustu. güneş, doğu ufkundan yükseliyor, ağır ağır gökyüzünü geçiyor, sonra batıda, ufuk çizgisinin arkasında gözden yitiyordu. çevremizde değiştiğini gördüğümüz tek şey buydu. ve güneşin bu deviniminde bir tür sonsuz kozmik aşk hissediliyordu.
• bilmem neden, kahvem sabunlu gibi geldi. daha ilk yudumun ardından ağzımda kekremsi bir tat bırakmıştı. önce bana öyle geliyor sandım, ama ikinci yudum da aynı tadı bıraktı. fincanı musluğa döküp yeniden doldurdum. ama içmeye kalktığımda gene o sabun tadını aldım. nereden geliyordu ki bu? anlayamıyordum bir türlü. kahveliği iyice çalkalamıştım, suda hiçbir sorun yoktu. ama gene de o sabun kokusu vardı işte, belki de makyaj çıkarma losyonuydu. bu yüzden kahveyi tümüyle boşaltıp yeniden su ısıtmaya hazırlanırken vazgeçtim. bunlarla oyalanmanın ne anlamı vardı ki? musluktan bir fincana su doldurup kahve niyetine içtim. ne de olsa artık canım kahve falan istemiyordu.
• insanlar eğer sonsuza dek yaşasalardı, hiç ölmeselerdi, hep bu dünyada sağlıklı ve yaşlanmadan kalabilselerdi, sence gene de, düşünmek için kafa patlatırlar mıydı, şimdi bizim yaptığımız gibi? biz, görüyorsun ya, her şey üzerinde düşünüyoruz az çok: felsefeydi, ruhbilimdi, mantıktı. dindi, edebiyattı. ölüm olmasaydı eğer, acaba bu düşünceler, bu karmaşık kavramlar bu dünyada var olurlar mıydı? merak ediyorum...
• ama görüyorsun, bence insanlar yaşamın anlamı üzerine ciddi ciddi düşünmek zorundalar, bir gün öleceklerini bildikleri için hem de. sen de öyle düşünmüyor musun? insan sonsuza dek yaşayabilecek olsa, yaşamda kalmak konusunu kim ciddi ciddi düşünürdü ki? bunun ne anlamı olurdu ki? hatta ciddi ciddi düşünme ihtiyacı duyulsa bile, sonunda insan kendine, “iyi ya, daha önümde çok zaman var. bunu da sonra düşünürüm? demez mi? aslında beklenemez. hemen o saniye düşünmek zorundayız. ben yarın öğleden sonra bir kamyonun altında ezilebilirim. ve sen, zemberekkuşu, üç gün sonra, bir sabah kuyunun dibinde açlıktan ölebilirsin. doğru değil mi? neler olacağını kimse bilemez. demek oluyor ki, ileri gitmek, evrim geçirmek için insanın mutlaka ölüme ihtiyacı var. ben böyle düşünüyorum. ölümün varlığı ne denli diri olursa, biz de o denli yoğunlukla kafa patlatıyoruz bir şeyler konusunda.
• ince kumaştan, biri gri-mavi, öteki koyu yeşil iki kıyafet seçti. besbelli bu, bir hukuk bürosunda çalışmak için uygun bir tarz değildi ve çok pahalı olduklarını anlamak için sadece ceketin kollarına bakmak bile yeterliydi. kadın tek kelime açıklama yapmadı ve ben de hiç soru sormadan, isteklerini yerine getirmekle yetindim. bu bana, üniversite öğrencisiyken gittiğim, olup bitenin hiçbir zaman açıklanmadığı sanatsal ve deneysel filmleri anımsattı. her türlü akla yakın açıklama, filmin gerçekliğini zedeleme tehlikesi taşırmış sözde. bu da bir görüştü, başka bir anlayış. ama kendimi, film şeridindeki değil de, gerçek dünyaya dalmış bulmak bana garip geliyordu.
• …. bir an düşündükten sonra genç teğmen, filleri öldürmemeye karar verdi. bunu adamlarına bildirdiğinde onlar da hep birden rahat bir nefes aldılar. ne kadar garip görünürse görünsün –belki o derece garip değil– hepsi, bir savaş alanında insan öldürmenin, kafese kapatılmış hayvanları öldürmekten daha kolay olduğunu düşünüyordu. hem de kendileri de ölümle burun buruna geldiği halde.
• üsluba gelince, temel olarak annesininkini almıştı ve ilke, şuydu: doğru, ille de gerçekte değildir ve gerçek de belki tek doğru değildir.