15 Aralık 2015 Salı

beni sorarsan / gülten akın









beni sorarsan
kış işte
kalbin elem günleri geldi
dünya evlere çekildi, içlere
sarı yaseminle gül arasında
dağların mor baharıyla
sis arasında
denizle göl arasında
yanımda kediler, kuşlar
fikrimden dolaşıyorum

18 Kasım 2015 Çarşamba

sözcükler / jean paul sartre















intro:
charles schweitzer’in aşağı yukarı louise guille min’e rastladığı sırada, bir taşra doktoru, perigordlu zengin bir toprak sahibinin kızıyla evlendi ve thiviers’ in kasvetli ana caddesinde, eczane karşısında bir eve yerleşti. evlenmenin ertesi günü kayınpederin beş para sı olmadığı meydana çıktı. küplere binen doktor sartre, kırk yıl konuşmadı karısıyla; yemek masasında derdini işaretlerle anlatıyordu; karısı sonunda “pansiyonerim” diye adlandırdı onu. ama yine de yatağına giriyordu kadının; kimi zaman tek sözcük söylemeden gebe bırakıyordu onu: iki oğlan, bir kız çocukları oldu ve bu sessiz lik çocuklarına jean-baptiste, joseph ve hélène adları verildi. hélène bir süvari subayıyla hayli genç yaşta ev lendi ve subay çok geçmeden aklını kaçırdı; josephe, zuhaf birliklerinde askerliğini yaptı ve genç yaşta ana babasmm yanına döndü. mesleği yoktu; babasının sus kunluğu ile anasının haykırışları arasında kekeme oldu ve bütün hayatını sözcüklerle savaşarak geçirdi. jean baptiste, denizlerde yaşamak için denizcilik okuluna girmeyi tercih etti. 1904’te cherbourg’da, deniz subayı olarak ve cochinchine hummalarıyla bitap halde anne marie schweitzer ile tanıştı; bu ihmal edilmiş uzun boy lu kıza tutuldu, onunla evlendi ve alelacele bir çocuk yaptı ona; bu çocuk bendim ve babam, ölüme sığınmaya çalıştı.

iyi baba yoktur ve bu bir kuraldır; ama bu kusur yü­zünden erkekler değil, çürümüş babalık bağları suçlanmalıdır. dünyaya çocuk getirmekten daha iyi ne var, ama bazı çocuklara sahip olmak ne büyük haksızlık!

bu baba bir hayalet, bir bakış bile değildi; ikimiz de bir süre bu toprağa ayak basmıştık, hepsi bu işte. bir ölünün oğlu olmaktan çok, bir mucizenin çocuğu olduğum sezdirildi bana. hiç kuşkusuz benim kaypaklığım buradan kaynaklanıyor. ben bir şef değilim, şef olmayı da özlemem. komut vermekle komutlara itaat etmek aynı şeydir. en otoriter kimse bile başkasının kutsal bir asalağın (örneğin babasının) adına verir komutları; kendi çektiği soyut şiddet ve işkenceleri başkasına aktarır. ben, bütün hayatım boyunca gülmeden ve başkalarını güldürmeden emir vermedim; bunun nedeni,bende iktidar kanserinin olmaması ve bana itaat denilen şeyin öğretilmemiş olmasıdır. 

ne söylediğini bilmiyorum; dinlemekle uğraştığım için anlayamıyorum. bu eski imparatorluk cumhuriyetçisi, bana yurttaşlık ödevlerimi ve burjuva tarihini öğretiyordu herhalde: bir zamanlar krallar ve imparatorlar vardı, çok kötü kimselerdi onlar, ama kovulmuşlardı artık ve her taraf güllük gülistanlıktı. akşamüzeri, yolda karşılamaya gittiğimizde füniküler vagonundan çıkan yolcular arasında, uzun boyu ve dans öğretmeni yürüyüşüyle hemen tanırdık onu. bizi ne kadar uzaktan fark ederse etsin, görünmeyen bir fotoğrafçının söylediklerine uyarcasına “poz verirdi”; sakalını rüzgâra salar, gövdesini dikleştirir, ayaklarını gerektiği gibi basar, göğsünü şişirir ve kollarını iyice açardı. bu işaret karşısında, donup kalır ve ileriye eğilirdim; depar yapan bir atlet ve bir aygıttan çıkacağı söylenen bir kuştum sanki; bu durumda birkaç saniye, bir saxe porselenindeki güzel bir figür grubu gibi karşı karşıya kımıldamadan kalırdık ve sonra ben çiçekler ve meyvelerle, büyükbabamın mutluluğuyla soluğum kesilmiş gibi yaparak dizlerine sarılırdım; o da beni yerden ta yukarılara kaldırırdı; “hazinem,” diye mırıldanarak bağrına basardı. yanımızdan geçenlerin çok iyi seyrettiği ikinci gösteriydi bu. yüzlerce skeci olan koskoca bir komedi oynuyorduk: flört, hemen ortadan kaldırılan yanlış anlamalar, tatlı takılmalar ve kibarca azarlamalar, sevgi hınçları, şefkatli sırlar ve tutku vardı bu komedide; daha sonra tadını çıkarabilmek için sevgimizde terslikler olduğunu hayal ediyorduk; kimi zaman dediğim dedikti, ama kaprislerim, ince duyarlığımı maskeleyemiyordu; büyükbabam, büyükbabalara yaraşan yüce ve saf bir kendini beğenmişliği, hugo’nun öğütlediği görmezden gelmeyi ve kabahat dolu zayıflığı gösteriyordu. kuru ekmek yemek zorunda bırakılsam, büyükbabam reçel getirirdi bana,1 ama korku içindeki iki kadın bana böyle bir ceza vermemeye dikkat ediyorlardı. ve ben uslu bir çocuktum, bu rolü kendime çok uygun buluyordum ve o rolden çıkmak istemiyordum. babamın ansızın bu dünyadan çekip gidişi, bana eksik kalmış bir oidipus kompleksi bağışlamıştı; evet, üstben’im yoktu, ama saldırganlığım da yoktu. annem bana aitti, hiç kimse ona sakin bir şekilde sahip oluşuma karşı çıkmıyordu; şiddeti de, hıncı da bilmiyordum; kıskançlık denen o zor öğrenilir şey benim için söz konusu değildi; bu duygunun sertliklerine çarpmamıştım; dolayısıyla da gerçekliği, başlangıçta, yalnızca neşeli yanlarıyla tanımıştım. kime ve neye karşı başkaldıracaktım; bir başkasının kaprisi, hiçbir zaman benim yasam olma iddiasında bulunmamıştı. 

... ancak: hayvanat bahçesindeki maymunlar, daha az maymun, luxembourg bahçesinde insanlar da daha az insandılar. durumum gereği platoncu olan ben, bilgiden bu bilginin nesnesine yöneliyordum; fikirde, nesneden daha fazla gerçeklik buluyordum; çünkü bana kendini ilk önce veren fikirdi ve bir nesne gibi veriyordu. evrene, kitaplarda rastladım ben; özümlenmiş, sınıflandırılmış, etiketlenmiş ve düşünülmüş bir evrendi bu, ama yine de korkunçtu ve ben, kitabi deneyimlerimin karmakarışıklığını, gerçek olayların rastlantısal akışından ayırt edemedim. içinden sıyrılmak için otuz yıl harcadığım felsefi idealizmim buradan kaynaklanıyor işte.

nefret duygusu doğuran, ama amacına ulaşamadığı için yine de zararsız olan düşman, çabalarına ve şeytanca kurnazlığına rağmen, iyilik davasına hizmet ediyordu. gerçekten de ben, düzene geri dönmeye, her zaman bir ilerlemenin eşlik ettiğini görüyordum; kahramanlar ödüllendiriliyordu; şan şeref, hayranlık, para onlarındı; gözü peklikleri sayesinde, bir ülke ele geçiriliyor, yerlilerin elinden bir sanat eseri alınıyor ve müzelerimize getiriliyordu; genç kız da, kendisini kurtaran kâşife tutuluyor ve her şey bir evlenmeyle sona eriyordu. bu dergilerden ve kitaplardan, en mahrem kuruntumu edindim ben; iyimserlikti bu kuruntu.

öğretmenime iki nedenden ötürü saygı duyuyordum: benim iyiliğimi istiyordu ve ağzı kokuyordu. büyüklerin çirkin, buruş buruş yüzlü ve hoşa gitmez kimseler olmaları gerekiyordu; beni kucaklarına aldıklarında, aşmam gereken hafif bir tiksinti duymak ters gelmiyordu bana ve bu, erdemin kolay bir şey olmadığının kanıtıydı. koşmak, sıçramak, pasta yemek, annemin yumuşak ve mis kokan cildini öpmek gibi basit ve ıvır zıvır hazlar vardı. ama olgun insanların yanında aldığım karmaşık ve bilgelik dolu zevklere daha fazla önem veriyordum: onların itici yanları büyüleyici etkilerinin bir bölümünü oluşturuyordu: tiksinti ile ciddiyeti birbirine karıştırıyordum ben ve bir züppeydim.

ücretlerin meziyetlerle orantılı olduğuna inanıyordum ve matmazelin meziyetli bir insan olduğu söyleniyordu bana; öyleyse niçin o kadar az ücret veriyorlardı ona? bir meslek sahibi olmak saygın ve onurlu olmak demekti ve insan çalışmaktan mutluluk duyardı; öyleyse hayatından sanki tedavi edilemez bir hastalıkmış gibi niçin söz ediyordu? onun şikâyetlerini anlattığımda büyükbabam gülmeye başlıyordu: bir erkeğin kendisine istek duyamayacağı kadar çirkindi bu matmazel. ama ben gülmüyordum: insan önceden mahkûm edilmiş olarak doğabilir miydi? doğabilirse bana yalan söylenmişti demek ki ve dünyanın düzeni, hoş görülmesi olanaksız bozuklukları gizliyordu içinde. matmazel uzaklaştırılınca, tedirginliğim de geçti. charles schweitzer, bana daha münasip öğretmenler buldu. bunlar o kadar münasip kişilerdi ki, hepsini unuttum onların. on yaşıma kadar, bir ihtiyar adam ile iki kadın arasında yapayalnız kaldım.

benim güzel kavanozumun içinde, yani ruhumda, düşüncelerim, her biri kendi yörüngesini izleyerek dönüp duruyordu: tek bir karanlık köşe yoktu. ne var ki, saydam bir kesinlik, sözcüksüz ve şekilsiz olarak ve sulandırılmış halde, benim masum saydamlığım içinde her şeyi berbat ediyordu: bir sahtekârdım ben. oynadığını bilmeden bir rolü nasıl oynayabilir insan?

kayıtsızca nefes alarak, sindirim yaparak, dışkılayarak yaşıyordum, çünkü yaşamaya başlamıştım. bedenimin, bu besiye çekilmiş arkadaşın, sert ve vahşi isteklerini hissetmemiştim; kendini, hafif rahatsızlıklarla belli ediyordu o ve bunlar da büyükler tarafından teşvik ediliyordu. o zamanlar, seçkin bir ailenin en az bir tane narin yapılı çocuğu olması gerekiyordu. doğumum sırasında ölmeyi düşündüğüme göre, bu iş için çok uygundum ben. üzerime titriyorlar, nabzıma ateşime bakıyorlar, dilimi çıkarmak zorunda bırakıyorlardı beni. “rengi biraz sararmış değil mi?” “ışık yüzünden öyle görünüyor.” “seni temin ederim zayıflamış.” “ama baba, daha dün tarttık onu.” bu irdeleyici bakışlar altında bir nesneye, saksıdaki bir çiçeğe dönüştüğümü hissediyordum. sonunda yatağa yatırıyorlardı beni. sıcaktan nefes alamaz halde, çarşafların altında adeta yavaş yavaş kaynayarak bedenim ile hastalığını birbirine karıştırıyor ve hangisinin istenmeyen bir şey olduğunu bilemiyordum.

avrupa’yı yasa ve belki de barbarlığa gömecek olan bu yeri doldurulmaz ihtiyarlar arasında, inanılmaz bir sesin yüreğimin derinliklerinde şöyle bir yargı ileri sürmesi için neler vermezdim: “şu küçük sartre işini biliyor. göçüp giderse, fransa neler kaybedeceğini görür!”

aptallaşmış bir haşere gibi inançsız, yasasız, akılsız ve amaçsız olarak aile komedisine sığmıyordum; bir hayal kırıklığından ötekine dönüyor, koşuyor, uçuyordum. bedenimden ve sefil sırlarından kaçıyordum; topaç bir engele çarptığında ve durduğunda, benzi atmış küçük komedyen, hayvansal bir şaşkınlığa düşüyordu. annemin yakın dostları hüzünlü olduğumu, dalıp gittiğimi gördüklerini söylüyorlardı ona. annem beni gülerek bağrına basıyor ve “her zaman neşelisindir, şarkı söyleyip durursun! neden şikâyet edeceksin ki! istediğin her şeye sahipsin,” diyordu. haklıydı da, şımartılmış bir çocuk hüzünlü olamazdı; onun, bir kral gibi canı sıkılabilirdi yalnızca. ya da bir köpek gibi.

bir köpeğim ben: esniyorum, gözümden yaşlar akıyor, hissediyorum aktıklarını. bir ağacım ve rüzgâr dallarıma takılıyor ve belli belirsiz sallıyor onları. bir sineğim, bir camdan yukarı tırmanıyor ve aşağı yuvarlanıyorum, yeniden tırmanmaya başlıyorum. kimi zaman geçen zamanın okşayışını duyuyorum, çoğunlukla geçmeyen zamanı hissediyorum. titrek dakikalar yere düşüyor, yutuyor beni ve can çekişmeleri sona ermiyor; durgun ve kokuşmuşlar, ama hâlâ canlılar; süpürürsünüz onları, daha taze, ama aynı ölçüde beyhude olan başkaları gelip onların yerini alır; bu iğrenmelere mutluluk denir; annem, benim, küçük çocukların en mutlusu olduğumu söyler hep. nasıl olur da inanmam ona; çünkü doğru bu. ihmal edilmişliği hiç düşünmüyordum; çünkü önce bunu belirtecek bir sözcük yoktu ve sonra göremiyordum onu; etrafım her zaman çevriliydi. benim hayatımın ağı, hazlarımın dokuması ve düşüncelerimin teniydi bu.

oynuyor, okuyor, örnek bir içe kapanış göstermek için bütün çabamı harcıyordum, ama bir şey hissetmiyordum. tabutun arkasından mezarlığa gittiğimizde de bir şey hissetmedim. ölüm, ortada bulunmayışıyla pırıl pırıl parlıyordu: vefat etmek ölmek değildi; bu ihtiyar kadının bir mezar taşına dönüşmesi rahatsız etmiyordu beni; bir töz değişimi gerçekleşmiş, varlığa bir ulaşma olmuştu yalnızca; …

şımarık bir çocuk ve tanrı’nın bir lütfu olduğum için dört dörtlük işe yaramazlığım, aile içi törenler bana sürekli olarak uyduruk bir gereklilik olarak göründüğü için çok daha apaçıklıkla canlanıyordu gözümün önünde. kendimi bir fazlalık olarak hissediyordum ve dolayısıyla ortadan kaybolmalıydım. ortadan kalkmanın sürekli yargısı altındaki soluk bir çiçeklenmeydim ben. başka bir deyişle hüküm giymiştim ve bu hüküm her an uygulanabilirdi. ama bütün gücümle hayır diyordum buna

tanrı beni bu sıkıntılardan kurtaracaktı, imzalı bir şaheser olacaktım ben; evrensel topluluk içinde yerimi kesinlikle bilecektim ve tanrı’nın niyetlerini ve benim gerekli bir varlık oluşumu açıklamasını sabırla bekleyecektim. din denen şeyin farkındaydım, onu özlüyordum ve çare oydu. benden saklanmış olsaydı bile, dini icat ederdim. ama bu saklanmıyordu benden; katolik inancıyla yetiştirilmiş ve kadiri mutlak’ın kendi şan ve şerefi için beni yarattığı öğretilmişti bana; düşleyebileceğimden daha da fazlasıydı bu. ama daha sonra, bana öğretilen bu herkesin tanrısında, ruhumun beklediği tanrıyı bulamadım; ben bir yaradan arıyordum, ama bana bir büyük patron sunuluyordu. aslında ikisi aynıydı, ama bilemiyordum bunu; bu ferisi idolüne coşku duymadan bağlılık gösteriyordum ve resmî öğreti, kendi inancımı arama fikri dolayısıyla iğrendiriyordu beni. ne şans ama! itimat ve umutsuzluk, ruhumu öte dünya’nın ekilebileceği elverişli bir toprak haline getiriyordu.

combes20 hükümetinden yedi ya da sekiz yıl sonra, açıkça dile getirilen dinsel inançsızlıkta, bir tutkunun bütün şiddeti ve anarşisi vardı; bir tanrıtanımaz, “bir çıkış yapmasından” korkulduğu için yemeğe davet edilmeyen acayip bir insan ve çılgın bir adamdı; kilisede diz çökmeyi kendine yasak eden ve ruhu tabularla dolu bir bağnazdı; kızlarını da kilisede evlendirmiyor ve orada içi rahatlayacak şekilde ağlayamıyordu; öğretisinin hakikatini de, davranışlarının temizliğiyle kendine zorla kabul ettirmeye çalışıyordu; gönül rahatlığı içinde ölme olanağından kendini yoksun kılacak kadar kendine ve mutluluğuna gadreden bir insandı. adını anmadan tek söz edemediği tanrı’nın her yerde yokluğunu gören bir tanrı manyağıydı; yani kısacası dinsel kanıları olan bir baydı. inanmış insanda bunların hiçbiri yoktu; iki bin yıldır, hıristiyanlığın kesin doğruları, kendilerini kanıtlama zamanı bulmuşlardı; herkesin malıydı onlar; bir rahibin bakışında, bir kilisenin yarı karanlık havasında parıldamaları ve ruhları aydınlatmaları isteniyordu onlardan, ama hiç kimse onlara sahip çıkmaya kalkışamazdı; çünkü onlar herkesin ortak malıydı. yüksek sosyete, hakkında hiç konuşmamak için inanıyordu tanrı’ya. din, ne kadar da hoşgörülü görünüyordu! ne kadar da elverişliydi: hıristiyan, ayinlere katılmayabilir, ama çocuklarını dinî nikâhla evlendirebilirdi; saint-sulpice’in “koyu dindarlığına gülüp geçebilir ve lohengrin’in düğün marşı’yla gözyaşı dökebilirdi. örnek bir hayat sürmesi de, umutsuzluk içinde ölmesi de gerekmezdi; hatta cesedini yaktırmak zorunda da değildi. bizim ortamımızda, ailemde, dinsel inanç tatlı fransız özgürlüğü için resmî bir addan başka şey değildi; çok sayıda başkası gibi, bağımsızlığımı korumam için vaftiz edilmiştim ben; vaftiz edilmeseydim, ruhuma bir kötülük yapmış olmalarından korkacaklardı; katolik olarak kayda geçince, özgürdüm, normaldim artık. “daha sonra ne isterse onu yapar,” diyorlardı. o zamanlar, dinsel inancı edinmek, kaybetmekten çok daha güçlü bir şey olarak düşünülüyordu.

charles schweitzer, yüce seyredici’ye ihtiyaç duymayacak kadar büyük bir rol kesiciydi, ama tanrı’yı ancak en ikircikli durumlarda aklına getiriyordu; öldüğü anda yeniden bulacağından emin olduğu için bir yanda tutuyordu onu.

kompozisyonum yalnızca gümüş madalya kazandı. bu hayal kırıklığı, beni dinsel inançsızlığa gark etti. bir hastalık ve tatiller, dibildos okulu’na dönmemi engelledi; okullar başlayınca da ben gitmek istemedim. daha sonra birçok yıl, herkesin önünde kadiri mutlak’la olan ilişkilerimi sürdürdüm, ama özel hayatımda onu artık aramaz oldum. yalnızca bir kere onun var olduğu hissine kapıldım. kibritlerle oynamış ve küçük bir halıyı yakmıştım; kabahatimi gizlemeye çalışıyordum ki, tanrı birdenbire gördü beni; onun bakışını beynimin içinde ve ellerimde hissettim; banyoda, apaçık görünen bir hedef olarak dönenip duruyordum. kızgınlık kurtardı beni: böyle kaba bir nezaketsizliğe köpürdüm, küfretmeye başladım ve büyükbabam gibi mırıldandım: “hay allahım ya rabbim, hay allahım, ya rabbim!” tanrı da bana bir daha hiç bakmadı.

boşa çıkmış bir eğilimi anlattım size: tanrı’ya ihtiyacım vardı ve onu verdiler bana ve ben, onu aradığımı kavrayamadan aldım; yüreğimde kök salamadığı için, bir süre bitkisel hayat yaşadı içimde ve sonra öldü. bugün bana o’ndan söz edildiğinde, güzel bir eski sevgiliye rastlayan ihtiyar bir delikanlı gibi pişmanlıktan uzak bir neşeyle, “elli yıl önce, o yanlış anlama, o hata, bizi ayıran o rastlantı olmasaydı, aramızda bir şeyler olabilirdi,” derim.

deva, hastalıktan daha beterdi: şan şerefe ve rezil olmaya karşı, kendimi yapayalnız hakikatimin içine sığınmaya yöneltmiştim; ama benim hakikatim yoktu: benliğimde şaşırmış bir yavanlıktan başka şey bulamıyordum.

annemin şefkatiyle kadınsılaştırılmış, beni dünyaya getirmiş musa’nın yokluğuyla tatsızlaşmış, büyükbabamın yüceltmeleriyle kibir küpüne dönmüştüm ve ailesel komediye inanabilseydim tam anlamıyla mazoşizme adanmış salt bir nesne olacaktım.

kutsallığı bilemeyen ben, büyüye bayılıyordum: sinema, kendisinde henüz eksik olan şey için adeta bir tür sapıklıkla sevdiğim belli belirsiz bir görünümdü. bu ışık akışı her şeydi, hiçbir şey değildi ve her şey hiçliğe indirgenmişti: bir duvarın çıldırışlarını seyrediyordum; katı cisimler, bedenime kadar her şeyi dolduran bir kitlesellikten temizlenmişlerdi ve genç idealizmim bu büzülüp küçülmeden hoşlanıyordu; daha sonraları üçgenlerin yanlamasına ve dairesel hareket ettirilmeleri, şekillerin sinema perdesi üzerindeki akıp gidişlerini hatırlattı bana ve sinemayı iki boyutluluk niteliğinden ötürü sevdim. beyaz ve siyah renklerini, bütün öteki renklerin özeti olan ve onları ancak bu işi anlayanlara işmar eden temel renkler olarak kabul ettim ve görülmeyeni görüp kendimden geçtim.

herkese karşı tek bir kişi; evet, kuralım buydu.

o dönemde batı, havasızlıktan boğularak ölüyordu ve “tatlı hayat” denen şeydi bu. görünen bir düşmanı olamayan burjuvazi, kendi gölgesinden korkmaktan haz duyuyordu; can sıkıntısını yönlendirilmiş bir tedirginlikle.

yalnız şu da var: kalemlerini kolonyaya batıran birkaç ihtiyar ve kasap gibi yazan küçük züppeler bir yana, iyi çevirmenler yok ortada. söz’ün doğasından ileri geliyor bu: çünkü insan kendi dilinde konuşur, yabancı dilde de yazar. bundan şu sonucu çıkarıyorum: biz hepimiz aynıyız bu meslekte: hepimiz kürek mahkûmuyuz, hepimiz damgalanmışız. ayrıca okur, benim, çocukluğumdan ve ondan arta kalan her şeyden nefret ettiğimi anlamıştır: beni irkilten ve masama sürükleyen büyükbabamın sesi, o mekanik ses, benim sesim olmasaydı ve yedi ile sekiz yaş arasında baş eğme içinde o sözde görevi ukalalıkla benimsemiş olmasaydım, kulak vermeyecektim o sese.

ama sanat, en azından benim için kutsal güçlerini kaybediyordu ve ben biraz daha fazla olanakları olan bir yersiz yurtsuz olarak kalacaktım. kendimin gerekli olduğunu hissedebilmem için insanların beni alkışlarla istemesi gerekiyordu. ailem bir süre hep bu hayal içinde tutmuştu beni; bana tanrı’nın bir bağışı olduğum söylenmişti durmadan; beklenen ve büyükbabamla anneme çok gerekli olan bir bağıştım ben; buna inanmıyordum artık, ama çok özel bir beklenti karşılığı olarak dünyaya gönderilmeyen bir varlığın gereksiz ve fuzuli olduğunu da hâlâ hissediyordum. o dönemde, gururum ve tek başına bırakılmışlığım öyleydi ki, ya ölmüş olmayı ya da bütün dünyanın benim peşimde koşmasını istiyordum.

daha sonraları, insanın olanaksız bir varlık olduğunu gösterdim zevklenerek: kendim de olanaksızdım ve başkalarından yalnızca, birdenbire değişikliğe uğrayarak en derin olanağım haline gelen bu olanaksızlığı ortaya koyma göreviyle, yüklendiğim bu ödevle, şan ve şerefimin bu dayanağıyla farklıydım. bu apaçıkların içine hapsedilmiştik, ama onları göremiyordum; dünyayı, onların içinden görüyordum. iliğime kadar sahtekâr ve yanılmış olarak, zavallı durumumuz üzerine yazılar yazıyordum zevklenerek. dogmatiktim ve şüphe tarafından seçilmiş olmamın dışında her şeyden şüphe ediyordum, bir elimle kurduğumu öteki elimle yıkıyordum ve tedirginliği güvenliğimin kanıtı olarak görüyordum; mutluydum.

değiştim. beni sarıp sarmalayan çarpıtıcı saydamlıkları hangi asitlerin kemirdiğini, nasıl ve ne zaman şiddeti öğrendiğimi ve çirkinliğimi keşfettiğimi (oysa bu çirkinlik, uzun süre benim olumsuz ilkemdi; harika çocuğun içinde eriyip gittiği sönmemiş kireçti); niçin, bir fikrin apaçıklığını ondan hoşlanmamamın derecesiyle ölçecek kadar kendi kendime sistemli olarak karşı çıkma noktasına geldiğimi ileride anlatacağım. geri dönük hayallerim paramparça olmuştu: kurban olma, manevi kurtuluş, ölümsüzlük; evet bütün bunlar, yerlere dökülüyordu, bina bir yıkıntı haline geliyordu; kutsal ruhu mahzende yakalamış ve oradan dışarı atmıştım; tanrıtanımazlık, gaddar ve uzun soluklu bir işti; onu sonuna kadar götürdüğümü sanıyorum. her şeyi açıkça görüyorum, yanılsamalardan sıyrıldım; gerçek ödevlerimin ne olduğunu biliyorum ve bir yurttaşlık ödülüne layığım; aşağı yukarı on yıldır, ayılmış, kendisinden kurtulamadığım bir uzun ve hem tatlı, hem acı bir delilikten kurtulmuş olan ve eski saçmalıklarını gülmeden hatırlayamayan, ama hayatını ne yapacağını da bilmeyen bir adamım. yedi yaşındaki biletsiz yolcu olmuştum yeniden: kontrolör kompartımanıma giriyor, eskisinden daha sert bir şekilde bana bakıyordu; aslında hemen çekip gitmek ve yolculuğumu başım ağrımadan bitirmemi istiyordu; geçerli bir mazeret ileri sürebilseydim, hiçbir şey demeyecekti. ama böyle bir mazeret bulamıyordum ve aramak da istemiyordum; işte böylece beni kimsenin beklemediğinden emin olduğum dijon’a kadar kafa kafaya verip konuşacaktık.

edilmemiş bütün temel özellikleri, ellilik bir adamda yaşar durur. çoğunlukla karanlık içinde yassılaşır onlar, ama fırsat beklemekten geri kalmazlar; biraz dikkatsizlik etseniz, kafalarını dikerler; kılık değiştirmiş olarak pırıl pırıl gün ışığına çıkarlar: yalnızca içimde yaşadığım zaman için yazdığımı içtenlikle ileri sürüyorum, ama bugünkü ünümden canım sıkılıyor: bu şan ve şeref değil, çünkü hâlâ hayattayım ve bu eski rüyalarımı yalanlamaya yetiyor; ama yoksa o rüyalara gizlice kapılıyor muyum hâlâ? pek sanmam: bana kalırsa kendime uyarladım onları: tanınmayan biri olarak ölme şansını kaybettiğime göre, kimi zaman yanlış anlaşılmış olmakla pohpohluyorum kendimi. grisélidis ölmedi ve pardaillan hâlâ benim içimde; strogoff da. ben, kendileri de yalnızca tanrı’ya dayananlara dayanıyorum, başkalarına değil ve tanrı’ya inanmıyorum. gelin de işin içinden çıkın! ben çıkamıyorum ve kimi zaman, kaybeden her şeyi kazanıyor oyununu oynayıp oynamadığımı düşünüyorum ve daha önceki bütün umutlarımı, bana kat kat daha fazla verilmesi amacıyla çiğnemek için elimden geleni yapıp yapmadığımı düşünüyorum. bu durumda philoktetes’ten başka bir şey olmayacağım ben: bu olağanüstü, ama pis kokan hasta adam, hiçbir koşul ileri sürmeden yayına kadar her şeyini teslim etmişti; ama emin olabilirsiniz ki, buna karşılık bir ödülü için için bekliyordu.

bir yana bırakalım bunları. mamie, şöyle der şüphesiz: “kurcalamayın bu işi ölümlüler. bırakın!’


deliliğimde sevdiğim yan, daha en baştan beri, beni “elit”lerin ayartmalarından kurtarmasıdır: kendimi hiçbir zaman bir “yeteneğin” mutlu sahibi olarak görmedim: biricik ilgi duyduğum şey kendimi kurtarmaktı, hem de elimde ve cebimde hiçbir şey olmadan, yalnızca çalışmayla ve inançla kurtarmak. işte artık katışıksız seçimim beni kimsenin üstüne yükseltmiyordu; donanımsız, araçsız ve gereçsiz olarak, bütün varlığımı, tüm benliğimin kurtarılmasına vermiştim. eğer olanaksız kurtuluş’u yedek parça deposuna atarsam, ne kalır geriye? bütün insanlardan yapılmış ve hepsi kadar değeri olan ve herkesin kendisi kadar değerli olduğu bir adam işte!




taste of cherry / abbas kiarostami













sizin görevinizin insanlara nasihat etmek ve rehberlik etmek olduğunu biliyorum.
fakat siz gençsiniz, daha zamanınız var, bunu daha sonra da yapabilirsiniz.
benim ellerinize ihtiyacım var. konuşmanıza ya da aklınıza ihtiyacım yok
şanslıyım ki şu eller sabırla, tahammülle ve azimle öğrendiğiniz gibi gerçek bir mümine ait.
bu işi halledebilecek en iyi kişi sensin.
biliyorum kararım senin inançlarına aykırı.
hayatı allah’ın verdiğine ve uygun gördüğünde onu alacağına inanıyorsun.
fakat insanın devam edemeyeceği bir an gelir...
tükenmiştir ve harekete geçmek için allah’ı bekleyemez.
o yüzden kendisi, harekete geçmeye karar verir.
o an,  “intihar”ın adlandırıldığı zamandır.
o zaman "intihar" sözcüğünün, sadece sözlüklere konulsun diye bulunmadığını kavrarsın.
o eylemsel bir uygulama olmak zorundadır.
işte o an uygulama vaktidir.
insan uygulaması üzerinde bir karara varmalıdır.
kendimi bu hayattan kurtarmaya karar verdim.
ne için mi?
bu anlamana yardım etmeyecektir, ve bunun hakkında seninle konuşamam,
anlayamazsınız. anlamayacağınız için değil.
çünkü benim hissettiklerimi, hissedemezsiniz.
duygularımı anlayıp, paylaşabilirsiniz, bana merhamet gösterebilirsiniz.
ama acımı hissedebilir misiniz? hayır.
acı çekersiniz ve ben de çekerim. sizi anlarım.
acımı anlayabilirsiniz, ama onu hissedemezsiniz.
sizi gerçek bir müslüman olarak gördüğüm için, bu yardımı istiyorum.
edebilir misiniz?

size nasihate ihtiyacım olmadığını söyledim.
eğer nasihat isteseydim, öğrenimini tamamlamış, daha fazla deneyimli birisine yönelirdim.
basit bir şekilde soruyorum ellerinizle yardımcı olmanız için.

intiharın, en büyük günahlardan birisi olduğunu biliyorum.
fakat mutsuz olmak da büyük bir günah. mutsuzken başka insanları incitirsiniz
bu da bir günah değil mi?
başkalarını incittiğinizde bu bir günah değil midir?
aileni incitiyorsun, arkadaşlarını.. kendini incitiyorsun
bu bir günah değil mi?
eğer seni incitirsem bu bir günah değildir
fakat kendimi öldürürsem, öyle midir?
size yakın olan insanları incitiyorsanız bu da büyük bir günahtır.
allah’ın bağışlayıcı ve dolayısıyla büyük olduğunu düşünüyorum.
o yarattıklarının acı çektiğini görmek istemez.
allah belki de bizi zorla yaşamaya mecbur etmeyeceğinden çok yücedir.
bu çözümü insana bağışlamasından dolayıdır.
bunun anlamı hakkında hiç düşündünüz mü?

7 Kasım 2015 Cumartesi

genç werther'in acıları / goethe



















bir melek! - tuu! bunu kendi sevdiği hakkında herkes söyler, değil mi? yine de, onun nasıl mükemmel olduğunu, niçin mükemmel olduğunu, sana anlatmaya muktedir değilim; yeter, bütün duyularımı tutsak etti.

hiçbir şey canımı, insanların, özellikle de her türlü sevince en fazla açık olabilecekleri yaşamlarının baharındaki genç kişilerin, birbirlerine eziyet etmelerinden, üç günlük ömürlerinde birbirlerine surat edip, israflarının bir daha yerine konamayacağını iş işten geçtikten sonra fark etmelerinden daha fazla sıkmıyor.

eyvah onlara ki, dedim, egemen oldukları bir kalbe karşı bu egemenliği, o kalbin kendi içinden uç veren basit sevinçleri gasp etmek için kullanırlar. dünyanın hiçbir armağanı, hiçbir lütfu, bir zalimin kıskanç huzursuzluğunun zehrettiği bir anlık zevkin yerini tutmaz.

gel, malchen, dedi sonra, çocuğun elinden tutup merdivenlerden indirerek, orada serin kaynakta yıkan, hemen, hemen, bir şey yok. - orada durup, küçüğün nasıl bir gayretle, sihirli kaynakta bütün kirlerin akıp gideceğine ve çirkin bir sakal bitmesi ayıbından kurtulacağına öylesine bir inançla ıslak ellerini yanaklarına sürdüğünü seyrettim; lotte'nin, yeter artık, demesine karşın, sanki çok yapmak az yapmaktan daha iyi olurmuş gibi, çocuk devam etti - yemin ederim, wilhelm, hiçbir vaftiz törenine daha fazla saygı duymadım, lotte yukarıya gelince, bir ulusu günahlarından arındıran bir peygambermiş gibi, ayaklarına kapanmak isterdim.

yok, kendimi aldatmıyorum! onun kara gözlerinde bana ve kaderime olan ilgisini okuyorum! evet hissediyorum ve kalbimin hislerine güveniyorum, beni - cenneti bu sözlerle ifade edeyim mi, edebilir miyim? - beni sevdiğini!
beni sevdiğini! –ve kendi kendime ne kadar değerli olduğumu, ne kadar- sana herhalde bunu söyleyebilirim, böyle bir anlayışın var seni– onun beni sevdiğinden beri, kendime ne kadar taptığımı!

bugün lotte'ye gidemedim, kaçınılmaz bir toplantı beni engelledi. neydi yapılması gereken? hizmetçimi ona gönderdim, sırf bugün onun yakınında olan bir insan etrafımda olsun diye. nasıl bir sabırsızlıkla onun dönüşünü bekledim, nasıl bir sevinçle onu karşıladım! utanmasaydım, başına sarılıp öpecektim.

güneş konunca, onun ışıklarını çeken ve geceleyin bir süre ışıyan bonon taşı varmış. bu oğlan da benim için öyleydi. lotte’nin bakışlarının, onun yüzünde, yanaklarında, ceket düğmelerinde ve abasının yakasında dolandığı duygusu, bütün bunları benim için öyle kutsal, öyle değerli kıldı! o an bu genci bin taler’e bırakmazdım. onun yanında o kadar iyi hissediyordum kendimi. –tanrı vere de buna gülmeyesin. wilhelm, iyi olduğumuz zaman hayal mi görüyoruz?

annemin beni faaliyet içinde görmek istediğini, söylüyorsun; bu beni güldürdü. şimdi de faal değil miyim? ve aslında hepsi bir değil mi: ha bezelye saymışım, ha mercimek? dünyada her şey bir rezilliğe çıkıyor ve kendi tutkusu, gereksinimi olmadan, başkaları istiyor diye, para ya da şan için çalışıp didinen bir insan budalanın tekidir.

insanın sonsuz mutluluğu olan şey, yine onun sefaletinin kaynağı olmak zorunda mıydı?

boşuna uzatıyorum kollarımı ona, sabahları, ağır rüyalardan ağarırken, beyhude arıyorum onu geceleri yatağımda, mutlu safiyane bir düş beni aldatınca, çayırda onun yanında oturup, binlerce öpücükle onu örtüyormuşumca.

hayal gücüm, doğa duygum yok ve kitaplardan iğreniyorum. kendi kendimizin eksiğiysek, o zaman her şey eksik oluyor. yemin ederim sana, salt gelecek günden bir beklentim, bir umut itkim olsun diye, sabah uyanınca bazen bir gündelikçi olmayı arzuluyorum. boynuna kadar evrakların içine batmış gördüğüm albert'e imreniyorum çok zaman ve onun yerinde olsam sanki keyfim daha iyi olurmuş sanıyorum.

ah, bu boşluk, burada göğsümde hissettiğim bu korkunç boşluk! - sık sık düşünüyorum: onu bir defa olsun, yalnız bir defacık şu bağra basabilsen, bütün bu boşluk dolardı.

dün ben giderken, elini uzatarak dedi: hoşçakal, sevgili werther! - sevgili werther! bana ilk defa sevgili diye hitab ediyordu ve bu iliğime, kemiğime işledi. kendi kendime yüz defa tekrarladım ve dün yatağa giderken kendi kendime her türlü şeyi konuşurken, birden şöyle dedim: iyi geceler, sevgili werther! sonra da kendime güldüm.

durup, gözlerini bana dikti. - werther, dedi, ruhumu delen bir gülümseyişle, werther, siz çok hastasınız, en sevdiğiniz yemeklere karşı koyuyorsunuz. - ondan koptum ve - tanrım! felâketimi görüyorsun ve bunu sona erdireceksin.

nedir insan, o övülmüş yarı tanrı! en fazla ihtiyacı olduğu yerde, gücü güdük değil mi? ve sevinçten uçsa da, üzüntüden batsa da, her iki halde de işte orada durdurulmuyor mu, yittiğini sandığı sonsuzluğun bolluğunda kör, soğuk bilince tekrar geri sürülmüyor mu?

31 Ekim 2015 Cumartesi

sevmekten / füruğ ferruhzad


bu gece gözlerinin göğünden
şiirime yıldız yağıyor
kağıtların beyaz sessizliğinde
kıvılcım ekiyor pençelerim

sıtmalı, divane şiirim
arzuların yarığından mahçup
yeniden yakıyor vücudunu onun
ateşlerin ebedi susuzluğu

evet, sevmenin başlangıcıdır bu
gerçi belirsizdir yolun sonu
ama ben artık düşünmüyorum sonu
sevmektir güzel olan çünkü

karanlıktan sakınmak niye
gece elmas damlalarıyla doludur
geceden geriye kalansa
sarhoş eden leylak kokusudur

ah bırak kaybolayım sende
benden iz sürerek bulamasın artık kimse izimi
yakıcı ruhun ve nemli ahın
şarkımın gövdesinde essin dursun

ah bırak bu açık pencereden
rüyaların ipekleri üzerinde uyuyarak
ışıltılı bir kanatla uçayım
dünyanın hisarlarından geçeyim

hayattan ne istiyorum biliyorsun
ben sen olayım, sen, tepeden tırnağa sen
bin defa gelmek mümkün olsa dünyaya
her defasında sen, her defasında sen

bir denizdir bende saklı olan
ne zaman güç bulacağım saklamaya kendimi
keşke sana bu korkulu tufanı
anlatacak gücüm olsaydı

öyle doluyum ki seninle
çöllerde koşmak
dağa taşa vurmak başımı
gövdemi dalgalara atmak istiyorum

öyle doluyum ki seninle
kendimden döküleceğim toz gibi
bastığın yere baş koyacağım usulca
uçarı gölgene asılıp kalacağım

evet, sevmenin başlangıcıdır bu
gerçi belirsizdir yolun sonu
ama ben artık düşünmüyorum sonu
sevmektir güzel olan çünkü

23 Ekim 2015 Cuma

kuş ölümlüdür / füruğ ferrunzad


bir şey söylemeli
tan yeri ışırken
evrenin birdenbire bir büluğ duygusuyla
bilinmez bir şeyle birleştiği
o titreyen anda.
ta içimden istiyorum
bir isyana kapılmayı
ta içimden geliyor
yağmak, o büyük buluttan
ta içimden geliyor
söylemek: hayır! hayır! hayır! hayır!
- gidelim.
- bir şey söylemeli
- kadeh, yatak, yalnızlık, uyku?!
- gidelim

ve o şaşırtıcı yüz
konuştu benimle pencerenin öbür yanından ve dedi ki:
hak, açıp gözünü görenindir
ben ürkütücüyüm yitme duygusu gibi
ama gene de tanrım,
nasıl korkulur benden?
sisli çatıları üstünde gökyüzünün
hafif ve başıboş dolaşan
bir uçurtmadan başka
hiç bir şey olmayan benden?
aşkımı, isteğimi, nefret ve acılarımı
gece ayrılığında mezarların
kemirmiştir adı ölüm olan bir fare; demekte.
kuş ölümlüdür; şiiri, kısacıktır furuğ'un.
kederliyim
kederliyim,
balkona çıkıyorum ve gecenin
gergin tenine dokunuyor parmaklarım
sönmüş tüm bağlantı ışıkları
sönmüş tüm bağlantı ışıkları
artık kimse güneşle tanıştırmayacak beni
kimse götürmeyecek
serçelerin şölenine
uçuşu hatırla
kuş ölümlüdür..

bilirim bir kışa hazırlanmayı / turgut uyar

sana bir boyun atkısı gerek. çünkü kış geldi.
ve sular bir uzun geçmişe hazırlanır. nerdeyse.
bir çocuk ölür. bir kadın hastalanır. odalar
bulutlanır.
su içmekten. uzak. bir köfte kokusundan
insan
uzak
bir memleket havasından.
belli belirsiz bir şeylerden utanır.
yapışkan ve dayanıksız bir vidanın eşliğinde
gece.
hatırlarız bir günlerde üşümediklerimizi.
üşümeyeceklerimizi.

kimilerine bir şarkı gibi gelir bütün bunlar. oysa.
bir kez daha söylüyorum üstümüze yağanları.
uzuneski.
olumsuz. güneşlere aykırı.
haziran mintanları. kopkoyu kent garları.
alınıp götürülenler. yerlerine konanlar.
anladığımız ve.
şaştığımız kalabalıklar. bir korku
aşka benzer yalınlığı. bir korku.
kuduz korkusu gibi sudan.
bir korku.
semercilerin. bakırcıların. nalbantların. arzuhalcilerin.
kantarcıların ve demircilerin ve çilingirlerin.
parmakçıların dinsizlik korkusu. takunyecilerin.
bir odada kalanların ölüm korkusu.
bileycilerin, bezzazların ve ölü yıkayıcıların.
ve pazarcıların. gökyüzü korkusu.
bütün garipliğiyle esnaf çarşılarının
ve uygunluğuyla ve yenilmişliğiyle
bir sancı gibi dolanır içimizi.
yarı aç yarı tok dolaştığımız bir ankara’da
bir haşhaş gibi sanki. bir acı su.
bir yağmur cömertliğiyle anadolu’dan
dolaşır içimizi.
onların akşamları.

(yaralı olmak
yerinde olmamak
uzun gecikmesi son kesinliğin
bir sabah biliyoruz elbet neyi bölüştüğümüzü
göz göze
bakışınca. biliyoruz
neyi bölüştüğümüzü.
konuşmasak da.)

şimdi tutalım bu diriliği artık. zamanıdır.
zamanıdır. neredeyse kar başlar. küçük kuşlar ölür.
semerciler ve dilsizler ölür.
seninle ben kalırız. yeni bir yaşamaya.
gökler ve kentler ufalır. seninle ben kalırız.
o şarkı sanılanlar bir kavga halini alır.
neredeyse kar başlar.
birini düşünür gibi oluruz. biliyorum
ellerin de üşür. biliyorum ama
isıtabilirsin onları. o ateşte.
hazırsın da. biliyorum. ama
sana bir boyun atkısı gerek. kış geldi.

22 Ekim 2015 Perşembe

malatyalı abdo için bir konuşma / turgut uyar



her şey akıp gider
oh onlar birer ayçiçeğidir yüzleri
güneşe ve aya dönen
hep güneşe
ve ben ruhçulara göre şaşkın
zevcelere göre alkoliktim

evet gerçekten hayatımda çok içtim
ne kadar içtim, ne kadar duraklardan geçtim
öfkenin ve sevincin özrüne sığınıp
ama. bir akşam oldu muydu iyi bir akşam
yani saksı çiçeklerinin üzerine tozlar konan
ve çalışmışsam o gün, dürüst ve islâm kalmışsam
bu iyi bir başlangıçtır derim aşk yapmaya.
sular ısıtılmalı güğümlerde ve karım
güneşin batışını fark etmeli ve deniz
bir kavga gibi girebilmeli aramıza
fark etmeli ki iyi bir güneş iyi bir yataktır
benim kollarıma
ve fayton seslerini duymalıdır loşluğa giden
benim kollarıma.
bilmem yetkim var mıdır söylemeye onun

anadan doğma mutsuz olduğunu.
mutluluk evrenseldir kolayca bölüşülür
kolayca hazırlanır kendiliğinden
(kimine bir kadın kimine bir başkaldırma) –

oysa şimşekler çaktı mıydı bolkar’ ın üzerinden
sular tarlaları bozdu muydu
ve bir kadın azıcık davet taşıdı mıydı
neden söylememeli, anadolu’ da
gecelerin zifaf olmaması imkânsızdı
ve kocaman bıyıklarıyla
ayışığını zorlayan
çoğalma duyguları

bu arada tiyatrolar oynanır
hak edilmiş gece ayasını karıştırır insanın
ve birden karşı karşıya gelir
romeo ile kerem ve ben
bir düzeni eğitimli bir adam olarak kabullenen
susarım aşklarına her ikisinin
-araya koca gözlü bir küçük kız girmese-
sevmek başka bir yetenektir hemen anlarım.
hemen anlarım, hiç yanılmam
ve çarşılarda, cami avlularında
ahşap çatılar altında nice kültürler gelişmiştir
bilirim. ama bir akşam
hak edilmemiş bir akşam
dürüst ve islâm kalmamışsam
yeter kendimi yargılamama
bir şey yapmam
biraz daha beklerim –

- her şey akıp gider, bir katı hüzün kalır
her zaman geceleyin kalır o, bazen gündüzün kalır
beyaz gömleklerin ve kayıt defterlerinin
banka sıralarının ve sıra beklemelerin
ve bir düzenle yüzyüze gelmenin anısı
bugün başka şey ve başka bir şeydir yarın
ah! işte öyle bakmayın
bir geçmişi anmaya var mısınız
biraz benimle, biraz benimle, biraz uzak ama yarın
geçer gidersiniz uzaklardasınız.
ben de bu dünyaya geldim geleli
benden böylece işte ne umarsınız.
ah! her şey akıp gider, bir tarlalar ve sevda kalır
ne sevdadır ne bıçaktır, utançlardır saklanır
çocuklar bir gecedirler girerler yatağımıza.
birisi sağımıza, birisi uykumuza ve biri mirasımıza
ve gizli bir başeğmedir sizde aşk
kilimlerle ve orkidelerle oyalanan
bizde bunun kim farkına varır. –

- koca bıyıklarıyla indi malatya’ dan
çarşılar ve ortahalli evler
semaverler ve hamurtahtaları uyanmadan.
malatya’ nın kâhta kasabasından ve kâhta’ nın
uzun, silik, uzunsilik, uzun
bir davalı mezrasından.
güldü ve bülbüldü
yolları ve dağları yassılaştıran,
bense bir şehirden bir oğlan
sonunun nereye varacağı belli olmayan,
adı ya büyük bir aşka karışan
ya da hiç hatırlanmayan.
soyumuz geçerlidir biliyorum geçerlidir,
sık sık unutulan soyumuz
geçerlidir
bir kıyıya bir sandal gibi bağlanan.
gelirdi.
malatya’ nın kâhta kasabasından
kocaman bıyıklarıyla,
adı bir kanuna hemen uygulanan
kâhta’ nın
ve o sonsuz bülbülü avucunda taşıyan
ve o sonsuz gülü avucunda taşıyan
yani koca bıyıklarıyla güllü ve bülbüllü bir adam
gelmiş geçmiş bütün öbür şeylerin
her şeysini bir parça kendinde taşıyan
kentinde taşıyan
(dumanlı ve derin ve karşılıksız
şiirine ve geçmişine küskün)
kucağında
büyük gözlü bir kız çocuğu taşıyan.

banka bağışı sıralarda oturdular oturdular
ürkek ve şaşkın girdiler röntgen odasına
fakülte hastanesinde ikiyüzbir sıra numarasında
o kız çocuğuyla kucağında
kocaman gözleri, babasının
kocaman bıyıklarını yadırgatmayan,
öyle dağlı aşklara alışkın öyle müslüman
kocaman bir kız çocuğu
şöyle ki
vilâdî kalça çıkığından daha kahraman.
insan tükenir sanırım bir çiçeğe durmadan baksa bile
bir güzel aşk okusa bile.
biz nerden tükeniriz adımız saydam
hele akşam oldu muydu çok daha saydam,
kapanır gideriz sözlükteki bir aşk anlamına
ve tabancamız yok.

bilmeyiz silâhı yerinde kullanmayı
kimbilir silâhı yerinde kullanmayı
dağlı aşklardan ve kan davalarından başka?
ve kadınını bir alet gibi güzel kullanan
kucağında iki yaşında bir çocuk
kocaman bıyıklı adam. –

ben de bu dünyaya geldim geleli
“giderdi
bir atlı giderdi dünyayı umursamayan
ve terkisinde gebe kalınan
büyük bir atlı
durup bütün kinsizliğiyle.

kucağında büyük gözlü bir kız çocuğuyla koşuşan
elleri paraya alışkın olmayan
kocaman bıyıklı bir adam.
ne kadar hoyratsınız ve uzaktasınız.
bu çok az bir şeydir biliyorum
belki balkona asılan çamaşırlar
ve bir otobüs parası biliyorum
senin sonun çamaşırlar asılı bir balkona varırdı
bir sokağın en güzel adına varırdı
biraz islâm, biraz yaban ve cünüp
ve batı ve para en güzel kurtuluştu.”
ben de bu dünyaya geldim geleli
ucu mor püsküllü marpucum mu var
ya bir savaş çıkar bozar dengemi
ya bir ahu gözlü kıyar canıma
ah! şimdi bakmayın kocaman bıyıklarıma
kucağımda kuş gözlü bir küçük kız
kentlerde o anasız ben kadınsız
tumturak bir nasır boğazımda
her şey akıp gider bir katı hüzün kalır
her zaman geceleyin kalır o, bazan gündüzün kalır
ben de bu dünyaya geldim geleli
ölmezsem, öldürmezsem
kim benim farkıma varır?

16 Temmuz 2015 Perşembe

sen / yavuz bülent bakiler



bir dağ başı yalnızlığı yaşıyorum yeniden
dağ başı yalnızlığı ölümden beter
hiç kimse aramasa sormasa beni
sen gelsen yeter.

huzur ellerinin güzelliğidir
gözlerin karşımda mutluluk denizi
her sabah soframızda ekmeğimizi
sen bölsen yeter.

yüreğim seninle yaylalar kadar serin
ne bir çizgi hasret, ne bir nokta gam
yayla dumanı gibi gözlerime her akşam
sen dolsan yeter.

bende çaresizlik sonsuz kördüğüm
bende sabır sende naz
gündüzünden vazgeçtim düşümde biraz
bir yüz görümlüğü sen olsan yeter.

duymasa da hiç kimse şâir gönlümün
sende karar kıldığını
ve içimin şerha şerha yarıldığını
sen bilsen yeter.

bir gün duysan bittiğimi, tükendiğimi
çıkıp gelsen uzaklardan korkulu ürkek
bir incecik dal gibi üzerime titreyerek
eğilsen yeter.

20 Haziran 2015 Cumartesi

posta kutusundaki mızıka / ali ural



















s10
ilk mektubumda, ne kadar çok söz ettim mektuptan sana. mektuptan söz ettim çünkü kağıdın mektuba dönüşmesi, kurşunun altına dönüşmesinden daha az hayret verici değildir. mektuptan söz ettim çünkü elinde tuttuğun kağıt artık kağıt değildir. ne fuzuli gibi dokuz akçe maaşımı alamadığım için şikayetname yazacağım. ne bağdatlı ruhi gibi kırk bir beyitlik bir manzumeyle anlatacağım. kanuni'nin "ben ki sultan'ı salatin ve burhan-ı havakin" diye başlayıp "ve sen ki france vilayeti'nin kralı françeskosun" diye sadede geldiği mektubun taahütlü olarak iade edildiği bir zamandan sana ne yazağım.

s14
"sabah sabah insanını denedim dünyanın, cimriliklerle dolu deriler yürüyordu, başka bir şey görmedim" imam şafii

s17
o halde, “bizi mutlu kılan şey şartlardan çok, ruhumuzdur” voltaire. istemekle değil, istememekle hür olan ruhumuz.

s31
rejisör bir filmde rol almak isteyen genç kıza; “eğer iki kelimeyi istediğim gibi söyleyebilirsen, sana rol verebilirim” demiş, genç kız da; “tabi söylerim. nedir bu iki kelime?” diye sormuştu. rejisör: “sadece üç kere bana ; ‘gel buraya!’ diyeceksin. ” demiş, genç kız, bundan daha kolay ne var, diye düşünürken, rejisör konuşmaya devam etmişti. “birincisinde sevgilinle bir münakaşadan sonra ona artık ayrılman gerektiğini söylüyorsun o başı eğik kapıya doğru giderken, ceketinin cebinde tabanca olduğunu fark ediyorsun. hayatına son vereceğini seziyor, birdenbire onun senin için her şey olduğunu anlıyor ve büyük bir pişmanlıkla:
- ‘gel buraya!’ diyorsun.

“ikinci olarak, kendini küçük bir çocuğun annesi yerine koyacaksın. çocuk dört yaşındadır. sen ona bayramlık elbiselerini giydirmiş, balkonda oturmasını, hiçbir yere gitmemesini sıkı sıkıya tembih etmişsin. sana itaat etmiyor ve sokağa fırlıyor. tam o sırada köşede bir kamyon belirliyor ve çocuk bir anda yere düşüp çamurlara bulanıyor. allahtan ezilmiyor. sen dehşet içindesin. bir yandan allah’a şükrederken, diğer yandan sana itaat etmediği için çocuğa son derece kızgınsın. işte bu duygularla ona:
- ‘gel buraya!’ diyorsun

“son olarak da, bir tacirin karısısın. kocan iflas etmiş. evin dışında alacaklılar kocanı linç etmek için bekliyor. fakat kocan, onuruna dokunan bu durum karşısında kalbine sıktığı bir kurşunla can veriyor. sen de sokak kapısını açıp, dışarıdaki kalabalığı elebaşısına:
- ‘gel buraya’ diyorsun
sevgili dost,
kızın bu sözler üzerine filmde rol almak istemekten vazgeçip geçmediğini bilemiyoruz. bildiğimiz, sesin tonunun kelimelere hayat verdiği ya da öldürdüğür.
sevgili dost,
gel buraya!

s33
sevgili dost,bak ne diyor stefan zweig;
‘‘hayır, sağlamları, kendine güvenenleri, gururluları, neşelileri, sevinçli olanları sevmenin anlamı yoktu; onların ihtiyacı yoktu buna. bu gibiler sevgiyi sanki kendilerine ödenmesi gereken bir borçmuş gibi, yukarıdan bakarak, umursamaz bir halle kabul ederler. bir insanın kendisini vermesi, onlar için gelişigüzel bir olay, saçlarına taktıkları bir süs, kollarına geçirdikleri bir bileziktir sanki. ancak kaderin tokadını yemiş, kendine güvenlerini yitirmiş, hor görülmüş, çirken yaradılmış olanlara sevgi gerçek bir destek olur. yalnız böyleleri bilir sevmeyi, sevilmeyi; şükran duygularıyla, alçak gönüllülükle sevmek gerektiğini ancak onlar bilir.’’

s35
john stuart mill’in: ‘ne zor şeydir sevilen birini katletmek!’ sözünü önüme bir kalkan gibi tuttuğunu görüyorum. o kalkanı sana aynı düşünürün bir başka sözüyle indirtmek isterim: ‘insanlar gibi devirler de yanılmaz değillerdir; zira her devre hâkim olan birçok düşünceyi sonraki çağlar yanlış bulmakla kalmamış, aynı zamanda saçma saymışladır’.
sevgili dost, herkesin seviyormuş gibi yaptığı,ancak sevginin ne olduğunu pek az kimsenin bildiği bir zamanda yaşıyoruz . belki de bütün zamanlar böyleydi. imam-ı şafiî’ye :
‘‘o kadar insanla dostluk kurdum ki; ellerim dolu sanıyordum. başıma bir bela geldiğinde, kimseye acımayan zamandan şiddetliydi; dostlarımın ihaneti!’’ dedirten hangi duygularsa ondan yüzyıllar önce yaşayan hesiedos’a:
‘‘sevme beni sözlerle, şuurlu ol hem de duy içinden.seversen beni eğer,samimi olmalı duygun;ya sev ta içten ya tamamen bırak!’’ dedirten de aynı duygulardı.

s40
aristo’nun tabiriyle; ‘birbirlerine hoş ve faydalı görünmedikleri gün birbirlerini artık sevmeyen’ dostlarla ne işimiz var bizim. bizim, peygamberi ısırmasın diye ayağını yılan deliğinin üstüne kapatan (hz)ebu bekir’imiz,suikastı haber alınca peygamberin yatağına yatan(hz) ali’miz var.son yudum suyu birbirlerine gönderip susuz şehit olan sahabilerimiz var bizim. bizim ‘‘iman etmedikçe cennete giremezsiniz,birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız’’, ‘‘sizden biriniz kendisi için sevdiğini müslüman kardeşi içinde sevmedikçe(istemedikçe) gerçek mü’min olamaz’’, ‘‘size aranızdaki sevgiyi artıracak bir şey söyleyeyim mi, selamlaşınız’’, ‘‘hediyeleşiniz ki aranızdaki sevgi artsın’’diyen bir peygamberimiz var! ‘sevelim,sevilelim,dünya kimseye kalmaz’ diyen yunus’umuz,düşmanın attığı taştan değil, dostun attığı gülden incinen hallacı mansur’umuz var.
sevgili dost,
dostluk gündüz görünmez; o, ateşböceği gibi yalnız geceleyin parlar.

s51
hz. ömer, her sabah kapısına vurup, “ölüm var ey ömer! ölüm var” demesi için bir adam tutuyor. bize, “kelepir daire var” diyen emlakçılar nasıl hatırlatacak ölümü.

s61
olimpia'ya gidip atletizm müsabakalarını görmek için, uzun bir seyahate katlanırsınız. fidyas'ın güzel bir heykelini görmek için de, daha uzun bir yolculuğa katlanır ve onları görme zevkini tatmadan ölmeyi büyük bir felaket sayarsınız. fakat fidyas'ın heykellerinden çok üstün olan ve görmek için de pek uzağa gitmeye gerek olmayan, ne o kadar zahmete ne de o kadar yorgunluğa mal olmayan, her yerde görülen eserleri seyretme arzusunu asla duymayacak mısınız? acaba asla aklınıza kim olduğunuzu ve niçin doğmuş olduğunuzu düşünme kaygısı gelmeyecek mi? tanrının, bilmeniz ve tanımanız için gözünüzün önüne serdiği, kainatın o kadar imrenmeye layık manzaralarına hiç dikkat etmeden mi öleceksiniz?

s65
yalnız yaşamaktan bıkan bir çiftçi şehre gitti, bir kız bulup evlendi; karısını, tek atlı arabasına bindirip çiftliğinin yolunu tuttu.
yolda atın ayağı takılıp düşer gibi oldu. çiftçi: ‘bu bir!’ dedi. biraz sonra at yine tökezledi. çiftçi: ‘bu iki!’ dedi ve yola devam ettiler. az sonra zavallı at, aynı şekilde ayağı sürçüp sendeleyince çiftçi: ‘bu da üç!’ deyip tabancasını çekerek hayvanı vurdu.
yeni gelinin aklı başından gitti. ‘seni gidi kalpsiz!’ diye bağırdı ve kocasına şiddetli bir tokat attı.  kocası sesini çıkarmadan bir süre onu süzdü ve; ‘bu bir!’ dedi.”

s67
şimdi marifet dört ikiyle kapı almak değil, açık taş verse de kırmak. maça yüklenmek değil, son dakika golü atmak. sadece piyonları değil, atları, filleri, kaleleri ve veziri de hesaba katmadan, şaha kul köle olmak. şimdi küs yaşıyorlar; marifet ve iltifat. hüner ayakları üstünde durmak değil, çekiçle duvara çakılmak...

s78
''kalpler ancak allah'ı anarak huzur bulur,'' ayetini biraz daha dikkatli okuyacak olsak, basınç odasının yerini göreceğiz. evet, bu ayet, adına ''stres'' denen çağdaş basıncı düşürecek ilahi bir odaya, kur'an'a çağırıyor bizi.  frankenstein'ın yaratığı değil, allah'ın kulu olmak ne güzel!
ne güzel ''allah en büyüktür,'' sözü.

s82
bazı kuyuların suyu içilmez; acıdır. bazı kuyular derindir; görünmez suyu. bazı kuyular kördür; göremezler. benim kuyum, benim kuyum sevgili dostum öyle derindir ki; içine taş attığın zaman suyun sesini duyamazsın. bağırsan sesin geri gelmez. bakracı sarkıtsan ip yetmez.

s83
albert camus da tanıyormuş terzimi. nereden mi öğrendim? şu satırlarından:
''son yıllarda gördüklerimiz bizde bir şeyi kırdı. bu şey, insanın güvenidir; o güven ki insanlığın dilini konuştuk mu, bir başkasından insanca karşılık göreceğimize inandırdı bizi. gözlerimizin önünde yalan söylediler, insanı küçülttüler, öldürdüler, sürdüler, işkencelere soktular. ve hiçbir sefer bunu yapanları yaptıklarının kötü olduğuna inandırmak mümkün olmadı. çünkü kendilerinden emindiler. insanlar arasında sürüp giden uzun diyalog bitti.''

s87
evet, bana öyle bir halık ve rab lazım ki, en küçük hatırat-ı kalbimi ve en hafî niyazımı bilecek; ve en gizli ihtiyac-ı rûhumu yerine getirdiği gibi, bana saadet-i ebediyeyi vermek için, koca dünyayı ahirete tebdil(değiştirecek) edecek ve bu dünyayı kaldırıp ahireti yerine kuracak; hem sineği halk ettiği gibi semavatı da îcad edecek; hem güneşi semanın yüzüne bir göz olarak çaktığı gibi, bir zerreyi de gözbebeğimde yerleştirecek bir kudrete malik olsun. yoksa, sineği halk edemeyen, hatırat-ı kalbime müdahale edemez, niyaz-ı rûhumu işitemez. semavatı halk etmeyen, saadet-i ebediyeyi bana veremez. öyle ise, benim rabbim odur ki, hem hatırat-ı kalbimi ıslah eder, hem cevv-i havayı bulutlarla bir saatte doldurup boşalttığı gibi dünyayı ahirete tebdil edip, cenneti yapıp, kapısını bana açar, "haydi gir" der. (tarhiçe i hayat)

s91
büyüyünce doktor olmak isteyen çocuklar, büyüyünce cellat oldular.mirasları için anne ve babalarını, kalpleri için sevgililerini, ilkeleri için kendilerini öldürdüler.iskemlenin ayağına vurmak,iskemlede oturmaktan önemli oldu.kovboy filmlerinde hapishanenin önünde birikip :“şerif onu bize ver!"diye bağıran linç adamları, film bittikten sonra sinemadan çıkıp aramıza karıştılar.bizi nerede sıkıştıracaklarını ve nerede karşımıza çıkacaklarını bilmiyoruz.binbir surat gibi sürekli surat değiştiriyorlar.dolunay gördüklerinde değil hilal gördüklerinde kurt adam oluyorlar.

s104
“cahiller bilmezler yarımın bütünden çok olduğunu”
acaba bir şeyin tamamına sahip olmak insanı hoyrat ve küstah mı yapıyordu. vuslattan sonra bunun için mi bitiyordu aşklar. bunun için mi zerafeti korumak güçleşiyor ve davranışlara sızıyordu isyan.

s123
sevgili dost,
sevginin eli, midas'ın elleri gibi dokunduğu her şeyi altına çeviriyor. simitlerin susamlarını, balıkların pullarını, dolmakalemlerin uçlarını parlatan o el işte. o elle düğmeye dokunuyorsunuz, ışık yanıyor. o elle veda ediliyor hüzne.
bir kilimi üzerinde sevgiliniz gezinecekmiş, bir kaşkolu çocuğunuz boynuna dolayacakmış gibi dokur, bir binayı içinde anneniz oturacakmış gibi yaparsanız, ne o kilim eskir, ne o kaşkol solar, ne o bina yıkılır.
sevgili dost,  çaba istiyor sevgi. tohum yetmiyor, çapa istiyor sevgi.

18 Haziran 2015 Perşembe

merhamet / arthur schopenhauer




















hayatın hiçliği ve acılara dair
(arthur schopenhauer)

...geçmişi geri gelmeyen, geleceği belirsiz, gri bir bulut yaşadığımız an.

...acıyı, korkuyu, endişeyi hissederiz. fakat acısızlığı, korkusuzluğu, endişesizliği hissedemeyiz.

...acı: anlık sevincin tersi. istemsizce.

...sağlığı, gençliği, özgürlüğü… hayatın 3 iyisini sahip olduğumuzda bile içselleştiremeyiz. canımız sıkıldığı anı içselleştirebiliriz, neşeyi değil.

...varoluşumuz, mutluluk duygusunun en az hissedildiği an mutluluk verir.

...büyük bir mutluluğun hatırlattığı yegane şey ardından gelen mutsuzluk yığınıdır.

...hayat boyu karşılaşılan olumlu ve olumsuz şeylerin bilançosu çıkarıldığında iyilik mi çok kötülük mü anlaşılacaktır.

...bin iyilik, bir kötülük değerinde bile değildir. çünkü binlerce kişinin mutluluk içerisinde yaşaması bile, bir kişinin işkence sırasında duyduğu acıyı yok edecek kadar büyük bir haz değildir.

...bugün ki neşen, geçmişteki acıları zerre dindiremez ve kötülüğün sadece var olması yeterlidir.

...çevremizdeki her şey cehennemdeymişçesine kükürt kokmakta. herşeyde bir eksiklik var. hoş olan, hoş olmayan her ne varsa. her zevk eksiktir, yarımdır. her eğlence rahatsızlığı da beraberinde getirir. her rahatlama, sıkıntılarını kendiliğinden çağırır.

...gerçek kötülüğün nedeni, insan denilen varlığın kendisidir.

insan insanın kurdudur (platon) insan insanın şeytanıdır (dante) insan ne ki temiz olsun (kosmos) insan yaratılmışların en şereflisi olarak yaratıldı ve (tin süresi) insan yumuşak tuylu kedi gibidir (eskilerin sözü)

… ve insan varoluşu itibariyle şeytan olmaya yatkındır. genel olarak adaletsizlik, insafsızlık, kötülük asıldır. bu nedenle yasalara ve devlete ihtiyaç duyulur.

...gerçek anlamda insanı mutlu edebilecek hiçbir şey yoktur. denilebilir ki, mutlu olanların en mutlu olduğu an uyuduğu andır ve mutsuz olanların en mutsuz olduğu an ise uyandıkları andır.

...insanlar mutsuz olduklarından dolayı, başka insanların mutlu olmalarına katlanamamaktadırlar. mutlu olan ise kendi neşesi ile tüm dünyanın neşelenmesini ister.

...eğer hayat kâle alınır ve hiçliğe tercih edilebilecek bir şey olsaydı, zaman hayattan çıkış kapısı bu denli korkunç bekçiler olan ölüm ve ölüm korkusu tarafından tutulamazdı. kim katlanabilir ölmeye ve yaşamaya.

...var olmak ve yaşama isteği hayata dair kör bir istektir. varoluşun belirli bir anlamı yoktur.
iyimserliğe ihtiyaç duyulur fakat ardından çığlık atılarak tanık olunur sefalete.

...mutlu bir çığlığı ikiyüzlü olmayanlar atamaz. iyimserlik, yaşama isteğinin hatalı bir telaffuzu olmaktan öte bir şey değildir.

...trokyalılar bebeği ağıtlarla karşılar, ölüleri sevinçle gönderirler. meksikalılar yeni doğan çocuğa “oğlum sen sabretmek için doğdun. öyleyse sabret, acık çek ve sus” derler. (incil’de eyüp peygamberin babasının evinde doğan çocuğa yas tutulur)



19 Mayıs 2015 Salı

sen güzel insansın / birhan keskin

“…
sen güzel insansın
herkes biliyor bunu
yaramı alıp uzak şehirlere gidiyorsun
-saçlarımı düz bir denize ısmarlıyorum

utanma! ayıp değil ki bu
bak ben utanıyor muyum?
kanayana kadar dizlerim, misket oynarken
hem, unutma herkes birilerinin yarasını taşır uzaklara.”

aşıklar ölmez / yunus emre


ya rab bu ne derttir derman bulunmaz
benim garip gönlüm aşktan usanmaz
âşık ki cana kaldı aşık olmaz
cânın terketmeyen, ma'şukun bulmaz

âşk pazarıdır bu canlar satılır
satarım canımı kimseler almaz
âşık, bir kişidir, bu dünya malın
ahiret korkusun bir pula saymaz

bu dünya ol ahiretten içeri
âşıkın yeri var kimseler bilmez
yunus öldü diye sela verirler
ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez

14 Mayıs 2015 Perşembe

bozkırkurdu / hermann hesse



















yalnızca kaçıklar için

s3
“harry kendi içinde bir 'insan' bulur, düşüncelerden, duygulardan, uygarlıktan, dizginlenmiş ve yüceltilmiş doğadan kurulup çatılmış bir dünyadır bu; ayrıca, bir ‘kurt’ bulur içinde, içgüdülerden, vahşilikten, acımasızlıktan, yüceltilmemiş, yontulmamış doğadan bir dünya bulur. varlığının böyle açık seçik ikiye ayrılmasına, birbirine düşman iki yarıma bölünmesine karşın, yine de kurt ile insanın bazı mutlu anlarda birbiriyle kardeş kardeş geçindiğini görür”

uçarı bir “yaşam” insanı olmaya kalkışan katıksız bir “düşün” insanının, bu ikilemin gelgitleriyle oradan oraya savrulan yalnız bir ruhun, bozkırkurdu’nun hikâyesi. aydın geçinenlerin, bildikleriyle büyüklenenlerin, bilmediklerini küçümseyenlerin, bunu yaparken -bilinçli ya da bilinçsiz- yaşamı kaçıranların yüzüne inen bir tokat.


s11
… acı çeken bu kişinin hastalığı doğasındaki bir kusurdan değil, birbirlerine uyum sağlayamamış yetenek ve güçlerinin zenginliğinden ileri gelmektedir. haller' in acı çekmekte deha sahibi bir kişi olduğunu, nietzsche'nin bazı özdeyişlerini doğrular nitelikte dâhiyane denecek, sınırsız ve korkunç bir acı çekme yeteneğini kendi içinde geliştirdiğini anlamıştım.


s25
... derken ruhum güçlü duyguları, güçlü heyecanları yaşamaya yönelik şiddetli bir istekle yanıp tutuşuyor, gönlüm bu renksiz, sığ, belli normlara uydurulup sterilize edilmiş yaşama ateş püskürüyor; bir şeyi, örneğin bir mağazayı, bir katedrali ya da kendimi kırıp dökmek, pervasızca aptallıklara kalkışmak, önlerinde el pençe divan durulan saygıdeğer beylerin başlarından peruklarını sıyırıp almak, birkaç asi okul öğrencisinin eline özledikleri hamburg gezisi için gereken biletleri tutuşturmak, küçük bir kızı baştan çıkarmak ya da burjuva dünya düzeninin kimi temsilcilerinin kafalarını koparmak için çılgınca bir heves duyuyorum. çünkü her şeyden çok kin beslediğim, nefret edip lanetlediğim buydu: bu hoşnutluktu, bu sağlıklı durum, bu rahatlık, burjuva sınıfının bu özenli iyimserliği, ortakararlılıkta, normalde, sıradanlıkta bu verimli, bu başarılı disiplindi.


s26
… düzenin simgesi bu küçük bahçeye bakıyorum, duygulandırıcı konumu ve tekbaşınalığının gülünçlüğü nasılsa ruhumu etkisi altına alıyor. bu holün arkasında, adeta çamın kutsal gölgesinde maun ağacından mobilyayla döşenmiş ışıl ışıl bir dairenin yer aldığını, bu dairede erken kalkmalar, belli yükümlülükleri yerine getirmeler, aile içinde ölçüyü aşmayan şenlikler, pazarları kiliseye gitmeler ve erken yatmalarla örülmüş sağlıklı ve saygın bir yaşamın sürdürüldüğünü varsayıyorum.


s27
ne yazık, yaşadığımız bu hayatın içinde, halinden öylesine memnun, öylesine küçük burjuva havası esen, öylesine ruhsuz bu zamanın ortasında, bu mimari yapıtlarının, bu mağazaların, bu politikanın, bu insanların manzarası karşısında altından yolu ele geçirmek öylesine zor ki! amaçlarından hiçbirini paylaşmadığım, sevinçlerinden hiçbiri bana bir şey söylemeyen bir dünyanın ortasında bir bozkırkurdu ve sefil bir münzevi olmayıp ne yapacaktım. ne bir tiyatroda ne de bir sinemada uzun süre oturmaya katlanabiliyorum; elime bir gazete ya da çağdaş bir kitap alıp okuduğum seyrek oluyor. tıklım tıklım trenler ve otellerde, bunaltıcı ve sırnaşık bir müziğin çaldığı hınca hınç kafeteryalarda, zarif ve lüks kentlerin barları ve varyetelerinde, dünyayı gezen sergilerde, geçit törenlerinde, bilgiye susamış kimseler için düzenlenen konferanslarda ve kocaman statlarda insanların aradığı nasıl bir haz, nasıl bir neşedir, aklım almıyor bir türlü. istesem ulaşabileceğim, benim dışımda binlerce kişinin ele geçirmek için itişip kakıştığı, uğraşıp didindiği bu neşe ve sevinçleri anlamam ve paylaşmam olanaksız.

... öte yandan, benim o şenlikli saatlerimde yaşadıklarımı, benim için haz, yaşantı, cazibe ve huşu sayılan şeyleri dünya bilemedin sanat yapıtlarından tanıyor, sanat yapıtlarında arayıp seviyor onları. yaşamın içinde ise hepsini kaçıkça buluyor. ve doğrusu dünya haklıysa, kafeteryalardaki bu müzik, bu kitlesel eğlenmeler, az şeyle yetinen bu amerikalılaşmış insanlar haklıysalar, o zaman ben haksızım demektir, o zaman kaçık biriyim ben, o zaman sık sık kendime verdiğim isimle bir bozkırkurduyum, yolunu şaşırıp yabancı ve anlaşılmaz bir dünyada gözünü açan bir hayvanım, eski vatanının havası ve yiyeceği elinden çıkıp gitmiş bir hayvan.


s31
hepsiyle göz aşinalığım olan bu birkaç gedikli müşteri belki de gerçek darkafalılardı ve evlerinde o salak yarı memnunluk tanrılarının önünde ruhsuz mihraplar bulunduruyorlardı. ama belki de benim gibi yalnızlığa düşmüş, yoldan çıkmış kimselerdi; iflas etmiş idealler karşısında seslerini çıkarmayıp düşüncelere dalarak kafayı çekiyorlardı. benim gibi bozkırkurtları ve zavallı kimseler miydiler, bilemiyordum. her birini buraya çekip getiren bir nostalji duygusu, bir düş kırıklığı, elden çıkıp gitmiş bir şeyin yerini tutacak bir başka şeyi ele geçirme gereksinimi vardı; evli biri burada bekârlık günlerinin havasını yakalamaya çalışıyor, yaşlı bir memur öğrencilik yıllarını burada anımsamak istiyordu. hepsi de fazla konuşmayan, hepsi de içki içen kimselerdi; benim gibi yarım litre alsace şarabı yudumlamayı, hanımlar orkestrasının karşısında oturmaya yeğ tutuyorlardı.


s34
yalnızlık bağımsızlıktır, yalnızlığı arzulamış, uzun yıllar içinde onu ele geçirmiştim. soğuktu bu yalnızlık, orası öyle, ama sessizdi, yıldızların içinde dolanıp durduğu uzay gibi harikulade sessiz ve büyük.


s35
bir an oracıkta dikilip burnumu çekerek, kulakları tırmalayan vahşi müziğin kokusunu almaya çalıştım; kötü niyetli ve şehevi bir duyguyla bu eğlence yerlerinin havasını soludum. müziğin lirizm taşan bir yarısı aşırı içli ve ağdalıydı; içinden duygusallık damlıyordu; öbür yarısına gelince, vahşi, kaprisli ve güçlüydü; ne var ki, her iki yarı, nahif ve barışçıl bir arada yürüyor, bir bütün oluşturuyordu. bir çöküş müziğiydi bu, son imparatorların roma'sında da benzer bir müzik yapılmış olmalıydı. bach'la, mozart'la ve gerçek müzikle karşılaştırıldığında, kepaze bir şeydi kuşkusuz. ama zaten bütün sanatımız, düşüncemiz, göstermelik uygarlığımız gerçek uygarlıkla karşılaştırıldığında farklı değildi durum. öte yandan, söz konusu müzik içtenlikle dolup taşıyordu, yalan dolandan uzak, sevimli bir zencimsiliği ve şen, çocuksu bir kaprisi kendisinde barındırmak gibi bir üstünlükle donatılmıştı. zencilerden ve tüm gücüne karşın biz avrupalılara öylesine körpe ve çocuksu görünen amerikalılardan bir şeyler saklıydı bu müzikte. avrupa da böyle mi olacaktı? şimdiden bu yolda mı ilerliyordu avrupa? bizler, bir zamanki gerçek müziği, bir zamanki gerçek edebiyatı bilip tanıyan ve bunlara hayranlıkla kucak açan yaşlanmış insanlar mıydı?

yarın unutulup alay konusu yapılacak ağır nevrozluların oluşturduğu bir avuç aptal mıydık sadece? bizim "uygarlık", bizim us, bizim ruh dediğimiz, bizim güzel ve kutsal diye nitelediğimiz şeyler sadece bir hayal miydi, öleli çok zaman olmuştu da yalnızca biz birkaç soytarı tarafından gerçek ve canlı gözüyle mi bakılıyordu? belki hiçbir vakit gerçekten var olmamış, yaşanmamıştı bunlar. biz aptalların uğrunda uğraşıp didindiği şey belki de her zaman hayalden başka bir nitelik taşımamıştı.


s38
bir zaman bozkırkurdu takma adıyla harry isminde biri vardı. insanlar gibi iki ayak üzerinde yürüyor, insanlar gibi giyiniyordu, bir insandı kısaca, ama yine de bir bozkırkurduydu gerçekte. kafası çalışan insanların öğrenebileceği pek çok şeyi öğrenmişti. hayli zeki bir adamdı. öğrenemediği tek şey, kendi kendisinden ve yaşamından memnunluk duymaktı, bunun üstesinden gelememişti bir türlü. belki söz konusu durum, gerçekte bir insan değil, bozkırlardan gelmiş bir kurt olduğunu ruhunun derinliklerinde her zaman bilmesinden ya da bildiğini sanmasından kaynaklanmaktaydı. gerçekten bir kurt muydu, bir vakit, belki dünyaya gelmeden önce kurttu da sonradan büyülenip insan kılığına mı sokuldu, yoksa insan olarak, ama bir bozkırkurdunun ruhuyla doğup bu ruhun sultası altına mı girdi ya da kurt olduğu inancı yalnızca bir kuruntu, yalnızca bir hastalık mıydı kendisinde, bu konuyu akıllı kişiler buyurup tartışabilir. örneğin, harry çocukluğunda haşan, ele avuca sığmaz ve dağınık biriydi belki ve kendisini eğiten kişiler ondaki hayvansılığı yok etmeye çalıştılar ve özellikle bu amaca yönelik çabalarıyla gerçekten bir hayvan sayılacağı, sadece üzerinde ince bir terbiye ve insanlık örtüsü taşıdığı kuruntu ve inancını onda uyandırdılar. bu konuda uzun ve eğlendirici söyleşiler yapılıp, hatta kitaplar kaleme alınabilirdi; ne var ki, bozkırkurdu'na hiçbir yarar sağlamazdı bunlar, çünkü kurdun sihirle, hokkabazlıkla bedenine mi sokulduğu yoksa işin sopayla mı gerçekleştirildiği ya da bunun sadece ruhunda yaşayan bir kuruntu niteliği mi taşıdığı onun için hiç fark etmezdi. başkalarının, ayrıca kendisinin bu konuda düşünebilecekleri, hiçbir değer taşımayıp kurdu onun bedeninden çıkaramazdı.

yani bozkırkurdunun biri kurt diğeri insan iki kişiliği vardı; bu yazgısıydı onun. söz konusu yazgı bir olağanüstülüğü içermez belki, eşine seyrek rastlanan bir yazgı değildir. anlatıldığına göre daha önce de pek çok insan görülmüştür ki, kendilerinde köpekten, tilkiden, balıktan ya da yılandan pek çok özellik barındırmış, ama bu onların yaşamlarında özel birtakım güçlüklerle karşılaşmalarına yol açmamıştır. yani böyle insanlarda insan ve tilki, insan ve balık yan yana varlığını sürdürmüş, biri ötekini incitmemiş, hatta birbirleriyle dayanışma içinde bulunmuştur ve başkalarının gıptayla baktığı bazı başarılı kişileri mutluluğa kavuşturan, içlerindeki insandan çok tilki ya da maymun olmuştur. nihayet herkesin bildiği bir şeydir bu. oysa harry'de durum değişikti, onda insanla kurt yan yana yaşamadığı gibi, birbirlerine hiç yardım elini uzatmamış, birbirlerinin canına kastederek biri ötekisinin karşısına dikilmiş, birinin yaşamasından ötekisi sadece zarar görmüştür. aynı kan ve aynı ruhu paylaşan iki varlık birbirinin can düşmanıysa, böyle bir yaşamın tadı yoktur. ne yapalım, herkesin yazgısı kendine göredir, hiçbir yazgı da kolay katlanılır gibi değildir.


s39
bizim bozkırkurdu'nda öyle bir durum söz konusuydu ki, duyguları tüm karma yaratıklarda görüldüğü gibi kimi zaman kurt, kimi zaman insan duygularıydı. ne var ki, kurt gibi duyup hissederek yaşadığında içindeki insan hep pusuya yatıp kurdun davranışlarını izliyor, değerlendirip yargılıyordu. insan gibi yaşadığı zamanlarda da kurt ona aynı şeyi yapıyordu. diyelim ki insan kimliğinde harry'nin parlak bir düşünce geldi aklına ya da gönlünde ince ve soylu bir duygu uyandı ya da iyi bir iş yapacak oldu, içindeki kurt hemen dişlerini gösterip sırıtıyor, onun sergilediği soylu tiyatronun bir bozkır hayvanında, yani bir kurtta ne kadar gülünç kaçtığını acı acı alay ederek belirtiyordu; kurt dediğin kendisine neyin yaraşacağını yüreğinde çok iyi hissederdi çünkü, bu da bozkırlarda dolu dizgin koşturmak, zaman zaman avının kanını emmek ya da bir dişi kurdun peşine düşmekti. böylece kurt harry açısından insan harry'nin yaptıkları dehşet verici, komik ve şaşkınlık eseri, sersemce ve kendini beğenmiş şeyler olup çıkıyordu. ne var ki, harry kendini kurt gibi hissettiği, kurt gibi davrandığı, başkalarına dişlerini gösterdiği, insanlara ve onların yalancı, yozlaşmış davranışlarıyla törelerine kin besleyip bunları can düşmanı bildiği zamanlarda da yine tıpatıp aynı durum söz konusuydu. yani o zaman da harry'nin içindeki insan pusuya yatıp kurdu izliyor, ona hayvan diyor, canavar diyor, sade, sağlıklı ve vahşi bir kurt yaşamından duyduğu hazzı ona çok görüyor, ona zehir ediyordu.


s40
ne var ki, bozkırkurdu'nu tanıdıklarını ve onun bölünmüş, parçalanmış, acınacak yaşamını kafalarında tasarlayabileceklerini sananlar yine yanılıyordu, bilmedikleri dünya kadar şey vardı çünkü. bir kez (istisnasız bir kural olmayacağı ve bazen tek bir günahkârın tanrı katında, hak yolundan ayrılmayan doksan dokuz kişiden daha makbul sayılacağı gibi) harry’de de istisnai durumların, onun yaşamında da kimi mutlu anların var olduğundan haberleri yoktur; onun da içinde bazen kurdun, bazen insanın rahat rahat nefes alıp verebildiğini, düşünüp hissedebildiğini, hatta pek seyrek karşılaşılan saatlerde her ikisinin birbirlerini sevgiyle kucaklayarak barış içinde yaşadıklarını, dolayısıyla diyelim biri uyurken öbürü uyanık kalarak birbirlerini zinde tuttuklarını, birinin ötekisinin olanaklarını iki katına çıkardığını bilmezler. öyle görülüyor ki, dünyanın dört bir yanında olduğu gibi bozkırkurdu'nun yaşamında da bazen tüm alışılmıştık, sıradanlık, bilinip tanınmıştık ve kurala uygunluk, zaman zaman saniyelik bir molayı, kesintiyi yaşayıp olağanüstüye, mucizeye, tanrının inayetine yer açma amacına yönelikti.

burada bir şeyi daha eklemeden geçmemek gerekiyor: harry tipinde pek çok insan var dünyada; özellikle pek çok sanatçı, söz konusu tipe mensup kişilerin arasında yer alır. bu tiptekilerin hepsi iki ayrı ruhu, iki ayrı insanı barındırır içinde; tanrısal ve şeytansa!, anne ve baba kanı, mutluluk ve acı çekme yeteneği, harry'deki insan ve kurt gibi, düşmanca ve birbirine dolanmış, yan yana ve iç içe sürdürür varlığım. ve hayli tedirgin bir hayat süren bu insanlar seyrek mutluluk anlarında bazen öylesine güçlü duygular ve dile gelmeyen güzellikler yaşar, anlık mutluluğun köpüğü kimi vakit göz kamaştırarak öylesine yükseklere fırlayıp acılar denizinin dışına taşar ki, bu kısa süre parıldayan mutluluğun köpükleri sağa sola saçılarak başkalarına dokunmadan geçemez, onları da büyüler. böylece bütün o sanat yapıtları, acılar denizi üzerinde, değerine paha biçilmez geçici mutluluk köpükleri olarak gözlerini açar dünyaya; öyle yapıtlar ki, içlerinde acı çeken tek insan bir saatlik bir süre için yazgısının alabildiğine üstüne çıkar, bir yıldız gibi parıldar mutluluğu ve onu algılayan herkese sonsuz bir nesne ve kendi mutluluk düşü gibi görünür.


s42
kendini asla para için, rahat bir yaşam için satmamış, asla kadınlara ya da güç sahiplerine kendini peşkeş çekmemişti; özgürlüğünü koruyabilmek uğruna bütün dünyanın gözleri önünde kendi çıkarına ve mutluluğuna yüzlerce kez sırt çevirmiş, elinin tersiyle bunları bir kenara itmişti. bir yerde memurluk yapmak, günü ve yılı belli zamanlara bölerek yaşamak, başkalarının sözünü dinlemek düşüncesi kadar iğrenç ve korkunç bulduğu bir başka şey yoktu. bir büro, bir kalem odası, bir dairede çalışmak ölüm kadar nefret ettiği bir şeydi, görebileceği en kötü düştü, bir kışlada yaşanan tutsaklıktı. bozkırkurdu bütün bunlardan kendini uzak tutmayı başarıyor, bu uğurda sık sık küçümsenmeyecek özverilere katlanıyordu. bu da gücü ve erdemiydi onun, bu konuda boyun eğmeyen ve ödün vermeyen bir tutum sergilemekteydi, bu bakımdan bildiğinden şaşmaz, sağlam bir karakterle donatılmıştı. öte yandan, çileli yaşamı ve yazgısı da sıkı sıkıya bununla bağlantılıydı. herkesin başına gelen onun da başına gelmiş, varlığının alabildiğine derinliklerindeki bir dürtüye uyarak olağanüstü bir diretkenlikle aradığı, peşinde koştuğu şeyi sonunda ele geçirmişti, ama insan için yararlı sayılacak ölçünün hayli üstünde gerçekleşmişti bu. ele geçirdiği şey ilkin mutluluğunu oluşturmuşken, sonradan amansız yazgısına dönüşmüştü. güç insanını güç yıkar, para insanını para; köle ruhlu insanı başkalarına kulluk etme, zevk insanını zevk çökertir. bozkırkurdu'nu da bağımsızlığı yıkmıştı.


s46
bozkırkurdu, kendi düşüncesine göre burjuva dünyasının tümüyle dışında bulunmaktaydı, çünkü ne bir aile yaşamı vardı ne de toplumsal bir hırsın sahibiydi. kendine düpedüz yalnız ve acayip biri, bazen hasta bir münzevi, bazen de dâhice yeteneklerle donatılmış, sıradan yaşamın üstüne çıkan, normalin üstünde bir kişi gözüyle bakıyordu. burjuva sınıfına mensup insanları bile bile aşağılıyor, bunlardan biri olmadığı için de gurur duyuyordu. ama yine de kimi bakımdan tastamam bir burjuva hayatı sürmekteydi; bankada parası vardı, yoksul hısım ve akrabalarına destek oluyordu, pek özenli sayılmasa da, yakışık aldığı gibi, dikkati çekmeyecek şekilde giyiniyor, polisle, vergi dairesiyle ve diğer yetkili makamlarla barış içinde güzel güzel yaşamaya bakıyordu. ayrıca, ruhunda içten içe yaşayan güçlü bir özlem, burjuvazinin küçük dünyasına, temiz bahçecikleri, ışıl ışıl sahanlıkları, düzen ve yakışıkalırlığın alçakgönüllü atmosferiyle mazbut ailelerin yaşadığı sessiz evlere çekiyordu kendisini sürekli olarak. ufak tefek kusurları ve acayiplikleri kendisinde barındırmaktan, kendini tuhaf ya da dâhi biri gibi görmekten hoşlanıyor, ama deyim yerindeyse burjuva havasına artık rastlanmayan taşra kentlerinde oturmak ve yaşamak istemiyordu. kendini ne zorbaların ve toplum dışında yaşayanların ne caniler ya da paryaların yanında rahat hissediyor, orta sınıf insanların normları ve atmosferiyle, karşıtlık içinde ya da başkaldırı şeklinde de olsa hep bir ilişkiyi sürdürüyordu. ayrıca, küçük burjuvazi terbiyesiyle büyütülmüştü ve bu terbiyeden kafasında bir sürü kavram ve şablon kalmıştı. kuramsal bakımdan fahişeliğe karşı en ufak bir itirazı yoksa da, kişisel olarak bir fahişeyi ciddiye alabilecek ve ona gerçekten kendisine eşdeğer biri gözüyle bakabilecek biri değildi. devletin ve toplumun aforozladığı siyasal suçluları, devrimcileri ve entelektüel ayartıcıları kardeş bilip seviyor, ama bir hırsız, bir soyguncu, bir tecavüzcü karşısında enikonu bir burjuva gibi davranarak ona acımaktan başka şey elinden gelmiyordu.

böylece varlığının bir yarısı ile savaşıyor ve yadsıdığı şeyi diğer yarısıyla benimseyip onaylıyordu.


s48
insanlığın her zaman varlığını sürdüren bir durumu olarak “burjuvalık", bir denge sağlama, insan davranışındaki sayısız aşırı uçlar ve karşıt çiftler arasında dengeli bir orta yolu ele geçirme çabasından başka şey değildir. bu karşıt çiftlerden birini, örneğin bir ermişle zevkperest bir kişiyi ele alırsak, benzetimiz daha iyi anlaşılacaktır. insan, kendini tümüyle manevi değerlere, tanrıya yaklaşma çabasına, ermişlik idealine adama olanağına sahiptir. bunun tersine, kendini tümüyle içgüdüsel yaşama, duygularının isteklerine teslim edip çabasını anlık bazların kazanımına yöneltme olanağıyla da donatılmıştır. birinci yol ermişliğe, manevi şehitliğe, tanrı uğruna kendini feda etmeye; ikinci yol ise zevkperestliğe, içgüdüler uğruna canını vermeye, çürüyüp kokuşmalar uğruna kendini gözden çıkarmaya götürür kişiyi. îşte orta sınıf insanı bu ikisi arasındaki ılıman iklimde yaşamaya çalışır. asla kendini gözden çıkarmaz, ne çilekeşliğe ne de zevkperestliğe adar kendini, asla canını vermeye kalkmaz, asla yok olmayı istemez. tersine, onun ideali nefsinden el çekmek değil, ben'ini ayakta tutmaktır, ne ermişlik ne de onun karşıtı uğrunda çaba harcar. kayıtsız şartsız taraf tutmak onun katlanamayacağı şeydir, tanrıya olduğu gibi zevkperestliğe de kulluk etmek ister, erdemli olmaya çalışır, öte yandan bu yeryüzünde biraz da adam gibi rahat yaşamaya bakar. kısacası, aşırı uçlar ortasında, şiddetli rüzgârlardan, fırtınalardan korunmuş, sağlığına yararlı ılıman bir bölgede yerleşmeye uğraşır. bunun üstesinden gelirse de, kayıtsız şartsızlığa ve aşırılığa yönelik bir hayatın sağlayacağı yaşam ve duygu yoğunluğundan da el çekmek zorunda kalır. hayatı yoğun olarak yaşayabilmenin tek yolu, faturayı ben'e ödetmektir. orta sınıftan biri için kendi ben'inden, kuşkusuz yeterince gelişmeyip güdük kalmış bu ben'den değerli bir şey yoktur. dolayısıyla, yoğunluk pahasına kendini ayakta tutar, güven içinde yaşar, tanrıya sevdalanmışlığını verip vicdan rahatlığını alır karşılığında, hazzı verip hoşnutluğu, özgürlüğü verip rahatlığı, ölümcül ateşi verip tatlı sıcaklığı alır. bu yüzdendir ki yaradılış bakımından orta sınıfa mensup biri güçsüz bir yaşam dürtüsüyle donatılmıştır, korkaktır, kendisini elden çıkarmaktan çekinir, kolay yönetilecek biridir. dolayısıyla, gücün yerine çoğunluğu, şiddetin yerine yasayı, sorumluluğun yerine oylamayı geçirmiştir.


s51
bir atılımda bulunarak yıldızların mekânına ayak atma gücünden yoksun, kendilerini katıksız bağımsızlıkta yaşamak için yaratılmış hisseden, ama yaşama gücünü gösteremeyerek sürekli ve korkunç acılar içinde kıvranan huzursuz, tedirgin bozkırkurtları, usları çilelerde güçlenip esneklik kazanır kazanmaz uzlaşmacı bir çıkış yolu olarak mizahı bulurlar karşılarında. gerçek burjuva, mizahı anlama yeteneğinden yoksun olsa da, mizah her zaman şu ya da bu biçimde burjuva niteliği taşır. mizahın hayalî dünyasında tüm bozkırkurtlarının çapraşık ve çok yönlü ideali gerçekleşir. bu dünyada hem ermişlik hem zevkperestlik onaylanabileceği, iki kutbun uçları eğilip bükülerek birbirine yaklaştırılabileceği gibi, burjuvaziyi de onaylama kapsamına alma imkânı vardır. tanrıya gönül verenler canileri, katilleri pekâlâ onaylayabilir ve bunun tersi de doğrudur. ne var ki, yaradılıştan katıksız bağımsızlıkta yaşayabilecek bütün diğer kişilerin o tarafsız ve ılıman orta yolu, yani burjuvalığı onaylamaları düşünülemez. bir tek mizah, alabildiğine yüce yaşam misyonlarını gerçekleştirmeleri engellenmiş kişilerin, neredeyse trajik, son derece yetenekli bu bahtsızların şahane icadı (belki de insanlığın alabildiğine kendine özgü dâhiyane buluşu) sayılacak mizah, bir tek odur ki olanaksızın üstesinden gelir, yaşamın tüm alanlarının üzerini prizmalarının ışınlarıyla örter, birleştirir onları. sanki yaşanılan yer dünya değilmiş gibi dünyada yaşamak, yasalara saygı beslemek, ama yine de onların üzerinde bulunmak, ",sanki sahip olunmuyormuş gibi" bir şeye sahip olmak, sanki yapılan şey bir vazgeçiş değilmiş gibi bir şeyden vazgeç inek - yüce bir yaşam bilgeliğinin bütün bu el üstünde tutulup sık sık dile getirilen isteklerini yerine getirecek bir şey varsa, o da mizahtı.

... insan ve kurt, gerçeği çarpıtan duygusal maskeler olmaksızın birbirlerini tanımak, tüm çıplaklıklarıyla birbirlerinin gözlerinin içine bakmak zorunluluğunu hissedecektir. böyle bir durumda ya ikisi de infilak edip havaya uçacak ve bir daha birleşmemek üzere birbirlerinden ayrılacak, dolayısıyla ortada bozkırkurdu diye bir şey kalmayacak, ya da mizahın parıldamaya başlayan ışığı altında her ikisi bir mantık evliliği yapacaktı.


s52
kendi ruh yaşamına ilişkin bu incelemeyi hiç görmese bile, bütün bu saydıklarımızı bozkırkurdu'nun kendisi de çok iyi bilir. dünyadaki konumunu sezer, ölümsüzlerin varlığını sezer ve bilir, kendi kendisiyle yüz yüze gelebileceğini sezip korkar bundan; bakmaya çok gereksinim duyduğu, ama bakmaktan ölesiye çekindiği o aynanın varlığından haberi vardır.


s54
peki, ne diye boş yere konuşuyoruz burada? ne diye düşünebilen herkesin doğallıkla bildiği, ama geleneğe uyup açığa vurmadığı şeyleri dile getiriyoruz? - ben’inin hayalî bütünlüğünün kapsamını genişleterek ikiliğe dönüştürebileceği bir düzeye ulaşan biri, bu konumuyla neredeyse dâhiliğe ulaşmış sayılır, en azından eşine seyrek rastlanacak ilginç bir istisna oluşturur. ne var ki, en nahifi de içinde olmak üzere hiçbir ben gerçekte bütünlük taşımaz, her ben çok yönlü bir dünyadır, yıldızlarla döşenmiş küçük bir gökyüzüdür, çeşitli biçimlerden, aşamalardan, konumlardan, değişik kalıtsal öğelerden ve değişik olanaklardan bir karmaşadır. bu karmaşaya bütünlük taşıyan bir nesne gözüyle bakması, sanki yalın ve sağlam bir biçime sahip, açık seçik hatlarla belirlenmiş bir nesneymiş gibi ben'inden söz açması, her insanın (en yüksek düzeydekilerin bile) içine düşmekten kurtulamadığı bir yanılgı, bir zorunluluktur, adeta solumak ve yemek yemek gibi yaşamın bir dayatmasıdır.


s57
söz konusu ölümsüzlüğün yolu kendisini ne kadar cezbetse de, bütün o çileleri çekmeye, o ölümleri ölmeye yanaşmaz. insanlaşmanın amacı konusunda burjuvaziden daha çok şey bilmesine karşın gözlerini yumar, ben'e umutsuzca sarılıp bırakmamanın, ölmek istememekte umutsuzca ayak diremenin ölüme götüren kesin yol sayılacağını, oysa ölebilmenin, kabukları üzerinden sıyırıp atmanın, ben'deki değişim sürecine sonsuz teslimiyetin, kendini adamışlığın onu ölümsüzlüğe taşıyacağını görmek istemez. ölümsüzler arasında en çok sevdiklerine, örneğin mozart'a hayranlık beslerken de duruma yine burjuvazinin gözüyle bakar. mozart'ın mükemmelliğini tıpkı bir okul öğretmeni gibi sadece onun üstün uzmanlık yeteneğiyle açıklar da, bunu mozart’ın kendini adamışlığının ve acı çekme istekliliğinin büyüklüğüne, tüm burjuva idealleri karşısındaki umursamazlığına, acı çekenlerin ve insan olma sürecini yaşayanların çevresindeki burjuva atmosferini buzsu bir havaya dönüştüren yalnızlığa, gethsemane* bahçesindeki o yalnızlığa katlanmasına bağlamaz.


s58
nesnelerin başlangıç noktasında ne suçsuzluk yer alır, ne saflık; görünürde en ilkeli de olsa tüm yaratıklar daha yaratıldığı anda suçludur, kendi içinde çelişkilidir, pek çok parçaya bölünmüş durumdadır, oluşum sürecinin kirli ırmağına kaldırılıp atılmıştır, bundan böyle asla ama asla suyun akışına ters yönde yüzemez. yol gerisingeri suçsuzluğa, yaratılmamışlığa, tanrıya değil, ileriye götürür insanı; kurtluğa ya da çocukluğa değil, boyuna suçtan içerilere, boyuna insanlaşmanın daha derinliklerine taşır. canına kıyman sana da, zavallı bozkırkurdu, pek yarar sağlamayacaktır; insan olmanın daha uzun, daha eziyetli ve çetin yolunu çaresiz yürüyeceksin, ikilikte kalmayıp onu sık sık çoğaltmaya çalışacak, karmaşıklığını daha da büyülteceksin.


s60
çeşit çeşit yüzlerce ağacın, türlü türlü binlerce çiçeğin, değişik cinste yüzlerce otun, meyvenin yetiştiği bir bahçe düşünelim; botanik bilgisi "yenilebilir" ve “yenilemez" ayrımından ileri gitmeyen, bahçesinin onda dokuzunu ne yapacağını bilemeyen bir bahçıvan, alabildiğine büyüleyici çiçekleri nasıl kökünden söküp çıkarır, baltayı vurup pek soylu ağaçları devirir, en azından kin ve nefret duyarak yan gözle bunlara bakıp durursa, bozkırkurdu da ruhundaki binlerce çiçeğe öyle davranır. “insan'' ve ''kurt'' kapsamına alamadığı şeyleri gözü görmez hiç. ve "insan" kapsamına da akıl almayacak kadar çok şey sığdırır! belirgin olarak kurt özelliği taşımayan korkak, maymunsu, budalaca ve küçük ne çok şey varsa "insan" kapsamına; üzerlerinde henüz egemenlik kuramadığı güçlü ve soylu şeyleri de "kurt" kapsamına alır.


s68
düş kırıklığına uğramış, yürüdüm; nereye gittiğimi bilmiyordum, ne bir hedef vardı önümde, ne uğrunda çaba harcayacağım bir şey ne de bir ödev. iğrençti tadı yaşamın, içimde epeydir biriken tiksintinin doruk noktasına ulaştığını duyumsuyordum, yaşam beni içinden kusup atmıştı. hışımla bozbulanık kent içinde seğirtiyordum, sanki her şey balçık ve cenaze alayı kokuyordu. yo, benim mezarımın başında cüppeleri ve duygusal "hıristiyan kardeşler" sözleriyle o leş kargalarından hiçbiri bulunmayacaktı! ah, nereye baksam, düşüncelerimi nereye yöneltsem, hiçbir yerde beni bekleyen bir sevinç, bana yollanmış bir çağrı, beni kendine çekecek bir şey göremiyordum. her şeye kokuşmuş bir yıpranmışlığın, kokuşmuş yarı memnunlukların havası sinmişti; her şey eskimiş, sararıp solmuştu, gri, peltemsi, tükenmiş durumdaydı her şey aziz tanrım nasıl gerçekleşti bu..

"kişiliğiniz, içine kapatıldığınız bir hastanedir"


s69
bir dostun baskınına uğrayıp gururunu okşayan sözler işitmiş olan ben harry haller, yolun üzerinde nazik ve lütufkâr durur, içtenlikli profesörün miyoplu, sevecen yüzüne bakıp gülümserken, yanı başımda dikilen öbür harry benim gerçekte ne acayip, ne kaçık, ne ikiyüzlünün biri olduğumu aklından geçiriyor, daha iki dakika önce lanet olası dünyaya ateş püskürerek dişlerimi gösterirken, şimdi ilk çağrıda, saygıdeğer ve dürüst bir tanıdığın ilk masum selamında duygulanarak ve her şeye canla başla eyvallah diyerek, karşılaştığım birazcık yakınlık, saygı ve dostluk içinde bir domuz yavrusu gibi debelenip durduğumu düşünüyordu. böylece iki harry, ikisi de sevimsiz bu kişiler, kibar profesörün karşısında dikilmiş duruyor, birbirleriyle eğleniyor, birbirlerini gözaltında tutuyor, birbirlerinin suratına tükürüyor, böylesi durumlarda hep yaptıkları gibi bir kez daha kendi kendilerine soruyor, bütün bunların insanların aptallığından ve güçsüzlüğünden mi kaynaklandığı, insanların genel bir yazgısı mı olduğu yoksa bu duygusal bencilliğin, bu karaktersizliğin, duygulardaki bu kirlenmişliğin ve bu çelişkinin yalnızca kişisel, yalnızca bozkırkurtlarına özgü nitelik mi taşıdığı sorusunu kendi kendilerine yöneltiyorlardı.


s71
o hırsla çenemdeki hep aynı yeri usturayla kazırken kanatmıştım yine, kanayan yeri bir süre dağladım, ama yeni taktığım yakalığı da değiştirdim çaresiz; bütün bunları neden yaptığımı asla bilecek durumda değildim, çünkü davete gitmek için en ufak bir istek duymuyordum. ama harry'nin bir parçası yine bir oyun sergileyip profesörü sempatik bir kişi diye niteledi, biraz insan kokusunu, gevezeliği ve ahbaplığı özledi, profesörün sevimli karısını anımsadı, kendisini konuk edecek dost insanların yanında bir akşam geçirme düşüncesini aslında pek cesaretlendirici buldu, çenemdeki kanayan yerin üzerine bir plaster yapıştırmama yardım etti, giyinmemden ve doğru dürüst bir boyunbağı takmamdan da esirgemedi yardımını, içimdeki gerçek isteğe uyup evde kalma niyetinden beni yumuşaklıkla vazgeçirdi. bu arada şu düşünce geçti aklımdan: ben nasıl şimdi giyiniyor, evden çıkıp profesörü ziyaret ediyor, onunla az çok yapmacık nazik sözlerle konuşuyor ve bütün bunları doğrusu gönülsüz yapıyorsam, insanların çoğu da her allahın günü, her saat kendilerini zorlayarak, bir gönülsüzlükle böyle davranıyor, böyle yaşıyor, onu bunu ziyaret ediyor, onunla bununla söyleşiyor, dairelerinde, bürolarında oturup mesai saatinin bitmesini bekliyordu; hepsi de zoraki, otomatik olarak, gönülsüz görülen işlerdi, makineler tarafından da pekâlâ yapılabilecek ya da yapılmadan kalabilecek işler.

... akşam tam beklediğim gibi olağanüstü geçti. profesörün evinin önünde bir an durarak başımı kaldırıp pencerelere baktım. adam bu evde oturuyor, diye geçirdim içimden; her yıl çalışmasını sürdürüyor, değişik metinleri okuyup yorumluyor, ön asya ve hint mitolojileri arasındaki kimi ilişkilerin varlığım kanıtlamaya çalışıyor; keyfi yerinde her zaman, yaptığı işin önemine inanıyor çünkü, hizmetinde çalıştığı bilime, salt bilmelerin, bilgilerin, depolamaların değerine inanıyor, ilerleme ve gelişme denen şeye inanıyor. savaşı görmedi, bugüne kadar- ki düşünce sisteminin temellerinin einstein'la nasıl sarsıntı geçirdiğini yaşamadı


s74
ne var ki, profesör konunun beni ilgilendirmediğini görünce, başka şeylerden dem vurdu. söz konusu canavar herifin hemen karşılarında oturabileceği ne kendisinin ne karısının aklının ucundan geçiyordu, oysa gerçekti bu, sözü edilen canavar bendim. ama canım, ne diye tatsızlık çıkarıp adamla karısının rahatını kaçıracaktım! içimden güldüm; ne var ki, akşamın benim için hoş geçeceği umudunu artık yitirmiştim. o an dün gibi hatırımda; çünkü profesör vatan haini haller'den söz açarken, cenaze töreninden sonra içimde birikip güçlenen bunalım ve umarsızlık karışımı kepaze duygu yoğunluk kazanmış, vahşi bir baskıya, bedensel olarak (karnımda) hissedebildiğim bir rahatsızlığa, kötü beklentilerle dolu boğucu ve korkunç bir duyguya dönüşmüştü. bir düşman pusuda bekliyordu, sezinliyordum bunu; bir tehlike usul usul arkamdan yaklaşıyordu. neyse ki çok geçmeden yemeğin hazır olduğu bildirildi. kalkıp salona geçtik; ben sofrada dönüp dolaşıp masumca birkaç şey söylemek ya da bir soru yöneltmek için çaba harcarken fazla kaçırdım yemeği ve her an kendimi bir öncekinden daha perişan durumda hissettim. tanrım, diye düşündüm sürekli, ne diye sanki kendimizi böyle zora koşarız? konukları olduğum profesörle karısının da kendilerini hiç iyi hissetmediğini anlıyordum, belki benim verdiğim rahatsızlıktan, belki evde baş göstermiş bir başka tatsız olaydan, artık nedense, neşeli görünmekte zahmet çekiyorlardı. bana dürüstçe yanıtlayamayacağım bir sürü soru yönelttiler, çok geçmeden yalan söylemekten baş alamaz oldum, ağzımdan çıkan her söz içimi tiksintiyle doldurdu. sonunda konuyu değiştirmek isteyip o günkü cenaze töreninden söz açtım, ama bunun için gerekli konuşma üslubunu ele geçiremedim bir türlü. birkaç kez mizaha başvurmam karşımdakilerin keyfini iyice kaçırdı, giderek daha çok uzaklaştık birbirimizden. içimde bozkırkurdu dişlerini göstererek sırıtıyordu. sofraya tatlı çıkarıldığında üçümüz de susmuş, pek konuşmaz olmuştuk.


s76
ama başka türlüsü de elimden gelmemişti, bu uysal, bu düzmece ve kibar yaşama daha çok katlanamamıştım. ve, görüldüğü gibi, yalnızlığa da daha fazla katlanamadığına, kendime eşlik eden kendimden de dile gelmez ölçüde nefret edip tiksinti duyduğuma, cehennemimin havasız ortamında boğularak sağa sola saldırdığıma göre, benim için nasıl bir çıkış yolu kalmıştı artık? hiçbir çıkış yolu yoktu. ah anne ve babacığım, ah gençliğin uzak ve kutsal ateşi, ah yaşamımın binlerce sevinci, binlerce uğraş ve amacı! bütün bunlardan kalan bir şey yoktu geride, pişmanlık bile yoktu. tek kalan şey tiksinti ve acıydı. bana öyle geldi ki, salt yaşama zorunluluğu bu saatteki kadar bana acı vermemişti.


s86
"siz, sayın von goethe, bütün dâhi kişiler gibi insan yaşamının güvenden yoksunluğunu ve umarsızlığını açıkça gördünüz, an'daki eşsiz güzelliği ve bu güzelliğin sonradan içler acısı şekilde solup gidişini, güzelim yüce bir duygunun bedelinin sıradan günlük yaşam zindanında soluğu almaktan başka türlü ödenemeyeceğini, doğanın yitirilmiş masumiyetine duyulan yakıcı, bir o kadar da kutsal sevgiyle ölümcül bir savaşı sonsuza dek sürdüren us ülkesinin ateşten özlemini, boşluk ve belirsizlik içindeki bütün bu korkunç salınmaları, ölümlülüğe mahkûm edilmişliği, kesin bir geçerliliğe asla ulaşılamayışı, bu hep deneyselliği, bu hep amatörlüğü, kısaca insan varlığının tüm umarsızlığını, kaçıklığını ve yakıp kavurucu çaresizliğini duyumsadınız. aşinaydınız bütün bunlara ve zaman zaman da bunları dile getirdiniz. öyleyken tüm yaşamınızla tam tersini vaaz edip durdunuz, inanç ve iyimserlik taşan sözler söylediniz hep, aldatmacaya başvurup gerek kendinizde, gerek başkalarında ussal çabalarımızın bir süreklilik ve anlam taşıdığı izlenimini uyandırmaya çalıştınız. derinliklerde yaşayanların çağrılarını, çaresizlik içindeki gerçeğin sesini duymazdan geldiniz ve gerek kendinizde, gerek kleist ve beethoven'da bastırdınız bu sesi. onyıllar boyu öyle davrandınız ki, sanki bilgi depolamanız, koleksiyonculuğunuz, mektuplar yazmanız ve toplamanız, sanki weimar'da geçen bütün ihtiyarlık günleriniz, yaşanan an'a gerçekten sonsuzluk kazandırmak için seçilmiş bir yoldu; oysa stilize ederek bir mask durumuna sokabildiğiniz doğayı ussallaştırmak için an'ı mumyalaştırmaktan başka şey elinizden gelmedi. böylece içtenlikten uzak bir tutum sergilediniz, işte size yönelttiğimiz eleştiri."


s102, 110, 111
... evet, ben. yarı insan, yarı kurt biriyim ben ya da bu kuruntu içinde yaşayan biri.

... hermine; "bir insan pek üzgünse, dişi ağrıdığı ya da para kaybettiği için değil, her şeyin gerçekte nasıl, yaşamın nasıl bir şey olduğunu hissettiği için üzgünse, gerçekten üzgün demektir, işte o vakit biraz hayvana benzer, o zaman üzgün görünür, ama her zamankinden daha gerçek ve güzeldir bu üzüntü.

... yakından bakıldığında bu yakışıklı egzotik yarı tanrı, davranışları hoşa giden, neşeli ve biraz şımartılmış bir delikanlıydı, o kadar.

... harry'nin bir ya da iki ruhu olduğuna, bir ya da iki kişilikten oluştuğuna inanması bir kuruntudur yalnızca. çünkü her insan bir değil, on ruhtan, yüz ruhtan, bin ruhtan oluşu


s113
“aklımdayken sorayım, buradaki müziği beğendin mi?"
“olağanüstü”
“gördün mü bak, bu da bir ilerleme işte, bir şey daha öğrendin. şimdiye kadar caz ve dans müziğine katlanamıyordun, yeterince ciddilik ve derinlikten yoksun buluyordun onu; şimdi anladın ki, hiç ciddiye almaksızın da insan ondan hoşlanabilir, ona hayranlık duyabilir. şunu da söyleyeyim ki, pablo'suz bütün topluluk peş para etmez. topluluğu yöneten, şevke getiren o."


s114
şimdiye kadarki bay haller, bu yetenekli yazar, bu mozart ve goethe uzmanı, sanatın metafiziği, deha ve trajedi, ayrıca insanlık üzerine okunmaya değer incelemeler kaleme almış bu kişi, kitaplardan geçilmeyen hücresinde bu melankolik münzevi, özeleştirinin eline adım adım teslim oluyor, hiçbir alanda tutunamıyordu.


s120
o gece maria'nın yanında, pek uzun değilse de, bir çocuk gibi derin ve rahat uyudum. aralarda onun güzel ve şen gençliğini yudumladım; usulcacık sürdürülen söyleşilerde gerek kendisinin, gerek hermine'nin yaşamına ilişkin bilinmeye değer bir hayli şey öğrendim. bu gibi kişiler ve bu tür yaşamlar konusunda önceden fazla bilgim yoktu; yalnızca eskiden tiyatroda bazen, erkek ve kadın, benzer kimselerle karşılaşmıştım, yarı sanatçı, yarı zevk düşkünü insanlar. ancak, şimdi, tuhaf bir masumiyeti kendilerinde barındıran, tuhaf bir şekilde bozulmuş bu ilginç yaşamların içine bir göz atabilmiştim. çokluk yoksul ailelerden gelen bu kızlar, karşılığı doğru dürüst ödenmeyen sıkıcı bir işle yaşam boyu uğraşıp geçimlerini kazanmak istemeyecek kadar zeki ve güzeldiler. hepsi de bazen geçici bir işte çalışarak, bazen de zarafet ve sevimlilikleriyle hayatlarını kazanıyordu.



s122

arkadaşları için dünyanın kendisiydi düpedüz; bu dünya ne iyi ne kötüydü, ne arzu ne nefret edilmeye değerdi, hepsinin de kısa ve özlem yüklü yaşamı bu dünyada açan bir çiçekti, bu dünyayı yurt tutmuşlar, bu dünyada deneyim sahibi olmuşlardı. nasıl biz bir besteciyi ya da yazarı seviyorsak, onlar da şampanya içmekten, özel et yemekleri yemekten hoşlanıyorlar, bizlerden birinin nietzsche ya da hamsun karşısında kapıldığı coşku, heyecan ve duygulanmışlığı onlar da yeni bir dans şarkısı ya da bir caz sanatçısının dokunaklı, aşırı duygusal ezgisi karşısında yaşıyorlardı.



s131

"seni anlıyorum. bu bakımdan seninle kardeşiz. iyi ama şu sıra maria sayesinde elde ettiğin mutluluğa neden karşısın? niçin memnunluk duymuyorsun bundan?"

“"bu mutluluğa karşı değilim. ah hayır, seviyorum onu, şükranla karşılıyorum. yağmurlu bir yaz mevsiminin ortasında günlük güneşlik bir gün kadar güzel. ama kalıcı olmadığını da hissediyorum. bu mutluluk da kısır nitelik taşıyor. insanı memnun ediyor, ama memnunluk bana göre değil. bozkırkurdu'nu yıpratıyor bu mutluluk, onu doymuş biri durumuna sokuyor, ama uğrunda ölmeye değer bir mutluluk olmaktan uzak."



sana bugün bir şey söylemek istiyorum, uzun süredir bildiğim bir şey. sen de çoktandır biliyorsun bunu, ama belki kendi kendine henüz itiraf etmiş değilsin. sana şimdi kendim hakkında, senin yazgın, bizim yazgımız hakkında bildiklerimi açıklayacağım. sen, harry, hep bir sanatçı ve düşünür hayatı yaşadın, için hep sevinçle, inançla dolup taştı, büyük ve ölümsüz şeylerin peşinde koştun hep, sevimli ve küçük şeylerden asla memnunluk duymadın. ne var ki, yaşam seni uyandırıp kendine yaklaştırdıkça çaresizliğin büyüdü, acıların, korkuların ve umarsızlıkların batağına giderek daha çok saplandın, gırtlağına kadar gömüldün içine, bir zaman güzel ve kutsal bilip baş tacı ettiğin şeyler, insanlara ve bizim yüce misyonumuza beslediğin inanç imdadına koşamadı, hepsi yitirdi değerini, un ufak oldu, inancın soluyacak havadan yoksun kaldı. havasızlıktan boğulmak ise çok acı bir ölümdür. yalan mı harry? bu senin yazgın, öyle değil mi?"



"yaşam konusunda bir fikrin vardı; içinde bir inanç, bir beklenti yaşıyordu; eylemlere, acılara ve özverilere hazırdın. ama yavaş yavaş anladın ki. dünya hiç de senden eylemlerde ve özverilerde bulunmanı istemiyor; yaşam, kahraman rollerine ve benzeri şeylere yer veren bir kahramanlık destanı değil, insanların yiyip içmeler, kahve yudumlamalar, örgü örmeler, iskambil oynamalar ve radyo dinlemelerle yetinip hallerine şükrettikleri rahat bir orta sınıf evidir. kim bunun başka türlüsünü ister, kim gönlünde yiğitliği ve güzelliği barındırır, büyük yazarları ya da ermişleri baş tacı ederse, o bir aptaldır, bir don kişot'tur. güzel, ben de aynı durumu yaşadım dostum! seçkin yeteneklerle donatılmış bir kızdım, yüce bir örneği kendime rehber edinerek yaşamak, kendi kendime yüce istekler yöneltmek, onurlu görevleri yerine getirmek için yaratılmıştım. büyük bir yazgıyı omuzlayabilir, bir kralın eşi, bir devrimcinin sevgilisi, bir dâhinin kız kardeşi, bir ideal uğrunda ölümü göze alan bir kişinin annesi olabilirdim. ama yaşam az buçuk beğeni sahibi kibar bir fahişe olmama izin verdi sadece. bu kadarını bile ele geçirebilmem kolay olmadı! bütün bunlar başıma geldi işte. bir süre çaresizliğe kapıldım, olup bitenlerin suçunu uzun süre kendimde aradım. yaşam ne de olsa her zaman haklıdır diye düşündüm; yaşam düşlerimle alay edip eğlendiyse, o zaman düşlerim salakçaydı demek, haklı yanları yoktu, diye geçirdim içimden. böyle düşünmem bir işime yaramadı. gözlerim iyi görüp kulaklarım iyi işittiğinden, biraz da meraklı biri sayıldığımdan, yaşam dedikleri şeyi inceden inceye, adamakıllı gözden geçirdim, bildik tanıdıklarımı, komşularımı, pek çok insanı ve bunların yazgılarını tek tek inceledim; gördüm ki harry, haklıymış düşlerim, yerden göğe haklıymış, tıpkı seninkiler gibi. oysa yaşam, gerçeklik, haksızdı. senin gibi bir insanın yalnızlık, ürkeklik ve umutsuzluk içinde usturaya el atmak zorunda kalması ne kadar doğruysa, benim gibi bir kadının bir para babasının yanında sekreterlik yapıp zavallılık ve anlamsızlık içinde yaşlanmaktan, böyle para babası biriyle parasının hatırı için evlenmekten ya da bir çeşit fahişe olup çıkmaktan başka seçenek bulamayışı o kadar doğruydu. benim içine düştüğüm sefalet belki daha çok maddi ve ahlakî, seninki ise daha çok manevî idi, ama ikisi de aynı kapıya çıkıyordu. sanıyor musun, senin fokstrottan korkmam, barlardan ve dans salonlarından tiksinmeni, caz müziğine ve bütün o ıvır zıvıra karşı direnmeni anlamayacak biriyim? hem de çok iyi anlıyorum hepsini, senin politikadan nefret etmeni de anlıyorum, parti ve basın mensuplarının boşboğazlıklarından ve sorumsuz davranışlarından üzüntü duymam da, hem geçmiş, hem gelecekteki savaşa ilişkin umarsızlığını da, günümüzde düşünme, okuma, inşaat, mimari, eğlence, müzik ve eğitimde izlenen yol konusundaki karamsarlığını da! haklısın bozkırkurdu, yerden göğe haklısın, öyleyken yok olup gitmekten başka bir şey gelmiyor elinden. bugünün pek az şeyle yetinen basit ve rahat dünyası için fazla iddialı ve açsın, seni kendi içinden tükürüp atıyor bu dünya, onun boyutlarının dışına taşıyorsun. günümüzde yaşamak ve yaşamaktan zevk almak isteyen birinin senin gibi, benim gibi bir insan olmaması gerekiyor. zırıltı yerine gerçek müzik, eğlence yerine kıvanç, para yerine ruh, gelişigüzel etkinlikler yerine gerçek eylem, oyun yerine gerçek tutku arayan birine bu sevimli dünya yurt olamaz..."



s133

"her zaman bugünkü gibi mi? her zaman yalnızca politikacılar, vurguncular, garsonlar ve zevk düşkünlerine göre bir dünya, bizim gibilerin soluyacağı havadan yoksun bir dünya mı?"

“bilmem ki. kimse de bilmiyor. öyle ya da böyle, zaten fark etmez. şu anda senin o çok sevdiğin kişi geldi aklıma, zaman zaman bana kendisinden söz açıp bazı mektuplarını okuduğun dostun mozart. onun durumu nasıldı peki? onun yaşadığı çağda kim yönetti dünyayı? kim işin kaymağını yedi? kimin sözü geçti? kim adam yerine kondu? mozart mı, yoksa işini bilenler mi? mozart mı, yoksa sıradan, sığ insanlar mı? nasıl öldü mozart? nasıl gömüldü? sanırım hep böyle oldu, ileride de böyle olacak. okullarda 'dünya tarihi' denen ve kültürün bir parçası diye ezberletilen şey, bütün o kahramanları, dâhileri, büyük büyük işleri ve duygularıyla aldatmacadan başka şey değil, okulda geçirecekleri yıllar boyunca çocukların bir şeyle oyalanmaları için öğretmenler tarafından eğitim amacına yönelik olarak kotarılmış bir aldatmaca. her zaman böyle oldu, her zaman da böyle olacak. zaman ve dünya, para ve güç, küçük ve sığ insanların elinde bulunacak her zaman, asıl insanların elinde ise hiçbir şey. yalnızca ölüm."



ölümsüzlük diye nitelediğim şey. dini bütün kişiler tanrının ülkesi derler buna. benim düşünceme göre, bizim gibiler, başkalarından bir fazla boyutla donatılmış bizim gibi iddialı, bizim gibi içi özlem dolu insanlar, bu dünyadaki hava dışında soluyacakları bir başka hava, zaman dışında ayrıca sonsuzluk olmadı mı asla yaşayamazlar; bu sonsuzluk da gerçeğin ülkesidir işte. mozart'ın müziği ve senin büyük yazarlarının yapıtları da bunun içinde, kerametler gösteren, idealleri uğruna can veren…





s134

gerçek insanlardır ermişler, isa'nın kardeşleridir. bizler, bütün iyi işlerimiz, bütün yiğitçe düşüncelerimiz, bütün sevgilerimizle hayat boyu onların yolunda yürürüz. ermişler topluluğunu eskiden ressamlar altın bir gökyüzü içinde betimlemişlerdi, görkemli, güzel ve barışçıl. benim daha önce 'sonsuzluk' dediğim şeyden başkası değildir bu topluluk. zamanın ve görüngüler dünyasının ötesindeki ülkedir. bizim yerimiz de işte orası, yurdumuz orasıdır, gönlümüz oraya koşuyor bozkırkurdu, bu yüzden de ölümü özlüyoruz. sen goethe'ni, novalis'ini ve mozart'ını orada karşında bulacaksın yine, ben de kendi ermişlerimi, christoff er'i, nerili philipp'i ve bütün diğerlerini. başlangıçta koyu bir günahkâr yaşamı sürmüş pek çok ermiş vardır, günah da ermişliğe götüren bir yol işlevi görebilir, günah da kötülük de. güleceksin ama, belki dostum pablo da gizli bir ermiştir diye düşündüğüm oluyor çokluk. ah harry, evimize varmamız için pek çok pislik ve saçmalık içinden bata çıka yürümemiz gerekiyor! üstelik bize yol gösterecek kimsemiz de yok, tek kılavuzumuz yüreğimizdeki özlemdir."



s143

aralarından biri, "suratsız moruk," dedi benim için ve haklıydı. biraz moral bulmaya ve keyfimin yerine gelmesine çalıştımsa da, şaraptan tat alamadım, ikinci kadehi zor içtim. ve giderek bozkırkurdu'nun arkamda dikilmiş, bana dilini çıkardığı gibi bir duygu içimde yerleşmeye başladı. ne yapsam boştu, yanlış bir yerde bulunuyordum. doğrusu iyi niyetle kalkıp gelmiştim baloya; ama burada yüzümün gülmesi olanaksızdı, çevremde çın çın öten sevinç çığlıkları, kahkahalar ve bütün o çılgınca davranışlar bana aptalca ve yapmacık görünüyordu.



s151

ruhum hermine'nin gözlerinden bana bakıyordu adeta, bu bakışlar karşısında gerçek tümüyle çöktü, yıkıld



s154

pablo, küçük aynayı gözlerimin önüne tuttu. o anda bir çocuk şiirinden bir dize geldi aklıma: "aynacığım, aynacığım elimde." aynada bir hayal gördüm, biraz silik ve puslu, korkunç, kendi içinde devingen, kendi içinde fokurdayıp kaynayan bir hayal: kendimi, harry haller"i gördüm aynada ve bu harry haller'in içinde bozkırkurdu'nu, yolunu şaşırmış ve korkuyla bakan güzel ve ürkek kurdu gördüm, gözleri bazen hain hain, bazen mahzun parıldıyordu. bu kurt hayali, sürekli bir devingenlikle harry'nin içinden akıp gidiyordu, bir ırmağa karışan ve onu bulandırıp altını üstüne getiren değişik renkte bir çay gibiydi tıpkı, iki hayal birbiriyle boğuşuyordu, acıyla dolu, biri diğerini yiyip yutarak, bir biçim kazanmaya yönelik gerçekleşememiş bir özlemle dolup taşarak. yarı biçim kazanmış, akış halindeki kurt hayali o güzel ve ürkek gözleriyle aynadan mahzun mahzun bana bakıyordu.



s155

harry, ama şu andaki durumunuzla bu galeri içinden geçmeniz bir işinize yaramayacak, kişiliğim diye nitelemeye alıştığınız şey sizi engelleyecek, gözlerinizi kamaştıracaktır. zamanın aşılmasının, gerçeğe bağımlılıktan kurtulmanın, özlediğiniz şeye ne isim verirseniz artık, bunun kişilik dediğiniz şeyi üzerinizden sıyırıp atma isteğinden başka bir anlam taşımadığını kuşkusuz çoktan sezmişsinizdir. kişiliğiniz, içine kapatıldığınız bir hapishanedir. ve şimdi bu halinizle tiyatrodan içeri ayak atarsanız, her şeyi



s156

çok kısa bir an, bilip tanıdığım harry'yi gördüm aynada; ancak şimdi son derece keyifli, aydınlık, gülen bir yüzü vardı. ama kendisini tanımamla dağılıp parçalanması bir oldu, ikinci bir kişi çıktı içinden, derken bunu bir üçüncü, onuncu, yirminci kişi izledi, devcileyin aynanın yüzü baştan başa harry'lerle ya da harry'nin parçalarıyla doldu, sayısız harry'ler; her birini ancak bir şimşeğin çakıp sönüşü kadar kısa bir süre görüp tanıyabiliyordum. bu pek çok harry'den bazıları ben yaştaydı, bazıları benden yaşlı, yine bazıları dünya kadar yaşlıydı; diğer bazıları ise pek gençti, delikanlıydı bazıları, yeniyetme, okul öğrencileri, küçük afacanlar, küçük çocuklardı. elli ve yirmi yaşlarındaki harry'ler karman çorman koşuşuyor, hoplayıp zıplıyorlardı; otuz yaşında ve beş yaşında harry'ler, ağırbaşlı ve şen şakrak harry'ler, onurlu ve gülünç, iyi giyimli ve paçavralar içinde harry'ler, ayrıca çırılçıplak, saçsız ve uzun bukleli saçlarla harry'ler. hepsi de bendim bunların, her biri benim tarafımdan hemen görülüp tanınıyor, sonra ortadan kayboluyordu. çil yavrusu gibi dört bir yana dağılıyor, kimi sola, kimi sağa seğirtiyor, kimi aynadan içeri dalıyor, kimi de aynadan fırlayıp dışarı çıkıyordu. bir tanesi, genç ve şık giyimli biri, gülerek pablo'nun göğsüne sıçrayıp ona sarıldı ve onunla birlikte uzaklaşıp gitti. benim pek hoşlandığım, on altı ya da on yedi yaşında sevimli ve büyüleyici biri apar topar koridora attı kendini, yiyip yutarcasına bütün loca kapılarındaki yazıları okudu, ben de peşinden seğirttim, baktım bir kapının önünde durdu, kapının üzerindeki yazı şöyleydi.; “bütün kızlar senindir, delikten atılacak bir mark”



s26

sözde kişiliğinizin dağılmasıyla oluşan taşlardan. taşlar olmadan oynayamam çünkü."

bunun üzerine adam yüzüme bir ayna tuttu, aynada kişisel bütünlüğümün dağılarak pek çok ben'e ayrılmış olduğunu gördüm yeniden, hatta bana sayıları daha da artmış gibi geldi. ama ben'ler bu kez küçülmüştü, ele kolay gelecek büyüklükteydi. adam, parmaklarının sessiz ve emin devinimleriyle içlerinden birkaç düzinesini çekip aldı ve satranç tahtasının yanı başına koydu. sık sık yaptığı bir konuşmayı ya da verdiği bir dersi tekrarlar gibi monoton bir sesle şöyle dedi: “"insanın sözde her zaman bir birlik ve bütünlüğü içerdiğine ilişkin o yanlış ve sakıncalı görüşü biliyorsunuz. şunu da biliyorsunuz ki, insan bir yığın ruhtan, pek çok ben'den oluşur. sözde bütünlüğünü dağıtıp parçalayarak kişiliği pek çok ben'e ayırmak delilik sayılır, bilim şizofreni diye niteler bunu”



s183

elbette değil. âdem'in elmayı yemiş olması da onların suçu değil, yine de bunun cezasını ister istemez çekecekler."

“korkunnç bir şey bu”

“kuşkusuz; zaten yaşam her zaman korkunçtur. bizim suçumuz da değildir böyle oluşu, ama yine de sorumlusu bizleriz. insan doğuyor, hemen o anda da suç yükleniyor üzerine. bunu bilmiyorsanız, tuhaf bir din dersi almış derim sizin için."



s189
olağanüstü yeteneksiz birisiniz sevgili budala dostum, ama sizden ne istendiğini yavaş yavaş anlamış olacaksınız sanırım. gülmeyi öğreneceksiniz, sizden bu isteniyor. bu yaşamın mizahına, bu yaşamın kara mizahına akıl erdirmeniz gerekiyor. ama siz doğal olarak dünyadaki her şeye hazırsınız da, yalnızca sizden istenileni yapmaya hayır!








(Bay Haller) Ortaçağ'daki acımasızlıklara ilişkin bir söyleşinin ardından bana demişti ki: "Bu acımasızlıklar gerçekte acımasızlık değildir. Ortaçağ'ın insanı bizim bugünkü yaşam üslubumuzu bambaşka açıdan değerlendirir, tümüyle acımasız, dehşet verici ve barbarca görüp aşağılardı! Her çağ, her uygarlık, her gelenek ve görenek, kendine özgü bir üslubu içeri, kendisine yaraşır incelikleri ve sertlikleri, güzellikleri ve acımasızlıkları barındırır kendisinde, kimi acıları pek doğal karşılar, kimi kötülükleri, sabırla sineye çeker. Ne zaman ki iki çağ, iki uygarlık ve iki din birbiriyle kesişirse, işte o zaman insan yaşamı gerçek bir acıya, gerçek bir cehenneme dönüşür.


bütün o büyük acılara mal olan değişimlerin sonunda pek küçük bir şey ele geçirebilmişsem, bedelini ağır şekilde ödemek zorunda kalmıştım. Bir değişimden ötekisine yaşamım daha sert, daha çetin, daha yalnız ve tehlikelere daha açık bir durum almıştı.


...görün işte böyle insanlarız biz! görün işte, böyledir insan! tüm şan ve şöhretler, tüm akıllılıklar, tüm ussal kazanımlar, insanlığın yücelik, büyüklük ve kalıcılığına yönelik tüm tabular yıkılıp gidiyor, maskaraca bir oyuna dönüşüyorudu!
...hayır, bozkırkurdu'nun bakışı çağımızın, çağımızdaki bütün o yapmacık işgüzarlıkların, bencil, açgözlü çabaların, kendini beğenmiş, sığ entellektüelliğin yüzeysel oyununun içine sızıyordu.

senin hoşuna gidiyor, senin için bir değer taşıyorsam, senin için bir ayna oluşturuyorum da ondan; içimde bir şey var, sana yanıt veriyor, seni anlıyor. aslında bütün insanların birbirleri için bu tür aynalar oluşturması, birbirlerine böyle yanıt vermeleri ve uyum göstermeleri gerekir, ama işte senin gibi antika kişilerin işine akıl sır ermiyor, hemen bir büyüklenmişlik içine sürüklenip kendi dışındaki insanların gözlerinde hiçbir şey göremez, hiçbir şey duyamaz duruma geliyor,onlara ilgi duymaktan çıkıyor. böyle antika bir insan kendisine gerçekten içtenlikle bakan bir yüz gördü de bu yüzde bir yanıt gibi,bir akrabalık gibi bir şeyin varlığını sezdi mi, evet işte, bu kuşkusuz bir şenlik oluyor kendisi için.

insanların büyük çoğunluğu yüzmesini öğrenmeden yüzmek istemez. yüzmek istememeleri doğal, çünkü karada yaşamak için dünyaya gelmişler; suda değil. ve düşünmek istememeleri de doğal, çünkü yaşamak için yaratılmışlar; düşünmek için değil! evet, kim düşünürse, kim düşünmeyi kendisi için temel uğraş yaparsa bundan ileri bir noktaya ulaşabilir. ne var ki, karayla suyu değiş tokuş etmiştir. böyle biri bir gün gelip suda boğulur