20 Haziran 2015 Cumartesi

posta kutusundaki mızıka / ali ural



















s10
ilk mektubumda, ne kadar çok söz ettim mektuptan sana. mektuptan söz ettim çünkü kağıdın mektuba dönüşmesi, kurşunun altına dönüşmesinden daha az hayret verici değildir. mektuptan söz ettim çünkü elinde tuttuğun kağıt artık kağıt değildir. ne fuzuli gibi dokuz akçe maaşımı alamadığım için şikayetname yazacağım. ne bağdatlı ruhi gibi kırk bir beyitlik bir manzumeyle anlatacağım. kanuni'nin "ben ki sultan'ı salatin ve burhan-ı havakin" diye başlayıp "ve sen ki france vilayeti'nin kralı françeskosun" diye sadede geldiği mektubun taahütlü olarak iade edildiği bir zamandan sana ne yazağım.

s14
"sabah sabah insanını denedim dünyanın, cimriliklerle dolu deriler yürüyordu, başka bir şey görmedim" imam şafii

s17
o halde, “bizi mutlu kılan şey şartlardan çok, ruhumuzdur” voltaire. istemekle değil, istememekle hür olan ruhumuz.

s31
rejisör bir filmde rol almak isteyen genç kıza; “eğer iki kelimeyi istediğim gibi söyleyebilirsen, sana rol verebilirim” demiş, genç kız da; “tabi söylerim. nedir bu iki kelime?” diye sormuştu. rejisör: “sadece üç kere bana ; ‘gel buraya!’ diyeceksin. ” demiş, genç kız, bundan daha kolay ne var, diye düşünürken, rejisör konuşmaya devam etmişti. “birincisinde sevgilinle bir münakaşadan sonra ona artık ayrılman gerektiğini söylüyorsun o başı eğik kapıya doğru giderken, ceketinin cebinde tabanca olduğunu fark ediyorsun. hayatına son vereceğini seziyor, birdenbire onun senin için her şey olduğunu anlıyor ve büyük bir pişmanlıkla:
- ‘gel buraya!’ diyorsun.

“ikinci olarak, kendini küçük bir çocuğun annesi yerine koyacaksın. çocuk dört yaşındadır. sen ona bayramlık elbiselerini giydirmiş, balkonda oturmasını, hiçbir yere gitmemesini sıkı sıkıya tembih etmişsin. sana itaat etmiyor ve sokağa fırlıyor. tam o sırada köşede bir kamyon belirliyor ve çocuk bir anda yere düşüp çamurlara bulanıyor. allahtan ezilmiyor. sen dehşet içindesin. bir yandan allah’a şükrederken, diğer yandan sana itaat etmediği için çocuğa son derece kızgınsın. işte bu duygularla ona:
- ‘gel buraya!’ diyorsun

“son olarak da, bir tacirin karısısın. kocan iflas etmiş. evin dışında alacaklılar kocanı linç etmek için bekliyor. fakat kocan, onuruna dokunan bu durum karşısında kalbine sıktığı bir kurşunla can veriyor. sen de sokak kapısını açıp, dışarıdaki kalabalığı elebaşısına:
- ‘gel buraya’ diyorsun
sevgili dost,
kızın bu sözler üzerine filmde rol almak istemekten vazgeçip geçmediğini bilemiyoruz. bildiğimiz, sesin tonunun kelimelere hayat verdiği ya da öldürdüğür.
sevgili dost,
gel buraya!

s33
sevgili dost,bak ne diyor stefan zweig;
‘‘hayır, sağlamları, kendine güvenenleri, gururluları, neşelileri, sevinçli olanları sevmenin anlamı yoktu; onların ihtiyacı yoktu buna. bu gibiler sevgiyi sanki kendilerine ödenmesi gereken bir borçmuş gibi, yukarıdan bakarak, umursamaz bir halle kabul ederler. bir insanın kendisini vermesi, onlar için gelişigüzel bir olay, saçlarına taktıkları bir süs, kollarına geçirdikleri bir bileziktir sanki. ancak kaderin tokadını yemiş, kendine güvenlerini yitirmiş, hor görülmüş, çirken yaradılmış olanlara sevgi gerçek bir destek olur. yalnız böyleleri bilir sevmeyi, sevilmeyi; şükran duygularıyla, alçak gönüllülükle sevmek gerektiğini ancak onlar bilir.’’

s35
john stuart mill’in: ‘ne zor şeydir sevilen birini katletmek!’ sözünü önüme bir kalkan gibi tuttuğunu görüyorum. o kalkanı sana aynı düşünürün bir başka sözüyle indirtmek isterim: ‘insanlar gibi devirler de yanılmaz değillerdir; zira her devre hâkim olan birçok düşünceyi sonraki çağlar yanlış bulmakla kalmamış, aynı zamanda saçma saymışladır’.
sevgili dost, herkesin seviyormuş gibi yaptığı,ancak sevginin ne olduğunu pek az kimsenin bildiği bir zamanda yaşıyoruz . belki de bütün zamanlar böyleydi. imam-ı şafiî’ye :
‘‘o kadar insanla dostluk kurdum ki; ellerim dolu sanıyordum. başıma bir bela geldiğinde, kimseye acımayan zamandan şiddetliydi; dostlarımın ihaneti!’’ dedirten hangi duygularsa ondan yüzyıllar önce yaşayan hesiedos’a:
‘‘sevme beni sözlerle, şuurlu ol hem de duy içinden.seversen beni eğer,samimi olmalı duygun;ya sev ta içten ya tamamen bırak!’’ dedirten de aynı duygulardı.

s40
aristo’nun tabiriyle; ‘birbirlerine hoş ve faydalı görünmedikleri gün birbirlerini artık sevmeyen’ dostlarla ne işimiz var bizim. bizim, peygamberi ısırmasın diye ayağını yılan deliğinin üstüne kapatan (hz)ebu bekir’imiz,suikastı haber alınca peygamberin yatağına yatan(hz) ali’miz var.son yudum suyu birbirlerine gönderip susuz şehit olan sahabilerimiz var bizim. bizim ‘‘iman etmedikçe cennete giremezsiniz,birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız’’, ‘‘sizden biriniz kendisi için sevdiğini müslüman kardeşi içinde sevmedikçe(istemedikçe) gerçek mü’min olamaz’’, ‘‘size aranızdaki sevgiyi artıracak bir şey söyleyeyim mi, selamlaşınız’’, ‘‘hediyeleşiniz ki aranızdaki sevgi artsın’’diyen bir peygamberimiz var! ‘sevelim,sevilelim,dünya kimseye kalmaz’ diyen yunus’umuz,düşmanın attığı taştan değil, dostun attığı gülden incinen hallacı mansur’umuz var.
sevgili dost,
dostluk gündüz görünmez; o, ateşböceği gibi yalnız geceleyin parlar.

s51
hz. ömer, her sabah kapısına vurup, “ölüm var ey ömer! ölüm var” demesi için bir adam tutuyor. bize, “kelepir daire var” diyen emlakçılar nasıl hatırlatacak ölümü.

s61
olimpia'ya gidip atletizm müsabakalarını görmek için, uzun bir seyahate katlanırsınız. fidyas'ın güzel bir heykelini görmek için de, daha uzun bir yolculuğa katlanır ve onları görme zevkini tatmadan ölmeyi büyük bir felaket sayarsınız. fakat fidyas'ın heykellerinden çok üstün olan ve görmek için de pek uzağa gitmeye gerek olmayan, ne o kadar zahmete ne de o kadar yorgunluğa mal olmayan, her yerde görülen eserleri seyretme arzusunu asla duymayacak mısınız? acaba asla aklınıza kim olduğunuzu ve niçin doğmuş olduğunuzu düşünme kaygısı gelmeyecek mi? tanrının, bilmeniz ve tanımanız için gözünüzün önüne serdiği, kainatın o kadar imrenmeye layık manzaralarına hiç dikkat etmeden mi öleceksiniz?

s65
yalnız yaşamaktan bıkan bir çiftçi şehre gitti, bir kız bulup evlendi; karısını, tek atlı arabasına bindirip çiftliğinin yolunu tuttu.
yolda atın ayağı takılıp düşer gibi oldu. çiftçi: ‘bu bir!’ dedi. biraz sonra at yine tökezledi. çiftçi: ‘bu iki!’ dedi ve yola devam ettiler. az sonra zavallı at, aynı şekilde ayağı sürçüp sendeleyince çiftçi: ‘bu da üç!’ deyip tabancasını çekerek hayvanı vurdu.
yeni gelinin aklı başından gitti. ‘seni gidi kalpsiz!’ diye bağırdı ve kocasına şiddetli bir tokat attı.  kocası sesini çıkarmadan bir süre onu süzdü ve; ‘bu bir!’ dedi.”

s67
şimdi marifet dört ikiyle kapı almak değil, açık taş verse de kırmak. maça yüklenmek değil, son dakika golü atmak. sadece piyonları değil, atları, filleri, kaleleri ve veziri de hesaba katmadan, şaha kul köle olmak. şimdi küs yaşıyorlar; marifet ve iltifat. hüner ayakları üstünde durmak değil, çekiçle duvara çakılmak...

s78
''kalpler ancak allah'ı anarak huzur bulur,'' ayetini biraz daha dikkatli okuyacak olsak, basınç odasının yerini göreceğiz. evet, bu ayet, adına ''stres'' denen çağdaş basıncı düşürecek ilahi bir odaya, kur'an'a çağırıyor bizi.  frankenstein'ın yaratığı değil, allah'ın kulu olmak ne güzel!
ne güzel ''allah en büyüktür,'' sözü.

s82
bazı kuyuların suyu içilmez; acıdır. bazı kuyular derindir; görünmez suyu. bazı kuyular kördür; göremezler. benim kuyum, benim kuyum sevgili dostum öyle derindir ki; içine taş attığın zaman suyun sesini duyamazsın. bağırsan sesin geri gelmez. bakracı sarkıtsan ip yetmez.

s83
albert camus da tanıyormuş terzimi. nereden mi öğrendim? şu satırlarından:
''son yıllarda gördüklerimiz bizde bir şeyi kırdı. bu şey, insanın güvenidir; o güven ki insanlığın dilini konuştuk mu, bir başkasından insanca karşılık göreceğimize inandırdı bizi. gözlerimizin önünde yalan söylediler, insanı küçülttüler, öldürdüler, sürdüler, işkencelere soktular. ve hiçbir sefer bunu yapanları yaptıklarının kötü olduğuna inandırmak mümkün olmadı. çünkü kendilerinden emindiler. insanlar arasında sürüp giden uzun diyalog bitti.''

s87
evet, bana öyle bir halık ve rab lazım ki, en küçük hatırat-ı kalbimi ve en hafî niyazımı bilecek; ve en gizli ihtiyac-ı rûhumu yerine getirdiği gibi, bana saadet-i ebediyeyi vermek için, koca dünyayı ahirete tebdil(değiştirecek) edecek ve bu dünyayı kaldırıp ahireti yerine kuracak; hem sineği halk ettiği gibi semavatı da îcad edecek; hem güneşi semanın yüzüne bir göz olarak çaktığı gibi, bir zerreyi de gözbebeğimde yerleştirecek bir kudrete malik olsun. yoksa, sineği halk edemeyen, hatırat-ı kalbime müdahale edemez, niyaz-ı rûhumu işitemez. semavatı halk etmeyen, saadet-i ebediyeyi bana veremez. öyle ise, benim rabbim odur ki, hem hatırat-ı kalbimi ıslah eder, hem cevv-i havayı bulutlarla bir saatte doldurup boşalttığı gibi dünyayı ahirete tebdil edip, cenneti yapıp, kapısını bana açar, "haydi gir" der. (tarhiçe i hayat)

s91
büyüyünce doktor olmak isteyen çocuklar, büyüyünce cellat oldular.mirasları için anne ve babalarını, kalpleri için sevgililerini, ilkeleri için kendilerini öldürdüler.iskemlenin ayağına vurmak,iskemlede oturmaktan önemli oldu.kovboy filmlerinde hapishanenin önünde birikip :“şerif onu bize ver!"diye bağıran linç adamları, film bittikten sonra sinemadan çıkıp aramıza karıştılar.bizi nerede sıkıştıracaklarını ve nerede karşımıza çıkacaklarını bilmiyoruz.binbir surat gibi sürekli surat değiştiriyorlar.dolunay gördüklerinde değil hilal gördüklerinde kurt adam oluyorlar.

s104
“cahiller bilmezler yarımın bütünden çok olduğunu”
acaba bir şeyin tamamına sahip olmak insanı hoyrat ve küstah mı yapıyordu. vuslattan sonra bunun için mi bitiyordu aşklar. bunun için mi zerafeti korumak güçleşiyor ve davranışlara sızıyordu isyan.

s123
sevgili dost,
sevginin eli, midas'ın elleri gibi dokunduğu her şeyi altına çeviriyor. simitlerin susamlarını, balıkların pullarını, dolmakalemlerin uçlarını parlatan o el işte. o elle düğmeye dokunuyorsunuz, ışık yanıyor. o elle veda ediliyor hüzne.
bir kilimi üzerinde sevgiliniz gezinecekmiş, bir kaşkolu çocuğunuz boynuna dolayacakmış gibi dokur, bir binayı içinde anneniz oturacakmış gibi yaparsanız, ne o kilim eskir, ne o kaşkol solar, ne o bina yıkılır.
sevgili dost,  çaba istiyor sevgi. tohum yetmiyor, çapa istiyor sevgi.