24 Mart 2020 Salı

boşversene sen niye beklemeli / edip cansever










"yürek yalnız bir kez görür,
sonra gözler görür."
howard fast

boşversene sen niye beklemeli
sıktı artık bu kent beni
çekip gitmeliyim hiç düşünmeden
bulmalıyım aradığım o yeri
şiirmiş, bilgelikmiş her neyse
ne varsa benden kalsın geride
kalsın o yalanlar, o yalan ilişkiler de
ve ölümler ki sevdanın ikiz doğurduğu
yetsin, taşımak istemiyorum hiçbirini yedeğimde
nerdesin ey benim hergün yeniden doğan oğlum
sevginin çoğul oğlu
senin ülkende yalnız bütün özlemler
bilirim yalnız orda, içtenlik, erinç, coşku
bayrağındaki bir tek çiçekli dalla
orda uçsuz bucaksız
olanca görkemiyle bir erguvan imparatorluğu.

öğrendim öğrenmesine, mutsuzluk da bir gelişmedir
tanımadığım kentler, yüzler, hiç mi tanımadığım
oteller, genelevler, nar ağaçları
dar sokaklar, eğri büğrü kaldırımlar
satın alamadığım bir örtüye çeviren yalnızlığı
ve bir yağmur öncesinde belli belirsiz
üç beş çocuğun birbirini çağırdığı
sopasını düşürdüğü bir dilencinin

unutup gittiği sonra ses çıkarmadan
anlaşılmaz mırıltılarla yokuş aşağı
iner gibi ben de
örgüsünden başını kaldıran bir kadının
gözlerinde
nasıl binlerce rengin içinden sıyrılırsa dünya
bulacağım elbette aradığım o yeri
yıllar yılı tuttuğum aklımda
hani salkımlar içinde bir ev vardı
eski bir gemici feneri asılıydı kapısında
duvarlarında uçan balıkların kurutulduğu
yıkılmışsa ne yaparım bilmem ki
eksilmiş gibi ağzımda bir dişim
yerini dilimle oynaya oynaya
dalar çıkarım elbet bambaşka sokaklara.

geçerim kuduğum hayallerin altından
bir gökkuşağının altından geçermiş gibi
budakları kalın ellerimi andıran
asmaların yanıbaşındasın
yüzümde bir garajın tutulmaz akşamıyla
o geçimsiz akşamla
ve mutlak kayalardan doğmuş olan
göğün mavi yapmadığı bir şahin
başımın üstünde tek başına.

kırmızı dallar, göğe uzanır çitler
yıldızları birbirinden ayıran
bilmez olur muyum hiç, mutluluk da bir gelişmedir
yaşarken olsun, ölümle olsun, sonu ayrılığa varan
ey gün batımı! benden duymuş olma bu yakınmayı

bir gül bana kendini kopardı verdi
daha dün akşam, daha dün akşam.

yürek bir kez görür, sonra hep gözler görür
ben o yüreğimle görmüşüm anlaşılan
çözüldü artık o büyü, yanımda
sıcaklığı parmaklarımı acıtan bir haziran
üstelik çoktan buldum aradığım o yeri
tam yedi kez doğan güneşlerin altında
bir yitip bir yükselen sıradağların ardından.

yıkansam, yıkansam, hep o güneşlerle yıkansam
dişleri tenime geçse yaz rüzgarlarının
izine pek rastlamasam
ama kalbini sert ve serin tutan bir denizciye
bunu bir daha sorsam
ne çıkar bir daha sorsam
sonra hiç konuşmasam, sonra hiç konuşmasam
ve bu yogun, bu üzünçlü yüreği
benim değilmiş gibi, benim değilmiş gibi
kimse görmeden şöyle bir yol kenarına bıraksam.

22 Mart 2020 Pazar

istanbul'u dinliyorum / orhan veli kanık











istanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı
önce hafiften bir rüzgar esiyor;
yavaş yavaş sallanıyor
yapraklar, ağaçlarda;
uzaklarda, çok uzaklarda,
sucuların hiç durmayan çıngırakları
istanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı.

istanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı;
kuşlar geçiyor, derken;
yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
ağlar çekiliyor dalyanlarda;
bir kadının suya değiyor ayakları;
istanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı.

istanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı;
serin serin kapalıçarşı
cıvıl cıvıl mahmutpaşa
güvercin dolu avlular
çekiç sesleri geliyor doklardan
güzelim bahar rüzgarında ter kokuları;
istanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı.

istanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı;
başımda eski alemlerin sarhoşluğu
loş kayıkhaneleriyle bir yalı;
dinmiş lodosların uğultusu içinde
istanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı.

istanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı;
bir yosma geçiyor kaldırımdan;
küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.
birşey düşüyor elinden yere;
bir gül olmalı;
istanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı.


istanbul`u dinliyorum, gözlerim kapalı;
bir kuş çırpınıyor eteklerinde;

alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum;
dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum;
beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından
kalbinin vuruşundan anlıyorum;
istanbul`u dinliyorum.

6 Mart 2020 Cuma

bahçemizin halinden baharımı kıyasla / ömer hayyam

bahçemizin halinden
baharımı kıyasla.
zambaklar verem olmuş
kırmızı güller yasta
eller yüzler simalar
resimler aynı değil
baharlar bile değişmiş
artık her şey bir başka

bu sonbahardaki ayak izlerim
sanki geçmiş bir şeyler
her yerler talan olmuş
hatıralar bile yanlış
üç beş kırık bardak
tas tabak çanak
birkaç kiraz dalı
ürkütülmüş birkaç kurbağa
yolcular yok olmuş
yollar artık bambaşka
artık akortsuz saz gibi
dalda kuş çiçekteki arı
bir uçkur iki bağlama
yalnızca varı yoğu
iki öz kırpmışım
bir kaç da öpücük
boşunaymıs burukluklar
aceleler, tezler
hesap kitap yanlışmış
yıllar boşuna geçmiş
ayrılıklar hüzünler
şimdi pususundan
bakan gözler bir başka
hesap kitap gerekmez
var zararı hesapla...

1 Mart 2020 Pazar

büllbülü öldürmek / harpet lee



• çünkü sözlerimi ciddiye almanızı isteyemezdim sizden scout, yapılan işin doğası gereği her hukukçunun hayatında kendisini kişisel açıdan etkileyen en az bir davası olur. benimki de bu, galiba. okulda bu konuda çirkin konuşmalar duyabilirsiniz, ille de bir şey yapacaksanız sizden tek şey istiyorum: başınızı dik tutun, yumruklarınızı da indirin. kim size ne derse desin, sinirlerinize hakim olun. değişiklik olsun diye, kafanızla mücadele edin... öğrenmeye dirense de kafa denen şey iyi bir şeydir. "atticus, davayı kazanacak mıyız". "hayır, tatlım". "o zaman neden..." "daha başlamadan yüz yıl önce kaybetmiş olmamız demek kazanmaya çalışmayacağız anlamına gelmez" dedi atticus.

• şu dava, tim robinson davası, insanın vicdanının en hassas noktasına dokunan şey... scout, bu adama yardım etmeye çalışmasaydım kilisey gidip tanrı'ya dua edemezdim. "atticus, yanılıyor olmalısın..." "nasıl?" "e, pek çok kişi kendilerinin haklı olduğunu, senin yanıldığını düşünüyor." "tabii bunu düşünmeye hakları var, düşüncelerine saygı gösterilmesini istmekte de haklılar," dedi atticus, "ama başka insanların yüzüne bakabilmek için ilk önce kendi yüzüme bakabilmeliyim. çoğunluğa bağlı olmayan tek şey insanın vicdanıdır.

• ama bu ülkede insanlar ancak bir tek durumda eşit yaratılmış kişiler haline gelirler. -bir yoksulu rockefeller ailesi'nin bir ferdiyle, bir budalayı einstein ile, cahil bir kişiyi bir kolej müdürüyle eşit gören tek kurum vardır. bu kurum da, baylar, hukuk kurumudur. 

• ...gerçek cesaretin ne olduğunu görmeni istiyordum, gerçek cesaretin eli tüfekli bir adamla ilgisi olmadığını. daha başlamadan yenildiğini bile bile başlamak ve her ne pahasına olursa olsun sonuna kadar devam etmek olduğunu. nadiren de olsa bazen kazanırsın.

• öğreneceğin şeylerin çoğunu kitaplardan öğrenmeyeceksin.

• istediğin kadar saksağanı vur vurabilirsen ama unutma, bülbülü öldürmek günahtır.

• jack! bir çocuk sana bir sorduğu zaman, tanrı aşkına, o çocuğa sorduğu şeyin yanıtını ver. uyduruk şeyler anlatma. çocuklar çocuktur ama kaçamaklı lafları büyüklerden daha çabuk anlarlar, ayıca kaçamaklı yanıtlar onların kafalarını daha da karıştırır.

• insanlar genelde neyi görmek istiyorlarsa onu görürler, neyi duymak istiyorlarsa onu duyarlar.

tatar çölü / dino buzzati



• ya, aslında yanılıyorsa? ya, gayet sıradan bir yazgıya sahip sıradan biri olarak yaratılmışsa?

• boş vadide yukarı doğru çıkmakta ve nal sesleri geçitlerin boşluğunda geniş yankılar uyandırmaktadır; kayalıkların tepesindeki çalılıklar ve küçük sarı otlar kıpırtısızdır, hatta bulutlar bile gökyüzünde alışılmamış bir yavaşlıkla ilerlemektedir .

• yavaş yavaş güveni azalıyordu. insanın, tek başına olduğu ve hiç kimseyle konuşamadığı zaman bir şeye inanması çok zordur. işte tam da o dönemde, drogo, insanların her zaman birbirlerinden uzakta olduklarını fark etti, birisi acı çektiğinde, acısı sadece kendisine ait oluyor, hiç kimse o acıyı birazcık olsun dindiremiyordu; bir insan acı çektiğinde diğerlerinin, duydukları sevgi ne denli büyük olursa olsun, bu yüzden acı çekmediklerini ve yaşamdaki yalnızlığı işte bu durumun oluşturduğunu fark etti.

• böylece çöl yine kıpırtısız bir hale büründü, kuzeydeki sisler, bastiani kalesi’nin nizami yaşamı, hepsi kıpırtısızdı; nöbetçiler nöbet alanının o ucundan bu ucuna hep aynı yolu katediyordu; alayın karavanası hep aynıydı; günler birbirine benziyor ve uygun adım yürüyen askerler gibi sonsuza değin tekrarlanıyordu. yine de zaman geçiyordu; insanları hiç düşünmeden, dünyada gidip geliyor, güzel şeyleri solduruyor; ve henüz adı bile konmamış yeni doğmuş bebekler de dahil olmak üzere hiç kimse onun elinden kurtulamıyordu.

• drogo, insanların her zaman birbirlerinden uzakta olduklarını farketti, birisi acı çektiğinde acısı sadece kendisine ait oluyor, hiç kimse o acıyı birazcık olsun dindiremiyordu; bir insan acı çektiğinde diğerlerinin, duydukları sevgi ne denli büyük olursa olsun, bu yüzden acı çekmediklerini ve yaşamdaki yalnızlığı işte bu durumun oluşturduğunu farketti.

• geceleri böyle geçirmek, uykuya sığınmamak, geç kalmış olma duygusuna kapılmamak, güneşin doğuşunu izlemek, insanın önünde sonsuz görünen bir zamanın bulunması ve bundan hiç kaygılanmadan yararlanması... dünyada var olan onca güzel şey içinde drogo inatla deniz kenarındaki o saraya, müziğe, saatlerin boşa harcanmasına, güneşin doğuşunun beklenmesine imreniyordu. ne kadar aptalca görünürse görünsün, yitirdiği o barışçıl yaşamı en yoğun biçimde bunlar dile getiriyordu.

• daha çok yol var mıdır? yoo, şu ilerideki nehri geçmek, şu yeşil tepeleri aşmak yeterlidir. belki de varmışızdır bile. şu ağaçlar, kırlar, şu beyaz ev belki de bizim aradığımız şeylerdir. bir an, bunun doğru olduğuna inanıp, orada durmak isteriz. sonra, kulağımıza ileride daha iyisinin olduğu çalınır ve tasasız bir biçimde yeniden yola koyuluruz.

• ama bir noktada, belki de içgüdüsel olarak, insan geri döner ve arkasında bir kapının kapanarak dönüşü olanaksız kıldığını fark eder. işte o zaman bir şeylerin değişmiş olduğunun ayırdına varırız, güneş eskisi gibi kıpırtısız değildir, hızla hareket etmektedir; ne yazık ki, henüz bakmaya bile fırsat bulamadan, onun ufkun ucuna doğru hızla kaydığını, bulutların da gökyüzündeki mavi koylarda hareketsiz durmadığını, birbirlerinin üzerine çıkarak kaçtıklarını, iyice acele ettiklerini görürüz; zamanın geçtiğini ve günü gelince yolun zorunlu olarak son bulacağını anlarız.

• henüz genç ve sağlıklı bir bedene sahipken, zafer borularının öttüğü anda ölmek güzel olabilir; ama bir hastane koğuşunda uzun uzun acı çektikten sonra ölmek daha kötüdür herhalde, evde, sevgi dolu inlemeler, hafif ışıklar ve ilaç şişeleri arasında ölmek daha melankoliktir. ama bilinmeyen, yabancı bir diyarda, sıradan bir han odasında, yaşlı ve çirkinleşmiş bir biçimde, dünyada, arkada hiç kimsenin kalmadığını bilerek ölmek kadar zor hiç bir şey olamazdı.

• onlar, herkesin ortak yaşamına, sıradan insanların mutluluğuna, vasat bir yazgıya alışmamışlardı; birbirleriyle yan yana ya gerçekte bilincine varmadıklarından ya da sadece ruhlarının kıskanç çekingenliğiyle birer asker olduklarından, hiç sözünü etmeksizin aynı umutla yaşıyorlardı.

• ... halbuki, birisi ona 'yaşadığın sürece bu hep böyle olacak, sonuna kadar hep aynı şey' demiş olsaydı o da kendine gelirdi. 'olamaz' derdi, 'muhakkak farklı bir şeyler olagelmeli, öyle bir şey ki insan: artık sonuna gelmiş olsam bile beklemeye değmiş diyebilmeli.

suskunlar / ihsan oktay anar


• kalın musa'nın biraderi muhayyer hüseyin efendi bu lâkabını, cemaat içinde kazâen yellenmesi sonucu almıştı. bu kazadan sonra hem hayrete düşmesi hem de yellenirken çıkan sesin "muhayyer" perdesinde olduğunun musiki üstatlarınca tespiti, ona böyle bir lâkabın takılmasına vesile olmuştu. fakat kendisine vurulan bu damga ustalardan feyz, hayattan da kâm almaya davet eden bir çığırtkan beklerdi. 

• davut, "yoksa çargâh makamı mıydı?" diye sordu. "hazreti peygamber kur'an'ı bu makamla okumuş derler. o yüzden çargâh bir oyun havası çalan ya da bu makamda dünyevi bir beste bağlayan kişi çarpılırmış güya! bağdasar yine araya girerek, "ama en mükemmel musikinin sırrının da bu sokakta olduğunu söylüyorlar," dedi. kirkor sinirlenerek, "halt etmişler!" dedi. "en mükemmel musiki sağ esen olmak ve basur illetinin pençesinde kıvranmamaktır. 

• … bir paşaya yollanacak her şefaatname için, derkenar akçesi adı altında kâtiplere para koklatm 

• … alevden gömlek giyip âşıklar ordusunun mecnun, meftun ve meclûp neferlerinden biri olan davut artık, kalbindeki firavuna, yanı nevâ'ya tapıyordu. 

• keşmekeşte, kelepire konmak için ruhunu şeytana satmaya hazır bezirgânlarla, onlara külah giydirmek için yanan madrabazlar, sözgelimi birkaç gemi çoğu çarşıda olduğu gibi burada da, önüne bir perde örttükleri boy aynalarının başında bekleyen âyinedârlar vardı. bu şahıslar bir akçelik ücret karşılığı perdeyi açar, müşteri de ayna karşısında üstünü başını bir düzeltir, serpuşunu afili bir şekilde hafif yana yatırır, bıyıklarını burardı. bu işte, özlerine âşık oldukları için dakikalarca kendilerini seyreden müşterilere indirim yapmak esastı 

• dügâh "labunya! mebun! dübürzade! iskerlet! sabuncu! hamam oğlanı!" diye hakaretler yağdırmaktaydılar 

• ama bu dünyadaki en lezzetli yemek, yağlı kuzu etinden yapılmış büryan kebabıdır! hele yanında kokulu acem pirincinden nefis bir tereyağlı pilav olursa insan yemeye doyamaz! pilavın üzerine elbette etin yağından da bir iki kaşık gezdireceksin! daha ilk lokmayı tadarken et ağzında dağılıverir! yüzüne kan, bedenine can gelir! bu leziz yemeği bitirip doyduğunda ise, 'ah! keşke iki midem olsaydı da bir sahan daha yeseydim!' diye hayıflanırsın. çünkü lokman hekim'in ye dedikleri arasındadır bu yemek. gerçi ben hayatımda hiç büryan kebabı yemedim. fakat az önce kalbime doğdu! sözlerime inanmıyorsan gel de şu iştahlı adama bir bak!"

• şu ayaltı aleminde, ölmüş, yaşayan ve henüz doğmamış ne kadar insan varsa, göklerde o kadar yıldız ve belki bir o kadar da kader vardı.

• … ülker'i kovalayan ve yedi yıldızdan ibaret cebbar batarken, ölçü ve dengeyi temsil eden terazi takımyıldızı artık doğmuştu. hayalperestliğin timsali seretan'a hakan eflatun, büyükayı, ejderha ve küçükayı'dan sonra kutup yıldızı'nı gördü. gökyüzü bu yıldızın etrafında dönüyordu ve giderek, sanki daha da hızlı dönmeye başladı 

• …kalabalık az sonra galata mevlevihanesi'nin avlusunu tıklım tıklım doldurmuştu. cenaze buradaki bir hazîrede, "suskunlar" diye anılan küçük kabristanda toprağa verilecekti 

• …mübarek neyzenin dergâhta en sevdiği kışı ise, kalın musa'nın torunu, veysel bey'in mahdumu ve davut'un ikiz kardeşi, sağır ve dilsiz eflatundu.

• … gerçekten de iki gerdaniye, iki ayrı neva ve iki farklı muhayyer ile tınladı. 

• #tennureleri-lahitlerini-revnaklar-gûmgûme-nevbeti-ibrişim-mebûn-mastori-demkeş- ilk kadehler nüş edildiğinde sohbetler koyulaştı-şivekar köçek.

devir / ece temelkuran


• siyaset mi kaldı nahit? bir melanet var bu memlekette. bir ilk neden. gidiyorum yani geçmişe. hani 71 muhtırası’na gidiyorum, bizim çocukları astıkları zamana... bakıyorum o da ilk değil. 30’lara gidiyorum mesela... memleketin tohumunun atıldığı, cumhuriyetin ilan edildiği zamana gidiyorum. başlangıç orası da değil. acaba, diyorum, bu osmanlı’nın çadırdan çıkıp da saraya girdiği zaman... hani bunlar osmanlı’yı kurarken balkanlar oradan buradan oğlanları devşirmişler ya, anasından danasından koparıp hani... devleti bu öksüzlere kurdurmuşlar... dedektif, bence bu anasını sattığımın memleketinin dibinde o kimsesiz çocukların laneti var. bu merhametsizliğin sebebi, o çocukların hıncı işte. 

• bence ankara’nın dibinden çok şey çıkacak ali. binlerce yıl önce bu bozkıra varan ilk adam ve kadının, kırkikindi yağmuru öncesindeki rüzgârı işaret sanıp diktiği ilk çadır direği. ‘azıcık aşım kaygısız başım’ diyen o adamın çömlekleri çıkacak mesela. imparatorlukta gözden düştüğü için bozkıra gelen, yalandan iki sütun dikip keyfine bakan bir romalı beyin taht yıkılırken içtiği şarabın çanakları çıkacak. bir osmanlı sultanını ilk ve son kez esir düşüren memlekettir ankara, biliyor musun ali? timur’un, sultan yıldırım beyazıt’ı esir düşürdüğünde içtiği keyif esrarının külleri çıkacak buralardan. sonra, ellerinde damgalı, imzalı kâğıtlardan kafası karışıp deliren, sonunda ulus meydanı’nda el ele tutuşup kaybolmuş gibi yürüyen köylülerin kasketleri. sümerbank basmasından biçilmiş donlarla nükleer fizikçi olmayı hayal eden, yıldızlarla köyündeki yanağı sinekli çocuklar arasında sıkışıp kalmış gençlerin üniversite yolunda delinen ayakkabıları da... hep bir memleketi kurtarmak çilesiyle şiir yazan onca doktor, öğretmen ve muhasebecinin ikinci dünya savaşı’ndan kalan ekmek karneleri de vardır mutlaka. ‘bu ülke böyle kurtulur!’ diye yazmış binlerce daktilo, teksir makinesi, kurşun harfler, yeni maltepe sineması’nda gösterilen seks filmlerinin parçalarına, o filmler izlenirken çitlenen çekirdek kabuklarına karışmıştır. hokkalar ve mühürler, maktalar ve hamayıllarla yazılıp, parlatılıp, saklanmış bütün dualarla karışmıştır, üzerine ‘tek yol devrim’ yazılmış plastik kalem kutuları. büyük muharebelerde kırılmış t cetvelleri, romalı beylere karşı, anayasa ve idare hukuku kitaplarından kurulmuş barikatların kalıntıları, istanbul’da boğaz’a dalıp, ‘bu insanlarla olmaz,’ diye kederlenen aydınlara bir ümit taşradan yazılıp gönderilmemiş mektuplar, binlerce resmi geçitte hep aynı yolu yürüyen bandocu kızların trampet bagetleri, köy enstitülü çocukların ‘avare mu’ çalarken düşen mandolin penaları... insanların daha iyisini hak ettiği hıncıyla büyüyüp insanımızın pusuculuğuyla karşılaştığı o ilk seferinde ağlayan çocukların üçgen mendilleri... ‘bu halkı anlamazsak onlara hiçbir şey anlatamayız,’ diyerek boşuna ezberlenmiş kuran mealleri. çıkar bunlar ali. olgunlaşma enstitüsü’nde türk bayraklı bindallılar diken kızların kırık yüksükleri ile silah kardeşliğinden kurulacak bir ülkede eşit ve özgür olacaklarına boşuna inanan eşkıyaların kopmuş dizginleri... tekerlekler elbette, hep ezberleyip duracağın, kurtuluş savaşı’nın kağnı tekerleriyle sadece bizim bileceğimiz, yakıp durduğumuz patlak lastik tekerlekler iç içe duruyor olabilir aslanım. buraya gönderilen keltlerin denizsiz kalınca kederlenip bira içtiği hayvan boynuzları ile gülhane askerî tıp akademisi’nde kesilen asker kolları ve bacaklarının kemikleri... arap prensesi zenobia’nın kurduğu devletin cam kırıklarıyla on iki yaşında kuşcağız’da ensesinden vurulmuş nergisin önlük düğmeleri. osmanlı’ya karşı başlayıp kanında boğulmuş isyanların yırtık sancakları ve söylenmiş bütün türkülerin kopmuş bağlama telleri... pabuç tekleri en çok da. zonguldak’tan maden işçilerinin, izmir’den tariş işçilerinin, işçilerin, köylülerin ve makam şoförlerinin, cumhuriyet balolarında aradığını bulamamış kadınların ayakkabıları, milyonlarca. aslanım, size öğrettiler mi? ankara ‘gemi çapası’ demek. bir hayalle çıkılan yolda atılan çapa gibi düşün. kralların hep eşek kulaklı olduğunu bildiği için bütün kuyular bunu bağıracak diye kuyulardan korkan kral midas’ın şehri. biz, ‘kralın kulakları eşek kulakları,’ dedikçe, kaçarken cebimizden düşürdüğümüz telefon numaraları, sevgili vesikalıkları, sahte kimlikler... kazmak tehlikeli ali.” 

• ... babam su içiyor gibi gülüyor mesela. annem içinden kuşlar çıkıyor gibi gülüyor. anneannem bir tepsi börek gibi gülüyor. samim abi atlar koşuyor gibi gülüyor, ayla abla, heidi gibi gülüyor, heidi’nin dağdan aşağıya koştuğu zamanki gibi. ama jale’anım teyze sanki sıra dayağı olurken öğretmen bir tek ona vurmamış gibi gülüyor.