• «ah bu resmi asarken neler çekti? otuz defa belkim kaldırdı.» sonra heleni birdenbire başka bir mevzuya atladı. «hiç parası yoktur onun... benden yine borç aldı.» heleni bütün protokollerin haricinde hâlâ yanı başındaydı. selim sorar gibi baktı. «otuz lira... on lira da evvel almıştı.» bu da suat’tı. hem tam suat’tı. suat tapeur değildi, fakat parasızdı. hatta para meselelerinin üstündeydi. bir gün selim ona para sıkıntılarından bahsederken «hocam ne kadar ehemmiyet veriyorsunuz bu işe... para daima bulunur, bulunmadığı zaman da vazgeçilir!» demişti. hizmetçisinden aldığı bu otuz lira ile suat’ın bu gece leylâ’ya en güzel hediyeyi getireceğini biliyordu.
• hemen hemen sınıfın yarısı imtihan kapısı önünde idi. hiç kimse ilk girmeğe cesaret edemiyordu. selim sade içindeki helecana bir an evvel son vermek için «ben girerim isterseniz...» dedi. sade bu imtihana değil, hiç bilmediği bir şey olduğu halde en çetin manialı at yarışlarına, büyük yüzmelere, boks maçlarına, kör döğüşü kavgalara girebilirdi. kendisi ile başbaşa kalmamak için her türlü harekete hazırdı.
• sevmek müphem bir hülyaya bir cevaptı. kendiliğinden bir boşluğu doldurması icap ederdi.
• ruhsar hanım bakışları hep kendisinde hulki beyefendinin eşya merakını anlatarak sessiz gülüyordu. selim bu gülüşü bilhassa bakışlarından seyrediyordu. bir ara teninin güzelliğine dikkat etti. bütün ömrünü pekâlâ bu kadının dizlerinin dibinde, sadece sesinin mırıltısını dinleyerek, gözlerinin sessiz gülüşüne hayran olarak, tenini en cins kadifeler gibi okşayarak geçirebileceğini düşündü. bu arzu değildi. sadece kendini vermek ihtiyacıydı.
• ve birden sesini daha yavaşlatarak ilâve etti: «azizim, ben sana bir şey söyleyeyim mi? leylâ’yahiçbir şey anlatamazsın.» sonra bir zemberek gibi boşandı: «ama bugünlerde pek hoş... vallahi güzel şeyler kaçırıyorsun. yeni meraklarımız var. balıkçılık yapıyoruz, çiçek yetiştiriyoruz. anla ama... ikisinde de tam meslek adamıyız. oltalar, yemler hazırlıyoruz, mevsimine göre gece seferlerimiz filân var. sonra toprak ekiyoruz, fide hazırlıyoruz, fidan buluyoruz, tohum ayıklıyoruz. italya’dan, cenubi amerika’ dan paket paket tohumlarımız geliyor. prospektüsler, kitaplar... aşı şekilleri, yeni kombinezonlar... şimdi de bahçe mimarisine merak ettik. suat’ı da buldu.» ve selim’de ne din ne ahlâk ne de başka bir şey karşısında menfi, müsbet hiçbir taassup yoktur. onlar hayatın kendi örgüsüne dahil şeylerdir. insan ruhunun tabiî ifrazları ve cemiyet hayatının tabiî şartlarıdır.
• acaba o da benim gibi ikiye bölünmüş, biri karşısındakini tam gerçeğine indirmeğe çalışan, öbürü onu üst üste hatıralarının zamanında, ruhta ve uzviyetteki o derin akisleriyle beraber gören iki kişi gibi mi bana bakıyor? fakat selim bu ikiliğin mühim bir şey olmadığını, biraz sonra bu iki bakışın nerde ve nasıl birbirleriyle birleşeceklerini, birbirlerinde nasıl kaybolacaklarını çok iyi biliyor
• ah bu insan denen bu cezir ve med halindeki hayvan...
• selim de bunu bilirdi. zaten selim’in kabahati de bu değil mi? her şeyi bilmesi, fark etmesi ve hepsini birden hatırlaması... her an, her an, her an...
• sonra birdenbire göz göze geldik ve her şey bitti. bir ağaç dalına takılıp sönen bir balon gibi orada sarktı, biçare ve isteksiz. oracıkta sönmüş balon, zavallı leylâ. ve böyle gözlerimin önünde küçüldüğü için onu birdenbire çok başka türlü sevdim. korkuya, kıskançlığa çok başka bir şey karıştı. şimdi bile ne olduğunu bilmediğim bir şey. hiçbir zaman anlamadığım, anlayamayacağım bir şey. birdenbire leylâ benim için bir daha unutamayacağım bir şey oldu.
• goya’nın prado’da küçük bir tablosu vardır. her görüşümde benim için manası bir kat daha derinleşir. küçük bir köpek bir dağın sırtından çıkar ve çıkar çıkmaz birdenbire gri bir kaya ile, bir çeşit duvarla karşılaşır... küçük, munis bir köpek başı ve yepyeni bir imkânsızlığın duvarı... oraya kadar kimbilir nasıl güçlükle geldi. başarının sevincini âdeta yüzünde okuyabilirsiniz... fakat şimdi önünde bu duvar. çıldırtıcı bir şey.
• selim «insan insana tahammül edemez. insan insana muhtaçtır. insan insana yüklenir, insan insanla yaşar. bütün felâketimiz ve tezatlarımız burada. daima birbirimizle haşır neşiriz ve birbirimize bir türlü tahammül edemeyiz. allahın başlıca vazifesi de bu değil mi; aramızda üçüncü sıfatıyle bulunması için değil mi?» diye düşündü. sonra genç kıza «otur biraz, dinlen...» diye ısrar etti.
• «demek işittiklerim doğru. hepsi doğru. beni leylâ hanım’ ın önüne getirdi. sanki bir çeyiz halayığı imişim gibi.» ve leylâ tam kendisini kucaklamağa hazırlanırken birdenbire eteklerine doğru eğildi. «cariyeniz...» fakat yine birdenbire yaptığından utanmış gibi genç kadının boynuna atıldı. ikisi de birbirlerini çok severlerdi. kadınca, acayip, tahlili güç bir sevgiydi bu. bu kırkına yaklaşmış kadınla yirmisindeki kız birbirlerini anlayarak, güzelliklerinin hangi uçlarda dolaştığını bilerek birbirlerini seviyorlardı.
• «maskaralık.» şüphesiz maskaralıktı bu. fakat niçin, niçin bu hakkı kendinde göremiyordu? niçin kendisini bu kadar gülünç buluyordu? şifa hakikaten güzeldi. her cemiyette, her sınıfın içinde güzel ve sevimli sayılacak insandı. ve bu kadar güzel olmanın birtakım hakları olmalıydı. çünkü şifa zekice güzeldi. leylâ kadar güzeldi. başka şekilde, fakat leylâ kadar. leylâ’nın bir kolu hâlâ şifa’nın omuzundaydı. o da içinden aynı hakikati teslim ediyordu. bu kız hakikaten güzel. bir peyzaj kadar, bir musiki kadar güzel. haince ve zekice güzel. insana hiç bilmediği hazlar ve ihtiraslar aşılayacak kadar.
• lassy kokulu hanıma anlattığı hikâyesini yarıda bırakarak ferahfeza’ dan bir beste okumağa başlamıştı. bütün bahçe, bütün boğaziçi ve kendi ömrü bundan yüz, yüz yirmi sene evvel yaşamış dede ismindeki daüssılalı bir dervişin ışığına girmişti. bu da şüphesiz ölüm ve ayrılıktı. çünkü yaşadığımız dünyada selim için şu anda yalnız bu ikisi vardı. fakat büsbütün başka bir şekilde ölüm ve ayrılıktı. ve bu başkalık péguy’nin mısralarındaki ilk yaradılış neşesini, şimdi suat’la o kadar hararetle konuşan ayşe’nin sesini ve refik’le kulak kulağa konuştuktan sonra evin içine doğru — şüphesiz mutfaktakilere talimat vermek için — giden leylâ’yı, boş kadehi elinde sorduğu suale cevap bekleyen şifa’yı, biraz ötede başka bir rüyasını düşünen fatma’yı kendi içinde biraz evvelkinden çok başka insanlar yapmıştı. çünkü şu anda bütün bahçe ferahfeza burcu dediği âleme girmişti ve selim etrafındaki şeylere oradan bakıyordu.
• niçin hepimiz sadece kendimizi göz hapsinde tutarak yaşıyoruz.