24 Ekim 2018 Çarşamba

siddhartha / hermann hesse


















• siddhartha da şöyle konuştu: “ama bana öyle gelmiyor, dostum. bugüne kadar samanaların yanında öğrendiklerimi, dostum govinda, başka bir yerde daha tez ve kolay öğrenebilirdim. diyelim fahişelerin yaşadığı bir semtte hangi meyhaneye girsem, arabacılardan ve zar atıp kumar oynayanlardan öğrenebilirdim hepsini.” govinda şöyle cevap verdi: “dostum siddhartha şaka ediyor benimle. öyle bir yerde, o sefil insanlar arasında nasıl öğrenebilirdin meditasyonu, nefesini tutmayı, nasıl öğrenebilirdin açlığa ve acıya karşı duyarsız kalmayı?”


• ve siddhartha kendi kendisiyle konuşur gibi alçak sesle söyle dedi: “nedir bu murakabe? neymiş bedenden çıkıp gitme? neymiş oruç? neymiş nefesin tutulması? ben’den kaçıştır bu, benliğin eza ve cefasından kısa süre için yakayı kurtarmaktır, acıya ve yaşamın anlamsızlığına karşı kısa süreli bir duyarsızlıktır. han köşesinde birkaç tas pirinç şarabı ya da mayalanmış hindistancevizi sütü içen bir sığırtmaç da kısa süre için aynı duyarsızlığı yaşar. kendi benliğini duyumsamaktan çıkar böyle zamanlarda, yaşamın acılarını hissetmez olur, kısa süreli bir duyarsızlığa kavuşur. şarap tasının üzerinde sızıp kal r, uzun çalışmalar sonucu bedenlerinden çıkıp giderek ben’sizlikte kalan siddhartha ile govinda’nın ele geçirdiği şeyin aynısını ele geçirir. işte sana gerçek, dostum govinda.


• inanıyorum ki, bizim ‘öğrenme’ dediğimiz şey gerçekte yok. tek bir bilgi var, dostum, bu da dört bir yandadır, bu da atman’dır, benim içimde, senin içindedir bu da, her varlığın içindedir. ve artık şuna inanıyorum ki, bu bilginin bilme isteğinden, öğrenme isteğinden daha azılı bir düşmanı olamaz 


• ve tümü, bütün sesler, bütün amaçlar, bütün özlemler, bütün çileler, büzün hazlar, bütün iyi, bütün kötü şeyler, tümü birden dünyayı oluşturmaktaydı. tümü birden oluşumların ırmağı, tümü birden yaşamın müziğiydi. ve siddhartha dikkatle bu ırmağa, bu binlerce sesli şarkıya kulak verdi mi, salt acılara, salt gülmelere kulaklarını tıkayıp ruhuyla tek bir sese bağlanmadı da ben’iyle bu ses içinde yitip gitmeyerek bütün sesleri işitti mi, bütünü, birliği duymaya çalıştı mı, binlerce sesin bütün şarkısının bir tek sözcükten oluştuğunu görüyordu, bu sözcük de om’du, mükemmellikti. 


• “sana ne söyleyebilirim ki, saygıdeğer kişi?” diye cevap verdi siddhartha. “olsa olsa kendini aramaya fazla verdiğini mi? aramaktan bulma fırsatını bir türlü yakalayamayacağını mı?” 


• bir kimse arıyorsa, gözü aradığı şeyden başkasını görmez çokluk, bir türlü bulmasını beceremez, dışardan hiçbir şeyi alıp kendi içine aktaramaz, çünkü aklı fikri aradığı şeydedir hep, çünkü bir amacı vardır, çünkü bu amacın büyüsüne kapılmıştır. aramak, bir amacı olmak demektir. bulmaksa özgür olmak, dışa açık bulunmak, hiçbir amacı olmamak. sen, ey saygıdeğer kişi, belki gerçekten arayan birisin, 


• uykuyla ve om’la ruhunda gerçekleşen büyü bu değil miydi, her şeyi sevmesi, gözünün gördüğü her şeye güler yüzlü bir sevgiyle yaklaşması değil miydi? öte yandan öyle geliyordu ki, hiçbir şeyi ve hiç kimseyi sevemeyişiydi onu daha önce hasta yapan


• siddhartha coşmuştu, içinde doğan esin, mutluluğa boğmuştu onu. oh, tüm çile ve kahırlar zaman değil miydi, tüm uğraşıp didinmeler, tüm korkular zaman değil miydi? zaman aşılır aşılmaz, zaman düşüncesi kafadan çıkarılır çıkarılmaz dünyadaki bütün güçlükler, bütün düşmanlıklar silinip gitmiyor mu, yenilgiye uğratılmıyor muydu? 


hayır, gerçekten arayan biri, gerçekten bulmak isteyen biri hiçbir öğretiyi benimseyemez. ama aradığını bulan da hangi öğreti olursa olsun, hangi yol, hangi amaç olursa olsun hiçbirinden onayını esirgeyemezdi. artık onu sonsuzlukta yaşayan, tanrısal’ı soluyan binlerce başka kişiden ayıran hiçbir şey yoktu.


• oysaki bazı insanların küçük çocuklarınki kadardır aklı, öyleyken böyle bir sığınak vardır kendilerinde. insanların büyük çoğunluğu, düşen yaprak gibidir, katılıp gider rüzgarın önüne, havada süzülür, dönüp durur, sağa sola yalpalar vurarak iner yere. pek az kişi de vardır, yıldızlara benzer, belirli bir yörüngede ilerler durur, hiçbir rüzgar varamaz yanlarına, kendi yasalarını ve izleyecekleri yolu kendi içlerinde taşırlar. tanıdığım pek çok bilgin ve samana arasında bir tanesi işte böyle kusursuz biriydi;asla unutamayacağım kendisini. gotama idi bu ulu kişi, buda öğretisinin müjdeleyicisi gotama. binlerce öğrenci her gün öğretisini dinliyor, her an kurallarını izliyor onun, ama hepsi de düşen yapraklardan farksız, öğretiyi ve yasayı içlerinde taşıdıkları yok.


ırmak aynı zamanda her yerdedir, kaynadığı yerde, döküldüğü yerde, çağlayanda, kayıkta, akıntı yerinde, denizde, dağda, aynı zamanda her yerde ve onun için yalnızca şu an vardır, geçmişin gölgesi diye bir şey bilmez ırmak, geleceğin gölgesi diye de bir şey bilmez.


• hiçbir gerçek yoktur ki, karşıtı da gerçek olmasın! (sonuç değil süreç!)

peygamberin son beş günü / tahsin yücel

• rahmi sönmez’le fehmi gülmez için, feride güzelliğin ta kendisiydi. şimdi, sınıfta, sokakta, kendisinden başka hiçbir kadının ayak basmadığı işçi ve emekli kahvelerinde, beyoğlu’nun koltuk meyhanelerinde, bu küçücük, çilli yüze sonsuzluğun yüzüymüş gibi bakıyor, okudukları solcu yazın dergilerinin etkisiyle, “güzel”i hep “doğru” ve “yararlı”yla özdeşleştirme alışkanlığında oldukları için de ağzından çıkan her sözü coşkuyla onaylıyorlardı, feride’nin kendilerini zaman zaman amansızca eleştirmesi bile değiştirmiyordu tutumlarını. örneğin fehmi gülmez’in en iyi eleştirilerini okuduktan sonra, “yirminci yüzyılın ortalarına geldiğimiz şu günlerde plekhanov’u bilmeden eleştiri yazmak işte böyle acıklı sonuçlar verir,” diye homurdandığı zaman da, rahmi sönmez’in en güzel şiirlerini elinin tersiyle iterek, “sen bir devrimcisin, dostum, bu denli gözü sulu olmamalısın,” diye kesip attığı zaman… 
 

• öyle görünüyordu ki, feride’nin kendine özgü güzelliği ve nerdeyse sınırsız bilgisi yanında, daha çok kenterleri etkileyecek türden özellikleri: bir konsolos kızı olması, iki yabancı dil bilmesi, avrupalı gibi giyinip erkek gibi davranması da çekiyordu onları


• … dedi peygamber, arkasına yaslanıp lenin kasketini düzeltti, kurulacak sosyalist düzende taksi şoförlerine yer vermemek gerektiğini, çünkü her şeye burunlarını sokarak insanları yıldırdıklarını düşündü, “ben buna faşizm derim,” diye söylendi. “faşizm siyasal bir öğreti olmaktan çıkmış, insanların en küçük davranışlarına, en sıradan konuşmalarına bile sızmaya başlamış, en iyi uygulayıcıları da lumpenler.


• sahnede kırmızı ceketli, sarı saçlı, kara kaşlı bir adam, elinde kocaman bir mikrofon, kırıta kırıta şarkı söylüyor, arada bir, şarkıyı yarıda keserek, dinleyicileri kendisiyle el çırpmaya ya da şarkısını birlikte söylemeye zorluyordu. ama şarkı öyle bayağıydı ki, peygamber tiksintiyle yüzünü buruşturdu; ekonomik açıdan marx’ın öngördüğü dönemin çok uzaklarında bulunsak bile, beğeni açısından yozlaşmanın son sınırına dayandığımız kuşku götürmezdi. girdiği sırada sahnede kıvranan kadın olabileceğini düşünerek kızardı, başını önüne eğdi. ama, aynı anda, hepsi de aynı ölçüde tombul, aynı ölçüde boyalı, parmakları, bilekleri, kulakları ve gerdanları aynı abartmalı takılarla süslü üç kadın daha gelip masaya yerleşerek aynı biçimde birer bol ısmarlayınca, belki de yanıldığı düşündü: parlak giysilerinin renkleri çok farklı olmakla birlikte, hepsi de aynı kadının değişik örnekleri gibi görünüyordu, hepsi de o kadın olabilirdi, ya da hiçbiri o kadın olmayabilirdi.

•  …
“sormak ayıp olmazsa, ne iş tutuyorsun?” diye sordu. “ozanım ben,” dedi peygamber. “maruf beyin arkadaşı olduğuna göre, çok paralı bir iştir herhalde,” dedi meryem. “ama epeyce yaşlısın: emekli olmadın mı daha?” peygamber bu bönce soru karşısında ne diyeceğini bilemedi, bunun bile kenter düzenini yıkmak için yeterli bir neden olduğunu düşündü.

• …
kestirmeden söyleyeyim sana: o yaman devrimciler, o mangalda kül bırakmayan kuramcılar en güzel arabalara binip gittiler,” dedi. peygamber şaşırıp kaldı. “rahmi, oğlum, arabaları nerden çıkardın şimdi? ne demek istiyorsun?” diye sordu. nazım bir kahkaha daha attı. “çokları yeni efendilere bağlandı, bağlanmayanları da öldü ya da içerde,” dedi. “peki, proleterler?” diye kekeledi peygamber. “türk proletaryasının o yiğit insanları? onlar ne oldu?...” “o yiğit insanlar almanya’da, hollanda’da, belçika’da, fransa’da sokakları süpürüyorlar, o güzel arabalara binip buraya geldikleri zaman da patron ayaklarına yatıyorlar.

• bilinmeyeni göğüslemesini de bilmek gerek." (feride)

20 Ekim 2018 Cumartesi

hayyam'ın teraneleri / sadık hidayet




• 
an kasr ki ber çerh hemîzed pehlû,
ber dergeh-i û şehân nihâdendî rû,
dîdîm ki ber kongre’eş fâhte’î
benşeste hemîgoft ki “kû, kû, kû, kû?”

an kasr ki behrâm der û câm girift,
ahû beçe kerd u şîr ârâm girift,
behrâm ki gûr mîgiriftî heme omr
dîdî ki çegûne gûr behram girift.

o kasır ki feleğe dayamıştı yanını
eşiğine şahlar sürerdi alnını;
gördük ki burcunda bir kumru
konmuş, derdi : “ku, ku, nerde, hani?


o kasır ki behram onda kadeh tuttu;
ceylan yavruladı, arslan teskin oldu.
o behram ki ömür boyu hep yaban eşeği tuttu,
gördün mü, mezar onu nasıl da tuttu! 




ey pîr-i hiredmend, pegehter berhîz,
van kûdek-i hâkbîz râ binger tîz,
pendeş dih u gû ki: nerm nermek mîbîz.
mağz-i ser-i keykubâd u çeşm-i pervîz!

ey bilge pîr, daha erken kalk.
toprak eleyen o çocuğa daha sert bak.
öğüt ver, de ona: ele yumuşak yumuşak,
keykubad’ın beyni, perviz’in gözü bu bak




ebr âmed u zâr ber ser-i sebze girîst;
bîbâde-yi gulreng nemîşâyed zîst.
in sebze ki imrûz temâşâgeh-i mâst,
tâ sebze-yi hâk-i mâ temâşâgeh-i kîst?

geldi bulut, ağladı hüngür hüngür çayırlıklara;
yaşanamaz bu durumda olmadan gül renkli şarap.
bugün bizim seyir yerimiz şu çayırlık.
yarın kimin yeri acep toprağımızda bitecek çayırlık?




ber seng zedem dûş sebû-yi kâşî,
sermest budem ço kerdem in ûbâşi.
bâ men be zebân-i hal mîgoft sebû:
men çon to budem; to nîz çon men bâşi

taşa çaldım dün çini testiyi.
sarhoştum yaptığımda bu edepsizliği.
diyordu bana hal diliyle testi:
senin gibiydim ben; sen de olursun benim gibi.




in kûze ço men âşık-ı zârî bûde est.
der bend-i ser-i zolf-i nigârî bûde est.
in deste ki ber gerden-i û mîbînî
destîst ki ber gerden-i yârî bûde est!

bu testi vaktiyle ben gibi perişan âşıkmış.
bir dilberin zülüflerine bağlanmış.
boynunda gördüğün şu kulp yok mu,
bir elmiş, yarin boynuna sarılmış. 




gûyend: behişt u hûr-i ayn hâhed bûd.
vancâ mey-i nâb u engebîn hâhed bûd.
ger mâ mey u ma’şûka gozîdîm, çi bâk!
âhir ne be âkıbet hemin hâhed bûd?

derler ki: cennet ve hûriaynlar olacak.
orada saf şarap ve ballar olacak.
mey ile maşukayı tercih ettikse, ne var korkacak?
nasıl olsa işin sonunda bunlar olacak!




ver nîz şoden bemen budî, key şodemî?
bih zan nebudî ki enderin deyr-i herâb,
ne âmedemî, ne şodemî, ne budemî.

gelmezdim dünyaya, elimde olsaydı.
gider miydim dünyadan, elimde olsaydı?
ne gelirdim, ne giderdim, ne kalırdım.




yaradan beni cennete mi sokacak,
berbat cehenneme mi? hiç bilmem.
çimenlikte kadeh, dilber ve bir de saz.
üçü benim peşinim, cennet de senin veresiyen 




donyâ be murâd rânde gîr, âhir çi?
vin nâme-yi omr hânde gîr, âhir çi?
gîrem ki be kâm-i dil bemândî sad sâl,
sad sâl-i diger bemânde gîr, âhir çi?

muradınca yaşadın say; n’olacak yani?
ömür mektubunu okudun say; n’olacak yani?
say ki yüz yıl yaşadın gönlünün muradınca,
yüz yıl daha yaşadın say; n’olacak yani? 




"topraktan yapılan kadeh belki de bir padişahın toprak olmuş kafatasıydı, bedeniydi... topraktan biten ve göz alıcı renkleriyle insanı büyüleyen gül, bir güzelin dudaklarıydı, yanaklarıydı, bilekleriydi belki de. madem yanıt bulunamayacak şu kısacık ömürde bu sorulara; geriye yapılacak bir şey kalıyor: olabildiğince mutlu geçirmek şu kısacık dünya hayatını. peki; mutluluk neydi? bir tanım getiremedi. bir sembol buldu yerine: şarap. kanı, canlılığı, güneşi, ışığı, kırmızı dudağı, yakutu, güzelliği, dünyadaki dönüşümü çağrıştıran bir iksir!" 




der dâyireî k’âmeden u reften-i mâst
anrâ ne bidâyet, ne nihâyet peydâst.
kes mînezened demî derin âlem râst
kin âmeden ez kocâ vu reften be kocâst?

gelip gittiğimiz şu dairenin
ne başı belli, ne de sonu.
kimse doğru söylemiyor şu âlemde
nereden geliyor, nereye gidiyoruz?




her şeyin sahibi tanrı madem ki yarattı doğayı
ne sebeple verdi ona eksiği, kusuru?
çirkin olduysa bu mahluk, kimin kusuru?
iyi oldu madem; neydi yıkmaktaki zoru?”
var mı dünyada günaha girmeyen? söyle.
günah işlemeyen nasıl yaşar? söyle.
ben kötü ediyorum, sen kötü cevap veriyorsun.
nedir öyleyse aramızdaki fark? söyle.



hân kûzegerâ! bepây eger huşyârî!
tâ çend konî ber gil-i merdum hârî?
enguşt-i Ferîdûn u kef-i Keyhusrov
ber çerh nihâde’î; çi mîpindâri?

hey çömlekçi! dikkat et ne yapıyorsun!?
insan toprağı bu, hırpalıyorsun!
ferudun’un parmağını, elini Keyhusrev’in
çarkına koymuşsun; sen ne sanıyorsun
?



14 Ekim 2018 Pazar

tehlikeli oyunlar / oğuz atay














• ben kendimi tanımak için, daha çok başkalarıyla görüşüyorum. albayımın da yardımıyla eski dostların bir listesini yaptım; onlarla kendim hakkında konuşuyorum. geçen gün annemin ve babamın mezarlarını ziyaret ettim. taşın üstüne oturup onlarla bir süre konuştum. onlara sitem edebilirdim. neden albayım kadar olamadınız? benimle uğraşmadan beni hayata gönderdiniz? diyebilirdim. demedim. neden bu kadar erken öldüklerini de yüzlerine vurmadım. yalnız kendimle hesaplaşmak istiyordum. onlar öldükten sonra neler yaptığımı anlattım: senden ayrılmıştım, gecekonduya yerleşmiştim, çalışmıyordum, param gittikçe azalıyordu, kötü rüyalar görüyordum. sonu belirsiz bir takım işlere girmiştim, belki de ölüme yaklaşmıştım, evet onların ölümleri bana da bulaşmıştı, yakınımdan geçmişti. bana inanılmaz gelen bu ölümlerden sonra başka ne yapabilirdim? annem, benim ölümden korktuğumu bilirdi; bunu bildiği halde gene de ölmüştü. tabii ben, bu ölümlerin hesabını sormadım onlardan. benim onlara karşı çıkacağımı, çünkü bunu beceremeyeceğimi düşünüyorlardı. beni yalnız bıraktıkları için fazla üzgün görünmüyorlardı; öldükleri için yaşayanlara acımıyorlardı. belki ben sizin kadar yaşamam, dedim onlara. benim ne olacağımı bilebilir misiniz? ben de size acımıyorum işte, dedim. başka tanıdıklara da uğradım. onların ayağına gittim. (insanlar bundan hoşlanırlardı.) nazmi evlenmişti. şehrin uzak bir yerinde, karanlık bir mahallede oturuyordu. ‘yakında elektrik verecekler buraya’ diye ümitliydi. oturduğu daireyi satın almıştı. iki çocuğu olmuştu. küçük çoçuğunu kucağına alarak, bana uzattı. çocuk, ‘be- a,’ gibi anlamsız sesler çıkardı elini bana uzatarak. bir zamanlar kimseyi beğenmeyen nazmi, bu seslere hayrandı. anlattığına göre behçet’in oğlu daha iki sesi bir araya getiremiyordu. bu çocuk muhakkak büyük adam olacaktı. radyo çalarken de başını o tarafa doğru uzatıyordu. demek müziğe de kabiliyeti vardı. sonra, saman gibi sarı bir kadın mutfaktan çıktı; sıcak sudan kızarmış elini bana uzattı ‘oğlumu nasıl buldunuz?’ diye sordu. ben çocukları sevmiyordum; onları çok aptal buluyordum. allah’tan ben hiç çocuk olmamıştım. bir yıl sonra nazmi’nin oğlu üç heceyi bir arada çıkaracaktı; bu, ömür törpüleyici bir işti. insan da çocukla birlikte aptallaşıyordu zam ikçe. işte nazmi de başını çocuğun karnına dayıyor ve ‘ulu-dulu’ gibi sesler çıkarıyordu; çocuk gibi anlamsızlaşıyordu. başını kaldırarak, ‘karım bize güzel yemekler yapar şimdi,’ dedi. bir başka anlamsız yaratık olan karısı da çok kötü yemekler yaptı. yağsız ve çorba gibi sulu olan bu tatsız tuzsuz şeyleri yemek boyunca övdü durdu nazmi. ev yemeğinin iyiliklerini sayıp döktü. oysa, lokantalarda daha iyi yemek yapıyorlardı. sonunda ben de onlar gibi aptallaştım, lüks lambasının ışığında yediğimiz yemeklerin iyi olduğundan, insanın kendi evinde oturmasının yararlarından söz ettim.nazmi de bana, ‘alay mı ediyorsun?’ demedi. ben de ona, ‘nedir senin bu durumun?’ demedim. birbirimize bir şey demedik. ben ona, kendimi soracaktım; yemekler, be-ba’lar, sarışın kadınlar arasında ne diyeceğimi unuttum. yemekten sonra, lamba ışığında kitaplarımızı okumağa çalışırken ona, eski günlerden, çatışmalarımızdan filan bahsettim; bütün suçun bende mi olduğunu sordum. soruyu anlamadı: benim ona yaptıklarım ı hatırlamıyordu. en kötüsü bana yaptıklarını da unutmuştu. ben anlattıkça, artık önden üç tanesi altın olan dişlerini göstererek gülüyor, ‘söylemişimdir herhalde,’ ya da ‘bak sen şu işe,’ diyordu. bizi anlamadan dinleyen karısına da ‘bak neler söylemişim bir zamanlar, insanların kalplerinde ne fırtınalar yaratmışım,’ der gibi baktı. bu sırada çocuk, yerden bitti birdenbire. babasına bir kalem uzattı. ‘yemekten sonra bilmece çözerim de,’ dedi nazmi, ‘akıllı oğlum, bana bunu hatırlatıyor.’ “biz böyle olmamalıyız. sevgi; böyle olmak istesek de böyle olmamalıyız. biliyorsun, albayımla çalışmağa başladıktan sonra, kötü oyun yazmak ve oynamak yasak, dedik. ülkemize ve insanlarımıza karşı bir görevimiz var. nazmi gibi, çocuk akıllı olsun diye, mutfak raflarına üstün mamalar dizemeyiz. ne tedbir alınırsa alınsın, çocuklar aptal olur. sen de karnındaki böyle bir çıkıntıyı bol elbiselerin altında saklayamazsın. biz albayımla her şeyi kararlaştırdık, nasıl yaşayacağımızı tespit ettik. bundan sonra hata yapmayacağız. çılgın bir kalabalığın ortasında nereye döneceğimizi bilmeden koşup durmayacağız. kime ne söylediğimizi çok iyi bileceğiz. kendimizi tanıyacağız. sonra ayrıldım nazmi’den. benimle otobüs durağına kadar yürüdü, elindeki fenerle bana yol gösterdi. tam zamanında çıkmıştık evden: son otobüs ışıklarını yakmış, beni bekliyordu. nazmi her şeyi ayarlamıştı; oğlu gibi o da akıllıydı. ben otobüse binerken sarıldı bana, öpüştük. (bu adama bir zamanlar kızardım.) otobüs köşeyi dönünceye kadar bana el fenerini salladı. (belki biraz daha salladı sonra.) otobüse binerken, ‘yalnız oturuyorum, istersen bir gün uğra bana,” dedim nazmi’ye. biletçi’nin surat asmasına rağmen, adresi yazdırıncaya kadar otobüsü beklettim. bir gün de dumrul’a gittim. karışık bir sokakta, çok yüksek bir apartmanın çatı katında oturuyordu. burası daha önce bir çamaşırhaneymiş. kapıcı dumrul’un en üst katta oturduğunu söyledikten sonra ben merdivenleri çıkarken ters ters bakmıştı bana. kapıcılar, sevmedikleri kiracıların ziyaretçilerine böyle bakarlar. (dünyada çok sevgisizlik vardı.) dumrul beni karşısında görünce çok şaşırdı. çoktandır kimse beni görünce böyle şaşırmamıştı. çıplak bir masanın üzerine gazete kağıdı sermiş, sucukla şarap içiyordu. önce konuşamadı, dili dolaştı. birkaç şişe devirdiği anlaşılıyordu. odada perde yoktu. (çok yüksekte oturduğu için onu kimse görmüyormuş.) ayakta sallanıyordu. iki sokak köpeği gibi bakıştık. birbirimizi kokladık . ‘allah allah şuna bak’ dedi. başka bir söz edemedi. bana dokundu, her tarafımı yokladı. beni eksenim etrafında çevirdi her doğrultudan baktı bana. ‘otur birader,’ dedi. bir çay fincanı da banagetirdi, fincana şarap doldurdu. ‘ben çok içemiyorum artık, dumrul,’ d allah allah olur mu?’ diye güldü. ‘içince kötü rüyalar görüyorum dumrul,’ dedim ona. beni dinlemedi, ‘haydi bakalım içelim,’ dedi. neden geldin? nereden çıktın? diye sormadı.beni görünce, kimsenin şaşırmadığı kadar şaşırdığı halde, böyle sorular sormadı. odanın çıplaklığı için özür dilerdi, ‘insana lazım olan bir yatak,’ dedi ‘bir de kitaplar.’ ukalalık için böyle söylemedi. bütün eşya bundan ibaretti. ‘bir de daktilo tabii,’ ‘fakat çabuk yazamıyorum daha.’ ‘ben karımdan ayrıldım, dumurl,’ dedim. ‘yaa,’ dedi, ‘çok şaşırdım.’ dedi. ‘hiç tahmin etmiyordum.’ oysa, biliyorsun sevgi, seninle ilk kavga ettiğimiz sabah bizimle birlikteydi. ‘eeee ne var ne yok?’ dedi ve güldü. çok içki içmiş olduğu için gülüyordu. elindeki çay fincanını, çay fincanıma vurarak, ‘haydi bakalım,’ dedi. ‘içki bize de dokunmuyor mu sanıyorsun?’ bana hemen nerede oturduğumu sordu, adresimi aldı. birdenbire gelişime ve senden ayrılışıma, durmadan şaştı. başkalarına da gittim sevgi. hemen hepsiyle bir takım küçük olay lar yaşamıştım, bana bir zamanlar dokunan küçük olaylar. bunun dışında onlara kendimden pek bir şey vermemiştim; bu yüzden onlardan da pek bir şey alamadım. çoğunu güldürmüştüm bir zamanlar; bu yüzden, beni gülerek karşıladılar. oysa ben insanları ağlatmak istiyordum. hiç olmazsa ben ağlayabilseydim. babamla annemin sağ olduğu sırada bize çamaşıra gelen bir fatma hanım vardı, radyoda okunan mevluda ağlardı. sonra annem de katılırdı bu ağlamaya. ben onları paylardım. ‘sen anlamazsın,’ derlerdi. gerçekten anlamıyordum. nasıl ağlıyorlardı, hiç bir şey anlamadıkları halde? şimdi ben de, söylediklerimi anlamasalar bile bana ağlamalarını istiyorum. belki de sözlerimin tam anlaşılamamasını, gene de benim için ağlanmasını istiyorum. insanları ağlatmanın bu kadar güç olduğunu bilmezdim. aslında, kendimi de ağlatamıyordum. kendimi heyecanlandırma yeteneğinden yoksun kalmıştım. bir bakıma iyiydi bu: otuz yedi ilkemize uygundu. fakat ben de kupkuru olmuştum işte. sonunda büsbütün kuruyup yok olacaktım. işte sevgi, bu acıklı sona varmadan önce buraya gelerek, seni eskisi gibi sevdiğimi söylemeğe karar verdim. bunu kafamda çok kurdum, içimde çok yaşadım; kaç kere kapıya kadar geldim. uzun provalar yaptım. albayımla da bu meseleyi üstü kapalı konuştum. sonunda seni eskisi gibi sevdiğimi söylemeğe karar verdim. söze başlamak için, bundan iyi bir giriş bulamadım: seni eskisi gibi seviyorum sevgi. belki uzun bir süre susmalıydım önce. sonra gözlerine bakmalıydım. ya da boşluğa bakarak boğuk bir sesle konuşmalıydım. hepsini düşündüm, hepsini oynadım. sonunda, seni eskisi gibi sevdiğimi söylemeğe karar verdim. bundan daha iyisini bulamadım bulamadım. arkadaşlarım da bana yardımcı olmadı. onlara da sormak isterdim ne yapmak gerektiğini. oysa bir zamanlar benimle bu konuda çok uğraşmışlardı: yolda gördüğüm kadınlara, bir toplantıda tanıştırıldığım kadınlara, bir barda masama gelen kadınlara neler söylemem gerektiğini bana uzun uzun talim ettirmişlerdi. buraya gelmeden önce, aynanın karşısında kendimi çok seyrettim, fakat uygun bir davranış bulamadım. daha önce de seyretmiştim aynada kendimi: arkadaşlarımın öğrettikleri sözleri denemiştim. fakat kadınlar, acemi bir oyuncu olduğumu hemen anladılar: lütfen yerinize oturun, dediler. söz birliği etmiş gibi hep bir ağızdan, ‘lütfen yerinize oturun,’ dediler. ben de lütfen y erime oturdum. çünkü, ben söz dinleyen bir erkektim. herkesin sözünü dinledim. kendini kötülersen sana acırlar bütün kadınlar, denildi bana. ben de kendimi acındırmak için gittim kadınların yanına: lütfen yerinize oturun, dediler. lütfen yerinize oturun. sonunda kendime, ben acıdım. şimdi yerimden kalkmak, sana yaklaşmak istiyorum. lütfen yerine otur, diyecek misin bana?” başı ağırlaşmıştı. “başımı taşıyamıyorum,” diye söylendi. başını kaldırdı: sevgi yoktu. “hayır,” dedi kendi kendine. “gitmiş olamaz. herkes gidebilir, sevgi gidemez. bunu çok iyi biliyorum. bunun provasını çok yaptım. burası onun evi. hesapta bu yoktu.” çevresini inceledi. sevgi yoktu. sevgi’nin evinde değildi. bütün vücudunu bir ter kapladı. “demek eve dönmüşüm,” diye mırıldandı. “bu sefer de ben allahaısmarladık demişim. elimi uzatmışım. yatağıma uzandığıma göre demek böyle yapmışım. sözü bir yerde bitirmesini becerememişim.” yatakta yan döndü, yorganı üstüne çekti, “uykum var,” dedi. “uyumalıyım.” 


• -gerçek nedir hikmet amca? -gerçek, iki nokta üst üste koydun mu? -koydum hikmet amca.büyük harfle başlanıyor değil mi? -hepsini büyük harfle yazsaydın. gerçeğin de soluna çiçek yapma sakın. ... -yaz bakalım: gerçek, başkalarının bize uygulamaya çalıştığı tatsız bir ölçüdür. -birimi var mı hikmet amca? -birimi insandır. 


• sevgili bilge, bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de. insanları, eski karıma yapmış olduğum gibi, büyük bir boşluk içinde bırakmasaydım. kendimden de kaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine düşmeseydim. bu mektubu çok karışık hisler içinde yazıyorum gibi basmakalıp sözlere başvurmak zorunda kalmasaydım. ne olurdu, bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım. sana diyebilseydim ki, durum çok ciddi bilge, aklını başına topla. ben iyi değilim bilge, seni son gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim. gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. hiç olmazsa arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimdi de geri dönmek istiyorum, ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim. kendime, söyleyecek söz bırakmadım. kuvvetimi büyütmüşüm gözümde. aslında bakılırsa, bu sözleri kullanmayı ya da böyle bir mektup yazmayı bile, ne sen ne aşk ne de hiçbir şey olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. sen, aşk ve her şeyin olduğu günlerde böyle kararlar alınamazdı. yaşamış birinin ölü yargılarıydı bu kararlar. şimdi her satırı, “bu satırı da neden yazdım?” diyerek öfkeyle bir öncekine ekliyorum. aziz varlığımı son dakikasına kadar aynı görüşle ayakta tutmak gibi bir görevim olduğunu hissediyorum. çünkü başka türlü bir davranışım, benimle küçük de olsa bir ilişki kurmuş, benimle az da olsa ilgilenmiş insanlarca yadırganacaktır. oysa, sevgili bilge, aziz varlığımı artık ara sıra kaybettiğim oluyor. fakat yaralı aklım, henüz gidecek bir ülke bulamadığı için bana dönüyor şimdilik. biliyorum ki, bu akıl beni bütünüyle terk edinceye kadar gidip gelen aziz varlık masalına kimse inanmayacaktır. bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil, ölümleriyle ortaya koymak durumundadır. bu bir çeşit alın yazısıdır. bu alın yazısı da başkaları tarafından okunamazsa hem ölünür ve hem de dünya bu ölümün anlamını bilmez; bu da bir alın yazısıdır ve en acıklı olanıdır. bir alın yazısı da ölümün anlamını bilerek, ona bu anlamı vermesini beceremeden ölmektir ki, bazı müelliflere göre bu durum daha acıklıdır. ben ölmek istemiyorum. yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum. bu nedenle, sevgili bilge, mutlak bir yalnızlığa mahkum edildim. (insanların kendilerini korumak için sonsuz düzenleri var. durup dururken insanlara saldırdım ve onların korunma içgüdülerini geliştirdim.) hiç kimseyi görmüyorum. albay da artık benden çekiniyor. ona bağırıyorum. (bütün bunları yazarken hissediyorum ki, bu satırları okuyunca bana biraz acıyacaksın. fakat bunlar yazı, sevgili bilge; kötülüğüm, kelimelerin arasında kayboluyor.) 


• geçen sabah erkenden albayıma gittim. bugün sabahtan akşama kadar radyo dinleyeceğiz, dedim. bir süre sonra sıkıldı. (insandır elbette sıkılacak. benim gibi bir canavar değil ki.) bunun üzerine onu zayıf bulduğumu, benimle birlikte bulunmaya hakkı olmadığını yüzüne bağırdım. (ben yalnız kalmalıyım. başka çarem yok.) 


• bana çay pişir. bırakalım her şey kendi kendine düzene girsin. yavaş yavaş soyunalım. bir şey kaybetmek korkusuyla yaşamayalım. ne olacak endişesine kapılmayalım. bırakalım zaman her şeyi halletsin. bu söz bize korkunç gelmesin. aynı ırmağa bir kere daha girelim. acele etme, çay kendi kendine demlenir... günlük yaşantıların küçük koşuşmaları içinde bunalmayalım, nefes nefese kalmayalım. insan kendini kaybediyor sonra. 


• çok güzel kızlar varmış ve kant'ı da su gibi okuyorlarmış diye söylentiler çıkarıyorlar, doğru mu acaba? onları ne yazık ki karşıdan karşıya geçerken ve vapurda bacak bacak üstüne atarken ve piyasa caddelerinde gözlerini ilerde bir noktaya dikmiş yürürken göremiyoruz, nerede saklanıyorlar dersin, bak ben ortadayım, onlarda kim bilir ne isterler? kant'ın kendisini isterler, hem de güzel bir kant isterler, kirli çamaşırlarını bile kimselere koklatmazlarmış öyle mi? beni şimdiye kadar otuz yedinci sayfaya kadar okudular, sıkılıp ellerinden bıraktılar, o sayfam açık öylece kaldım, o sayfada sarardım, bizim bir arkadaş vardı, kadınlara kendini acındıracaksın diye öğüt veriyordu bana, çok üzülüyorum – ne yapacağımı bilmiyorum – yalnız kaldığım için intihar etmeyi düşünüyorum diye dert yandı mı bütün kadınlar ağına düşüyormuş, sonra bir yanlışlık oldu: bu arkadaş -başımız sağ olsun- intihar etti, benim de korktuğum anlar oluyor, insan bu güven olmaz, pencere bu kadar yakınken ve iki adım daha atınca denize düşmek ihtimali varken, korkmayın canım şey, sizi elde etmek için yalan söyledim, ben ölür müyüm? ha- ha, vicdan azabı rolünde yaşamak niyetindeyim, kendimden bahsettiğime bakmayın, asıl mesele sizsiniz, ben yaşlanıyorum, siz hep genç kalıyorsunuz, yıllardır vapura binerim, yıllardır geniş caddelerde karşıdan karşıya geçerim, yıllardır yollarda yürürüm, gördüğüm kadarıyla siz hep gençsiniz, hep güzelsiniz, yirmi yaşında kalıyorsunuz her zaman, bir bayrak yarışında olduğu gibi gençliği birbirinize devrederek ilerliyorsunuz, ben benzetme için özür dilerim, sizi yerinizden oynatacak kadar heyecanlı bir benzetme yapmayı ne kadar isterdim, bizi iyi yetiştirmediler, hep ukalalık öğrettiler, öğretenleri bir elime geçirebilsem, sizin yanınızdaki delikanlılar da yaşlanmıyor, ne garip ne karışık bir düzen bu, bazen yanınızda yaşlıları da görüyorum, sakın paraya kıymet vermeyin olur mu? sizi onlarla gördükçe daha çok üzülüyorum, beni kırmayın olmaz mı? 


• daha erken. fakat yoruldum albayım. artık hiçbir şey yapmak istemiyorum. gerçekten hiçbir şey yapmak istemiyorum. hiçbir şey yapmak istemiyorum. korkuyorum. hiçbir şey yapmak istemediğim için kötü bir şey yapmak istemiyorum. yavaşça yukarı çıkmalıyım. albaya belli etmemeliyim. korkuyorum albayım. beni tutacak mısınız acaba? hayır, albayıma belli etmemeliyim. acaba ağlar mı? yazık, ben göremeyeceğim. bu oyunu kendi başınıza oynayacaksınız albayım. isterseniz ben daha önce yazarım size bütün aytıntılarıyla. hikmet'in yükselişi ve düşüşünün son kısmı olur bu. yorgun da olsam yazarım. bir dakika dursam. düşünsem. düşünemiyorum. düşünemediğimi belli etmemeliyim. sonra şüphelenirler. beni götürürler. nereye? biliyorsun. hayır. bilmiyorum işte. dinlemiyorsun. işte, oturmuş kitap okuyor albay. ne var ne yok albayım? oyun sanmalı. kimseye belli etme, olur mu? ben gidiyorum albayım. albayım işte geldim. sesini çıkarma. hayır, belli etmem. son bir hak tanıyamazlar mıydı bana? bırak şimdi bunları. albayım korkuyorum. aşağıda olanları duydu mu acaba? bilge boş bir eve dönmedi ki. ben döndüm. bilge, bilge, neden beni yalnız bıraktın? ağlarsan, her şey anlaşılır şimdi. albayım, kusura bakmayın, balkona kadar yürümek zorundayım. benim durumum bilge'ninkinden farklı. bu parmaklıklar da çok zayıf, albayım. neden sözlerime karşılık vermiyor? albayım beni tutmayacak mısınız? parmaklığa dayandım albayım. belki de bu parmaklıklar zayıftır, ne dersiniz? insanın ağırlığına dayanmaz sonra. bana bakmıyor. sesimi duymuyor. artık çok geç, geriye bakamam. bütün hazırlık bozulur. neden geriye dönemiyorum? aşağı da bakamıyorum. gözlerini kapa. buraya takıldım kaldım. beni duymuyor musunuz? bir şey yapamaz mısınız? düşünüyorum. 


• yatağına uzandı, ülkesini ve çocukları düşündü. bu ülkede çocuklara yer yok. başka ülkelerde varmış, her tarafı yeşil ülkelerde. biz, büyük bir sabırsızlıkla çocukların büyümelerini bekliyoruz. onların kafalarına vuruyoruz, adam olmaları için. seniyezitseni olarak görüyoruz onları. kafalarını tıraş ediyoruz çabuk büyüsünler diye. "benim içimdeki çocuk büyümedi. ( yirmiüçnisanda onu da bir saatlik başbakan yapsalardı belki büyürdü. hayır, büyümezdi!) yıllardır taşıyorum içimdeki çocuğu; yaşamadığı için büyümedi hiç, amcası. öğretmenim! efendim? ben evlendim 


• olmadı, kısmet değilmiş albayım. mutfak temizliğiyle olmuyormuş. uyanınca boynuma sarılmıştı uykulu kollarıyla. ben de bütün iş bundan ibaret diye sevinmiştim, tabakların suları bile akmadan onları kurulamıştım, beni azarlamıştı, çünkü kurulama bezleri hemen ıslanmıştı, ondan azarlamıştı, beni bu kadar seven ve ikide bir kollarını boynuma saran kadın neden böyle önemsiz bir mesele için beni azarlamıştı? iyi niyetlerle iyi eserler verilemeyeceğini neden hatırlatmıştı? neden neden neden albayım? 


fakat, allah kahretsin, insan anlatmak istiyor albayım; böyle budalaca bir özleme kapılıyor. bir yandan da hiç konuşmak istemiyor. tıpkı oyunlardaki gibi çelişik duyguların altında eziliyor. fakat benim de sevmeğe hakkım yok mu albayım? yok. peki albayım. ben de susarım o zaman. gecekondumda oturur, anlaşılmayı beklerim. fakat albayım, adresimi bilmeden beni nasıl bulup anlayacaklar? sorarım size: nasıl? kim bilecek benim insanlardan kaçtığımı? ben ölmek istiyorum sayın albayım, ölmek. bir yandan da göz ucuyla ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum. tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan; bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor. küçük oyunlar istemiyorum albayım 


• sevgili bilge, sen yanımda olmadığın zaman seni düşünmek gerçekdışı bir olgu. (nasıl oluyor iyi mi?) ben gecekondudaki varlıklarla (soyut bir kavram olsun diye ‘varlıklar’ dedim) birlikte yaşamak istiyorum. ben, birlikte yaşadığım varlıkları, ayrıca birer ‘kavram’ olarak düşünmek istemiyorum. gönlümün rüzgarına kapılıp gidiyorum. bunun dışında, bulanık hayaller var kafamda. bu hayalleri bazen hüsamettin albay ya da nurhayat hanımla karıştırdığım oluyor; fakat, istediğim gibi düşünüyorum bu insanları. sen olduğun gibi yaşamak istiyorsun kafamda: bir varlıkkavram olarak çıkıyorsun karşıma. yaşanırken düşünülmesi ve düşünürken yaşanması gereken bir mesele olmak istiyorsun. bilge’yi, senin gibi hissetmemi istiyorsun. nasıl olur? yani albayı da, kendimi onun yerine koyarak mı düşüneceğim? işte bu nedenle, kurmak istediğim dünya, senin yüzünden yıkılıyor; bütün oyunlar anlamını kaybediyor. (…) belki sana bu satırları yazmamalıydım. belki de dönel bir yüzeyin, ekseni etrafındaki hareketi sırasında çeşitli ışık kaynaklarından beslenmesi olayında görüldüğü gibi, benim bir an süren ışıltımın yansımalarını artık ilginç bulmuyorsun; görüntümün gerçekliğine inanmıyorsun. fakat seni seviyorum. (bu sözü bir yere sıkıştırmaya mecburdum.) düşünmek ve yansımak anlamlarını birlikte ifade eden ‘reflection’ kelimesini kullanmak isterdim burada. fakat aslında, seni görmediğim zamanlarda yansımalarımın gerçekliğine ben de inanmıyorum. belki benden artık nefret ediyorsun; belki de unuttun beni. düşünce ve eylemlerin her an sonsuz değişik görünümlere bürünebileceğini bilen bir insan olarak, senden kararlı bir düşünceye benzeyen yansımaları nasıl bekleyebilirim? 


• ben de yavaşlıktan yanayım hikmet. ben de yorulmamaktan yanayım. senden yanayım. benim sözlerimi kullanıyorsun sevgi ne iyi. ben de bundan sonra dikkat ederim sevgi: senin nasıl konuştuğunu kulaklarımla izlerim ve senin seslerini çıkarırım. birinci seferde aceleye geldi biliyorsun. bunu unutalım hikmet. evet unutalım. yalnız her şeyi unutmayalım. yağmurun dinmesini beklediğimizi unutmayalım. hayatın bir oyun olduğunu unutmayalım. en büyük hazinemizin aklımız olduğunu unutmayalım. aklımızı korursak bütün oyunları istediğimiz gibi oynayabileceğimizi unutmayalım. dalgınlıkla yanlış kelimeler kullanmayalım; birbirimizi bu hususta her zaman uyaralım. dikkat et, hatırlıyorsun ya, diyelim; aman elini unutma, elinden bir kaza çıkmasın. bir de ne olur, kelimelere dikkat et, yalvarırım kelimeleri unutma!

• kelimelere gerekli özeni göstermiyoruz, öylesine söyleyip geçiyoruz işte. halbuki hayatın derin anlamı kelimelerde gizli albayım. hepimiz aşktan bahsedip dururuz öyle. ama acaba kaçımız bilir gerçekten ne anlama geldiğini? bilemezsin albayım, bilemezsin. bizim kaderimiz bu, anlamını bilmediğimiz kelimeleri yaşamak. işte aşk mesela.. sarmaşıkla aynı kökten geliyor, biliyor muydun? suriyedeyken, yaşlı bir arap amca anlatmıştı. sarmaşıkda aynı aşk gibi. yavaş yavaş içine doğru gidiyor, yavaş yavaş dolanıyor, yavaş yavaş özünü ele geçiriyor, sonunda sen yok oluyorsun, geri sadece aşk kalıyor. ya albayım, dünya mesela. aşağılık yer demek. aşağı. ya da aşağılıkların yaşadığı yer demek. dünya çirkin, biz güzeliz albayım. bu aşağılık yerde aşk gibi şeylerde var ama biz anlamını bilmiyoruz ki. gel seninle kelimelere yeni anlamlar katalım, bulduğumuz anlamlara yeni kelimeler uyduralım. kelimeleri toprak diyip basıp geçmeyelim. düşünelim altında yatan binlerce kefensiz manayı. ayrılık, mesela. ayrılığa bir anlam katmak istersen, gitmek yeter. ama gitmek, ayrılık demek değildir. yani gitmek, sadece gitmektir. ayrılık, ölümle eş anlamlı. öpüyorum albayım.. bittik.. (yalnızca dizide geçiyor olabilir bu ifadeler)

• ... birden ürperdi, şalına sarıldı. insan, annesinin öldüğü gece de üşüyordu. artık birlikte üşüyemeyeceklerdi. annesinin oturduğu koltukta sanki kocaman bir delik vardı artık. sanki bir duvar yıkılmıştı: gerisinde bu büyük ve karanlık ve ürkütücü boşluğun bulunduğu bir duvar. bu duvar korumuştu onu yıllarca karanlıktan. artık bir şey görmek mümkün değildi. artık onu hiç kimse anlamayacaktı. artık onunla rahatça alay edeceklerdi. artık ona daha kolayca saldırabileceklerdi. artık onu ezip geçebileceklerdi. artık onun başına gelen haksızlıklara sessizce karşı çıkan tek varlık yok olup gittiği için (bunu düşünmek ne kadar günah da olsa evet yok olup gittiği için) onu dinleyemeyeceklerdi. kelimeleri bulmakta zorluk çektiği zaman, içlerinden istihzayla gülümseyeceklerdi. hem küçümseyeceklerdi, hem acıyacaklardı artık. zavallı kız, diyeceklerdi; bir yandan da onun yanından kaçmak, onunla birlikte olmamak için can atacaklardı. hayır, önce acıyacaklardı ve bu acımaları yüzünden onun daha küçülmesini, daha zavallılaşmasını bekleyeceklerdi. çünkü, şiddeti artırmayan bir zavallılıktan çabuk usanılırdı; böyle bir insanın sağladığı heyecan, kısa bir süre sonra sönerdi. insan, kendisine acındıkça alçalmalıydı. üstelik sevgi’nin, bir de başını dik tutmaya çalıştığını görünce, omuzlarını silkerek uzaklaşacaklardı. öksüz kalmak, işte bu demekti. "bazı haksızlıklar oldu." (sürekli üşüyen sevgi)


• kelimenin bütün anlamıyla yalnızlık biraz garipti. bununla birlikte sevgi'yle hikmet, yalnızlıklarını yaşamağa çalıştılar. bir torbanın içine, bakkaldan manavdan aldıkları yiyecekleri doldurdular; kırlara, ağaçlıklara, deniz kıyılarına gittiler. yazın, herkes gibi açık renk elbiseler giydiler; hikmet'e beyaz bir pantolon bile alındı. araçlara bindiler, araçlardan indiler. yorgun argın, bulabildikleri boş bir ağacın altına oturdular -iyi ve gölgeli ağaçlar, erken gelenler tarafından kapılmıştı- katı yumurtalarını kırdılar, tuzu unuttukları için yumurtaları tuzsuz yediler, yiyeceklerin hepsini bitiremediler, dönerken bir de onları geri taşıdılar. bitkin bir durumda kendilerini koltuğa, divana attılar. deniz kıyılarında, güneşten rahatsız oldukları için, gölgeli taşların üstüne oturdular; gözlerini kırpıştırarak, denize giren ve top oynayan ve kumları sıçratan ve koşuşan kalabalığı seyrettiler. yorgunlukları büyüdü. 


• ülkemiz. ülkemiz, bazı yanlarından denizlerle, bazı yanlarından da başka ülkelerle çevrili; genellikle dört köşe, özellikle çok köşe bir kara parçasıdır. denizlerin olmadığı yerlerde ülkemiz, noktalı çizgilerle sınırlanmıştır.» «hani, haritalardaki gibi, değil mi?» «sözümü kesme. evet, haritalardaki gibi. ülkemiz, bir haritaya benzer.» «kesikli, yani noktalı çizgiler neye benzer, hikmet amca?» «sözümü kesme dedim. noktalı çizgiler bir şeye benzemez. noktalı çizgiler, sınır olarak, sınırlarımızda bulunur. bütün sınırlar boyunca uzun binalar, çizgileri; noktalar da, bunların arasına yerlestirilmis bulunan gözetleme kulelerini gösterir. bunlar, üstten bakılınca, haritalara benzer.uzun binaların ve kulelerin damları kırmızı olduğu için, sınırlar, haritalarda kırmızı çizgilerle gösterilir. biz, bu sınırların içinde kalırız. bundan baska, ülkemizin dört bir yanı, köylülerle çevrilidir. köylülerle çevrili ülkemizde birçok ürün yetişir. çeşitli iklimlerin kaynaştığı ülkemizin akdeniz bölgesinde maki denilen kısa boylu, tıknazca fundalıklar yetişir. sulak bölgelerde ormanlar yetişir, pirinç yetişir. ayrıca, bir de güneşi olan bölgelerde meyva yetişir. ülkemizde, eski çağlardan beri birçok medeniyet yetişmiştir; ülkemiz, birbirine benzemeyen birçok medeniyetin beşiği olmustur. bu beşikte birçok medeniyet sallanmıstır, birçok medeniyeti uyutmusuzdur. en son kurulan medeniyet ekmek medeniyetidir. bu medeniyetin sürekli oluşunu sağlamak için, ülkemizin birçok yerinde, buğday yetişir. fakat, ülkemizde en çok yetişen, köylüdür. köylü, bütün iklimlerde yetişir. köylünün yetişmesi için, çok emek vermeğe ihtiyaç yoktur. köylü bozkırda yetişir, yaylada yetişir, ormanda yetişir, dağda yetişir, kurak iklimde yetişir, ovada yetişir, sulak iklimde yetişir. çabuk büyür, erken meyva verir. kendi kendine yetişir, kendi kendine meyva verir. biz köylüleri çok severiz. şehre gelirlerse onlardan kapıcı ve amele yaparız. satırbaşı. ülkemizde dağ vardır, ova vardır, akarsu vardır, tepe vardır, içi taranmıs çokgenlerle gösterilen şehirler vardır, girintili çıkıntılı kıyılar vardır, çakıl parçalarına ve kuşlara benzeyen göller vardır, ağzını açmış sivri burunlu ve kuyruklu bir kurbağaya benzeyen bir iç denizimiz vardır, yeşil düzlükler ve kahverengi yükseltiler vardır. bu görünüsüyle ülkemiz, ilk bakısta, başka ülkelere benzer. bu bakış, kuş bakışıdır. ilkbaharda ülkemiz yeşillenir; sonbaharda, eski bir harita gibi sararır, solar. satırbaşı. ülkemizde tarım ürünleri yetişir. kuru üzüm ve incir yetişir. önce ıslak yemişler yetişir. onları, güneş olan yerlerde kurutarak kuru yemiş yetiştiririz. ingiltere ye göndeririz, onlar da bize gerçek gönderirler. gerçek tohumları gönderirler. biz, o gerçeklerden, kendimize göre gerçekler yetiştirmeğe çalışırız. son yıllarda, kuru üzüm ve incirin yanısıra, köylü de göndermeğe başlamışızdır. bu köylüleri, önce şehirlerde biraz yetiştiririz; tam olgunlaşmadan (yolda bozulmasınlar diye)başka ülkelere göndeririz. onlar da bize döviz gönderirler. halk müziği göndeririz; şoför plağı gönderirler, aranjman gönderirler. azgelişmişülke göndeririz; yardım gönderirler. zelzele, toprak kayması, sel felaketi haberleri göndeririz; çadır ve heyet gönderirler. asker göndeririz; teşekkür gönderirler. binzorluklayetiştirdiğimizdeğerler göndeririz; dışülkelerdeçalışanyabancılaristatistiği gönderirler. gerçekinsanlarımızı göndeririz; bizeordanmektup gönderirler. 


• sokağa nasıl çıkılacağını bilmem mesela. bende hayat bilgisi zayıf albayım. bilge bunları bilir, bu bakımdan akıllıdır, birlikte olabilseydik insanlık çok yararlanacaktı bundan. yazık oldu. şimdi yanımda olsaydı böyle üşümezdim albayım; beni bir arabaya bindirirdi hemen. ben bunlara çabuk karar veremem albayım. kararsızlığımla yanımdakilerin canını sıkarım. hava da çok soğudu albayım, eve dönmek istiyorum. biliyor musunuz, bilge beni evde bekliyormuş gibi geliyor bana. yoksa eve dönmek istemiyorum. beni bekleyen yalnızlığı ve karanlığı istemiyorum. bilgeden akıllı olduğum halde neden bu duruma düştüm acaba? neden herkes benden kaçıyor albayım? yaşamasını bilmiyorum da ondan mı? bir dakika albayım karşıdan birileri geçiyor. kadını bilgeye benzettim; peki erkek kim? değilmiş. 


• başkaları gibi yaşamasını bilmeyenler, başkalarını taklit etmeliydi. onlar da ellerinden geleni yapıyorlardı: deniz kıyısında bir kahveye oturuyorlar, ah ne kadar güzel! diyorlardı. deniz havası bize iyi geldi, diyorlardı. önlerinden takalar geçiyordu: ne sıcak renklere boyanmış tekneler! diyorlardı; o renkleri rengi hangi ressam yan yana getirmeye cesaret edebilir? ( bunları nursel hanımdan öğrenmişlerdi.) sağlam deniz havasını içlerine çekiyorlardı; insanın temiz havaya ihtiyacı var, diyorlardı. ( bunu da bilge'den öğrenmişlerdi.)" 


• ikimiz de bu dünyanın insanı değildik. iyi kötü bir şeyler yapmağa çalıştık. ben suçluyum: sevgi'den farklı olduğumu gizledim. gene de bizi yargılayanlara karşıyım. ne yazık, sonunda haklı çıktılar. onlara göstermeliydim. fakat anlatması çok zor: benim becerebileceğim bir iş değil. neler söyleyeceklerini duyar gibi oluyorum; duymak istemiyorum. bir fırsat daha kaçırdık. sevgi, kendisini ve olanları hiç anlayamayacak. ben bir şeyler yapabilseydim. başım ağrıyor, yorgunum. boşu boşu denecek, boşu boşuna. işte buna dayanamıyorum. 


bir insanın, iyi kötü, ortaya bir eser koyması ne kadar zor, ne kadar takdire şayan bir gayrettir bilemezsin." "ben ne koyuyorum ortaya albayım?" diye çekinerek sordu hikmet. "kendini koyuyorsun evladım; daha ne koyacaksın. 


• oturdular. sigara falan."hep böyle yaşamayı düşünmüyorsun heralde" hikmet kahveye uzandı. (acele etme) kahveyi almadan geri çekildi: düşünüyorum yani nasıl yaşamak gerektiğini düşünüyorum, demek istedim. şimdi oldukça vaktim var düşünmek için. bir de geçmişim olmasaydı, çok rahat edecektim. bazıları da sadece geçmişimi düşünmek için gecekonduya çekildiğimi söylüyorlar." "kimler?" hikmet güldü: "içimdeki bazıları”. 


• “…üç yanı denizlerle çevrili olan ülkemizin…” “iki buçuk yanıdır, oğlum salim.” salim iki numara traşlı kocaman başını kaldırdı: “o ne demek oluyor hikmet amca?” “güney sınırlarının yarısı karadır da ondan.” “yapma hikmet amca öğretmen kızar böyle şeylere.” “kızmaz oğlum gerçeklere kızılmaz.” 


• işte ondan sonra kardeşim hidayet, insanlığa öfkem başlıyordu; belki de öfkelerimi bu oyunlar sırasında duymuştum. çünkü, bütün gücüme rağmen oyuna geliyordum. kendime kızıyordum: çünkü oyuna geliyordum, anlıyor musun oğlum hidayet? oyuna geliyordum. oyuna gelmemeliydim bana oyun oynanmamalıydı. bütün gücümle uyanık kalmalıydım; başkalarının rüyalarını görmemeliydim. ve kardeşim hidayet, öfkelenince de onların bütün kusurlarını, küçüklüklerini daha önce hoşgörüyle karşıladığım kendini beğenmişliklerini daha şiddetle görüyordum ve unutmuyordum. onları kıskanıyordum onları beğenmiyordum. oynadıkları oyunu hiç anlamıyorlardı. yaşamak istiyorlardı en çok buna kızıyordum. 


• başka tanıdıklara da uğradım. onların ayağına gittim. (insanlar bundan hoşlanırlardı.) nazmi evlenmişti. şehrin uzak bir yerinde, karanlık bir mahallede oturuyordu. 'yakında elektrik verecekler buraya' diye ümitliydi. oturduğu daireyi satın almıştı. iki çocuğu olmuştu. küçük çoçuğunu kucağına alarak, bana uzattı. çocuk, 'be- a,' gibi anlamsız sesler çıkardı elini bana uzatarak. bir zamanlar kimseyi beğenmeyen nazmi, bu seslere hayrandı. anlattığına göre behçet'in oğlu daha iki sesi bir araya getiremiyordu. bu çocuk muhakkak büyük adam olacaktı. radyo çalarken de başını o tarafa doğru uzatıyordu. demek müziğe de kabiliyeti vardı. sonra, saman gibi sarı bir kadın mutfaktan çıktı; sıcak sudan kızarmış elini bana uzattı 'oğlumu nasıl buldunuz?' diye sordu. ben çocukları sevmiyordum; onları çok aptal buluyordum. allah'tan ben hiç çocuk olmamıştım. bir yıl sonra nazmi'nin oğlu üç heceyi bir arada çıkaracaktı; bu, ömür törpüleyici bir işti. insan da çocukla birlikte aptallaşıyordu zaman geçtikçe. işte nazmi de başını çocuğun karnına dayıyor ve 'ulu-dulu' gibi sesler çıkarıyordu; çocuk gibi anlamsızlaşıyordu. başını kaldırarak, 'karım bize güzel yemekler yapar şimdi,' dedi. bir başka anlamsız yaratık olan karısı da çok kötü yemekler yaptı. yağsız ve çorba gibi sulu olan bu tatsız tuzsuz şeyleri yemek boyunca övdü durdu nazmi. ev yemeğinin iyiliklerini sayıp döktü. oysa, lokantalarda daha iyi yemek yapıyorlardı. sonunda ben de onlar gibi aptallaştım, lüks lambasının ışığında yediğimiz yemeklerin iyi olduğundan, insanın kendi evinde oturmasının yararlarından söz ettim. nazmi de bana, 'alay mı ediyorsun?' demedi. ben de ona, 'nedir senin bu durumun?' demedim. birbirimize bir şey demedik. ben ona, kendimi soracaktım; yemekler, be-ba'lar, sarışın kadınlar arasında ne diyeceğimi unuttum. yemekten sonra, lamba ışığında kitaplarımızı okumağa çalışırken ona, eski günlerden, çatışmalarımızdan filan bahsettim; bütün suçun bende mi olduğunu sordum. soruyu anlamadı: benim ona yaptıklarımı hatırlamıyordu. en kötüsü bana yaptıklarını da unutmuştu. ben anlattıkça, artık önden üç tanesi altın olan dişlerini göstererek gülüyor, 'söylemişimdir herhalde,' ya da 'bak sen şu işe,' diyordu. bizi anlamadan dinleyen karısına da 'bak neler söylemişim bir zamanlar, insanların kalplerinde ne fırtınalar yaratmışım,' der gibi baktı. bu sırada çocuk, yerden bitti birdenbire. babasına bir kalem uzattı. 'yemekten sonra bilmece çözerim de,' dedi nazmi, 'akıllı oğlum, bana bunu hatırlatıyor.' biz böyle olmamalıyız. sevgi; böyle olmak istesek de böyle olmamalıyız. biliyorsun, albayımla çalışmağa başladıktan sonra, kötü oyun yazmak ve oynamak yasak, dedik. ülkemize ve insanlarımıza karşı bir görevimiz var. nazmi gibi, çocuk akıllı olsun diye, mutfak raflarına üstün mamalar dizemeyiz. ne tedbir alınırsa alınsın, çocuklar aptal olur. sen de karnındaki böyle bir çıkıntıyı bol elbiselerin altında saklayamazsın. biz albayımla her şeyi kararlaştırdık, nasıl yaşayacağımızı tespit ettik. bundan sonra hata yapmayacağız. çılgın bir kalabalığın ortasında nereye döneceğimizi bilmeden koşup durmayacağız. kime ne söylediğimizi çok iyi bileceğiz. kendimizi tanıyacağız.' 


nihayet insanlık da öldü. haber aldığımıza göre, uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık, dün hayata gözlerini yummuştur. bazı arkadaşlarımız önce bu habere inanmak istemememişler ve uzun süre, 'yahu insanlık öldü mü' diye mırıldanmaktan kendilerini alamamışlardır. bu nedenle gazetelerinde, 'insanlık öldü mü' ya da 'insanlık ölür mü' biçiminde büyük başlıklar yayımlamakla yetinmişlerdir. fakat acı haber kısa zamanda yayılmış ve gazetelere telefonlar, telgraflar yağmıştır; herkes insanlığın son durumunu öğrenmek istemiştir. bazıları bu haberi bir kelime oyunu sanmışlarsa da , yapılan araştırmalar bu acı gerçeğin doğru olduğunu göstermiştir. evet, insanlık artık aramızda yok. insanlıktan uzun süredir ümidini kesenler, ya da hayatlarında insanlığın hiç farkında olmayanlar bu haberi yadırgamamışlardır. fakat, insanlık aleminin bu büyük kaybı, bir çok yürekte derin yaralar açmış ve onları ürkütücü bir karanlığa sürüklemiştir.; o kadar ki bazıları artık insanlık olmadığına göre bir alemden de söz edilemeyeceğini ileri sürmeğe başlamışlardır. bize göre, böyle geniş yorumlarda bulunmak için vakit henüz erkendir. insanlık artık aramızda dolaşmasa bile, hatırası gönüllerde her zaman yaşayacak ve çocuklarımız bizden, bir zamanlar insanlığın olduğunu, bizim gibi nefes alıp ıstırap çektiğini öğreneceklerdir. insanlığın güzel ve çekingen yüzünü ben de görür gibi oluyorum.zavallı insanlık kendini belli etmeden sokaklarda dolaşır ve insanlık için birşeyler yapmağa çalışanları sevgiyle izlerdi. bugün için insanlık ölmüşse de, onun ilkeleri akıllara durgunluk verecek bir canlılıkla aramızda yaşamağa devam edecektir. insanlıktan paylarını alamayanlar için o zaten bir ölüydü; onun bu kadar uzun yaşamasına şaşılıyordu. yıllarca önce küçük bir kasabada dünyaya gelen insanlık, dünya savaşlarından birinde, çok rutubetli bir siperde göğsünü üşütmüş ve aylarca hasta yatmıştı. bu olaydan sonra hastalığın izlerini bütün ömrünce ciğerlerinde taşıyan insanlık, önceki gece sabaha karşı nefes alamaz olmuş ve gösterilen bütün çabalara rağmen gün ağarırken doktorlar, insanlıktan ümitlerini kesmek zorunda kalmışlardır.doğru dürüst bir tahsil görmeyen ve kendi kendini yetiştiren insanlık hiç evlenmemişti. küçük yaşta öksüz kalan insanlığa doğru dürüst bi mirasta kalmamıştı; bu yüzden sıkıntılarla geçen hayatı boyunca insanlık, başkalarının yardımıyla geçinmeye çalışmıştı. insanlığın ölümüyle ülkemiz, boşluğu doldurulması mümkün olmayan bir değerini kaybetmiştir. gazetemiz, insanlığın yakınlarına başsağlığı ve sonsuz sabırlar diler.not: merhumun cenazesi, önce , uzun yıllar yaşamış olduğu hürriyet caddesinden geçirilecek ve ölümüne kadar içinde barındığı ümit apartmanı bodrum katında yapılacak kısa ve sade bir törenden sonra toprağa verilecektir. 


• eskiden benim için ‘maşallah bu çocuğun ezberi kuvvetli’ derlerdi. evet ezberliyordum. çünkü çok dinliyordum. oyunlara pek katılmıyordum. çünkü oyun kahramanı olmak çok zordu. herkes düşmanları yeniyor ve vatanı kurtarıyordu. ben bu kadar güçlü değildim. düşman bile olmayı beceremezdim. çünkü düşmanların bile kendilerine göre kahramanları vardı. oysa ben de oynamak istiyordum. bir kenarda kendimi yetiştiriyordum; daha vakit var diyordum. çocukluğun biteceğini bilseydim her ne pahasına olursa olsun oynardım; ben de hiç olmazsa ihanet ederdim. beni bu yüzden küçümserlerdi fakat oyuna da almış olurlardı 


• bu ülkede çocuklara yer yok. başka ülkelerde varmış, her tarafı yeşil ülkelerde. biz, büyük bir sabırsızlıkla çocukların büyümelerini bekliyoruz. onların kafalarına vuruyoruz, adam olmaları için. seniyezitseni olarak görüyoruz onları. kafalarını tıraş ediyoruz çabuk büyüsünler diye. benim içimdeki çocuk büyümedi. (yirmi üç nisan'da onu da bir saatlik başbakan yapsalardı belki büyürdü. hayır, büyümezdi.) yıllardır taşıyorum içimdeki çocuğu; yaşamadığı için büyümedi hiç, amcası. 


şu anda, sana güzel bir söz söyleyebilmek için, on bin kitap okumuş olmayı isterdim" dedi: gene de az gelişmiş bir cümle söylemeden içim rahat etmeyecek: "seni tanıdığıma çok sevindim kendi çapımda..


• herkes, kendisini korumasını biliyor, benden başka,’ diye yakındı hikmet. sonunda hep ben kalıyorum ortada. bedelini koymadan satılığa çıkarıyorum kendimi. satın alanlar hiçbir şey ödemeye yanaşmıyor bu yüzden. bir panayırda, eski ve soluk bir çadırın içinde gösterilen, büyüklüğünden başka meziyeti olmayan garip bir deniz canavarıyım. 


• hazırlıkları bitince hikmet, «yaz,» dedi. «terbiyesizlik etme hikmet.» «yaz hüsamettin, uzatma. kıyamet koptu artık: albaylar hikmet, hikmetler mirliva oldu. oyunlarda ve gerçek hayatta öldürdüğümüz bütün insanlar dirildi. uzatma yaz.» albay, yakın gözlüğünü takti: «ne yapalım? bunu da bir oyun kabul edelim. lütfen yavaş söyleyiniz paşam.» 


• siz gerçekten doğru söylüyorsunuz albayım: ben adam olmam. ben, tek başıma yaşamalıyım; başkalarını zehirlememeliyim. dama çıkıp ulumalıyım kurtlar gibi. 

• seyirciler çağında yaşıyoruz albayım. 

 fakat, allah kahretsin, insan anlatmak istiyor albayım; böyle budalaca bir özleme kapılıyor. bir yandan da hiç konuşmak istemiyor. tıpkı oyunlardaki gibi çelişik duyguların altında eziliyor. fakat benim de sevmeye hakkım yok mu albayım?
yok.
peki albayım. ben de susarım o zaman. gecekondumda oturur, anlaşılmayı beklerim. fakat albayım, adresimi bilmeden beni nasıl bulup anlayacaklar? sorarım size: nasıl? kim bilecek benim insanlardan kaçtığımı? ben ölmek istiyorum sayın albayım, ölmek. bir yandan da göz ucuyla ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum. tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan, bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor. küçük oyunlar istemiyorum albayım.
kelimeler... kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor.

• ve tanrı, emekli albayları kendi suretinde yarattı 

•  ee insan o kadar yalnız bırakılırsa ölür tabi. 

•  tehlikeli oyunlar oynamak istiyor,ama diğer yandan da kılına zarar gelmesin istiyor insan 

• bu senin hayatındı oğlum hikmet. böyle bir oyun üzmedi mi seni? 

• hayır, kelimeler aldatıcıydı; kelimeler, bizi gerçeklerden uzaklaştıran küçük tuzaklardı.

5 Ekim 2018 Cuma

göğü delen adam / erich scheurmann





















• hastadır o, kaçıktır. ruhunu “yuvarlak metal ve ağır kağıda” adamıştır. hiçbir şeyle yetinmez, gözü doymak bilmez. "kimseye kötülük etmeden, haksızlık yapmadan geldiğim gibi göçüp gideyim şu dünyadan” diye düşünmez. başkalarının gücünü sömürüp kendi işlerinde kullandığı için ne başı ağrır ne de uykusu kaçar. 


• aynı şekilde çocukların kafalarına da doldurabildikleri kadar düşünce doldururlar. çocuklar her gün düşünce hasırlarını didiklemek zorundadırlar. bir tek en sağlıklı olanları bu düşünceleri kendilerinden uzak tutarlar, bir ağın deliklerinden süzülürcesine ruhlarından salıverirler. ama çokları kafalarına, en ufak bir boşluk kalmamacasına, ışığın zerresi bile içeri sızmamacasına düşünce yüklerler. bunun adına “ruhu eğitmek”, sonuçta ortaya çıkan çılgınlığa da “eğitim” derler. 


• çünkü, nerede ki birileri her şeyi ele geçirir, orada elleri boş kalanlar da mutlaka olur. 


• beyaz adam budala ve kördür. gerçek mutluluğa karşı sağırdır ve bu utancını gizlemek için kat kat örtünmesi gerekir. 


• daha çok zamanı olsun diye ayağının altına demir tekerlekler, sözcüklerine kanat takar. peki ne içindir bu çaba? papalagi zamanıyla ne yapar? (…) bulabilmiş değilim bunu doğrusu. (…) oysa zaman sessiz ve uysaldır, huzur ister, güneşin altında döşeğine uzanıp yatmak ister. papalagi zamanı tanıyamadı, anlayamadı. bu yüzden o kaba gelenekleriyle hor kullanıyor onu. 


• diyelim ki güneş pırıl pırıl parlıyor, "güneş ne güzel parlıyor" diye düşünmeye başlar o an. ama bu yanlıştır işte. büyük bir yanlış hem de. akıllı bir samoalı güneşin sıcak ışıkları altında kollarını, bacaklarını gevşetir ve hiçbir şey düşünmez. güneşi bir tek kafasıyla duymaz, elleriyle, ayaklarıyla, bacaklarıyla, karnıyla, bütün organlarıyla hissede. bırakır, derisi, kolları, bacakları kendi başlarına düşünürler. kafa gibi olmasa da onlar da düşünürler mutlaka. 


• beyaz adam budala ve kördür. gerçek mutluluğa karşı sağırdır ve bu utancını gizlemek için kat kat örtünmesi gerekir. 


• insan gerçek bir avrupalı olunca, o kadar çok "şey"e gereksinim duyar ki, bu yüzden papalagi'nin elleri "şey" yapmaktan dinlenmeye fırsat bulamaz. yüzleri yorgun ve acılıdır. 


• büyük ruh'un "şey'lerini görmekten acizdir. köy meydanında keyifli şarkılar söylemekten, güneşli bayram günlerinde dans etmekten bizler gibi kollarının, bacaklarının mutluluğunu yaşamaktan acizdir. "şey'ler üretmek, ürettikleri "şey'leri korumak zorundadır onlar. "şey'lerini takınıp küçük kum karıncaları gibi yerlerde sürünürler. "şey'leri ele geçirmek için soğukkanlılıkla her türlü kötülüğü göze alırlar. erkeklik onurunu ya da gerçek gücü ölçmek için değil, yalnızca "şey'ler uğruna savaşırlar birbirleriyle. 


• büyük ruh'un "şey"lerinden başka çok az "şey"e ihtiyacımız olduğunu unutmamalıyız. 

• pagalagi'nin içi zaman korkusuyla dolu olduğu içim, hepsi, hem yalnız erkekler değil, kadınlar ve çocuklar da büyük ışığı kendi gözleriyle ilk kez gördüklerinden beri ayın kaç kere yükseldiğini, güneşin kaç kez battığını kesin olarak bilirler. bu o kadar önemlidir ki, belirli ve değişmez aralıklarda çiçekler ve şölenlerle kutlanır. bana "kaç yaşındasın" diye sorduklarında, benim gülüp de bunun önemi olmadığını söylemem üstüne utanmam gerektiğini düşünüyorlardı. hissediyordum bunu hep. "kaç yaşında olduğunu bilmelisin!" diyorlardı. bense susup "bilmemek daha iyi" diye düşünüyordum. kaç yaşındasın demek kaç dolunay boyunca yaşadığın anlamına gelir. oysa dolunayları saymak, bunun hesabının peşine düşmek pek tehlikelidir, çünkü böylece insanların genellikle kaç dolunay yaşadığı ortaya çıkar. kişi buna çok dikkat ederse ve yeterince çok dolunay geçmişse, "artık yakında öleceğim" demeye başlar. ondan sonra ne keyfi kalır ne de başka bir şeyi ve kısa süre sonra da gerçekten ölür gider. 


• bir köyden atla geçsem, çok daha hızlı giderim, ama yürürken çevrede olup biten her şeyi görürüm, dostlarım kulübelerinden seslenirler bana. bir hedefe hızlı varmak nadiren gerçek bir kazanç sayılır.


• kendimizi, yaşama sevincimizi alıp götürecek, ruhumuzu karartıp içindeki aydınlığı alacak, bedenimizle kafamızı çatışmaya sürükleyecek her şeyden korumalıyız. düşünmenin ölümcül bir hastalık olduğunu, insanın değerini küçülttüğünü papalagi, kendi kendine kanıtlıyor. 


• eğitilmiş birine soracak olsan daha sen ağzını bile kapamadan yanıtını yapıştırıverir. kafası mermiyle doludur hep atışa hazırdır.


• eğer insan çok fazla 'şey'e gereksinim duyuyorsa, bu büyük bir yoksulluğun göstergesidir.


• erkeklik çağına gelmiş papalagilerin çok azı bir çocuk gibi hoplayıp zıplayabilir. sanki sürekli engelleniyormuş gibi yürürken bedenini havanın içinde zorlukla sürükler. o bu güçsüzlüğü yadsıyıp mazur göstererek, saygıdeğer bir adamın koşmasının, hoplayıp zıplamasının doğru olmadığını söyler. ama tüm bunlar salt kuru bahanedir. meslekleri onları uykuya ve ölüme mahkum ettiğinden kemikleri katılıp hareket edemez olmuş, kasları sevinçlerini yitirmiştir. meslek, yaşamı yok eden bir aitu*dur. insanların kulağına güzel şeyler fısıldayan, ama bedenindeki kani içen bir aitu.


• gazete bütün insanları tek bir kafa haline getirmeye çalışır. benim kafama, benim düşünceme karşı savaşır. bunun becerir de. sabah kâğıdı (gazete) okursan, öğlene, diğer papalagilerin kafalarında ne taşıdıklarını, ne düşündüklerini bilirsin.”