29 Eylül 2018 Cumartesi

cesur yeni dünya / aldous huxley






















• mutluluk ve erdemin sırrıdır –yapmak zorunda olduğun şeyi sevmek. tüm şartlandırmaların amacı budur: insanlara, kaçınılmaz toplumsal yazgılarını sevdirmek.

• müdür bir kapıyı açtı. büyük, boş bir odaya girdiler. çok parlak ve güneşli bir odaydı; çünkü güneye bakan duvarın tamamı tek bir pencereydi. viskoz keteninden yapılma pantolon ve ceketlerden oluşan bir üniforma giymiş, saçlarını mikroptan korumak üzere beyaz keplerin altına gizlemiş yarım düzine hemşire, gül dolu vazoları zemin boyunca tek sıra halinde dizmekle meşguldü. tıka basa çiçek dolu büyük vazolar. yeni açmış, ipek yumuşaklığında binlerce taçyaprak, binlerce küçük meleğin yanaklarını andırıyordu. fakat o parlak ışıkta melekler, sadece pembe ve ari değil, aynı zamanda pırıl pırıl çinlilerdi ve meksikalılardı, aynı zamanda çok fazla göksel sür dinlemekten felçli ve ölü gibi solgun, ölüm sonrası mermer beyazlığı misali soluktular. müdür girince hemşireler hazır ola geçtiler. kısaca, “kitapları dizin,” dedi. hemşireler sessizce emri yerine getirdiler. kitaplar gül vazolarının arasına düzgünce yerleştirildi –her birinde parlak renkli bir dört ayaklı hayvan, kuş ya da balık sayfası davetkâr bir şekilde açılmış bir sıra yuva kitapçığı.  “şimdi de çocukları içeri alın.”  aceleyle odadan çıkıp bir iki dakika içinde döndüler. her biri, dört tarafı telle çevrili dört raflı, tekerlekli servis masası benzeri şeyleri iterek içeri girdiler. her rafta tıpatıp birbirine benzeyen (belli ki bir bokanovski grubuydu), hepsi (delta sınıfından oldukları için) haki renkte giydirilmiş sekiz aylık bebekler vardı.  “yere indirin.”  çocukları indirdiler.  “şimdi onları döndürün ki çiçekleri ve kitapları görebilsinler.”

döndürülen bebekler önce sessizleştiler, sonra da parlak renkli öbeklere, beyaz sayfalardaki şenlikli parlak şekillere doğru emeklemeye başladılar. hedeflerine yaklaşırken güneş, geçici olarak gizlendiği bulutun ardından çıktı. güller sanki içlerinden yükselen ani bir coşkuyla alevlendiler, kitapların parlak sayfalarını yeni ve derin bir önem kapladı. emekleyen bebek saflarından minik heyecan kıkırtıları ve keyif cıvıltıları yükseldi. müdür ellerini ovuşturdu. “mükemmel!” dedi. “bilerek yapılmış bile olabilir.” hızlı emekleyenler hedeflerine ulaştılar. minik eller kararsızca uzanıyor, dokunup kavrayarak taçyaprakları yoluyor, kitapların aydınlanmış sayfalarını buruşturuyordu. müdür, bebeklerin tamamı eğlenceye katılana dek bekledi ve sonra, “dikkatle izleyin,” dedi. elini kaldırarak işareti verdi. odanın diğer ucunda dikilmekle olan baş hemşire küçük bir kolu indirdi. şiddetli bir patlama oldu. gittikçe tizleşen bir siren ötmeye başladı. alarm zilleri delirtircesine çalıyordu. ürken çocuklar çığlıklar atmaya başladılar; yüzleri dehşetle şekilden şekle giriyordu. “şimdi de,” diye bağırdı müdür (çünkü gürültü sağır ediciydi), “şimdi de dersi hafif bir elektrik şokuyla pekiştirelim.” 
elini yine salladı ve baş hemşire ikinci bir kolu indirdi. bebeklerin çığlıklarının tonu aniden değişti. şimdi çıkardıkları keskin, kasılmalı haykırışlarda delice bir çaresizlik vardı. küçük bedenleri titreyip kasılıyor, kol ve bacakları, görünmez teller tarafından çekiliyormuşçasına sarsılıyordu. müdür açıklarcasına, “zeminin bu bölümünün tamamına elektrik verebiliriz,” diye bağırdı. “ama bu kadarı yeter,” dedi ve hemşireye işaret verdi. patlamalar ve ziller durdu, sirenlerin ötüşü bir tondan diğerine geçerek kesildi. gergin şekilde sarsılan bedenler gevşedi ve çıldırmış bebek çığlıkları ve hıçkırık dolu ağlamalar, bir kez daha olağan dehşetten kaynaklanan normal inlemelere dönüştü.

“çiçekleri ve kitapları tekrar yaklaştırın.”

hemşireler emre uydular, ama bebekler; güller yaklaştırıldığında, cıvıl cıvıl renkli kedicik, öten horoz, meleyen kara koyun resimlerini görür görmez dehşetle uzaklaşmaya çalıştılar ve çığlıklarının şiddeti aniden yükseldi. müdür zafer edasıyla, “dikkatle gözlemleyin,” dedi, “gözlemleyin.” kitaplar ve şiddetli gürültüler, çiçekler ve elektrik şokları –az da olsa bu kavramlar bebeklerin zihinlerinde birbiriyle ilişkilendirilmişti; aynı ya da benzeri dersler iki yüz kere tekrarlandığında ayrılmaz bir biçimde birleştirilecekti. insanın birleştirdiğini ayırmaya doğanın gücü yetmezdi.“kitaplara ve çiçeklere, eskiden psikologların ‘içgüdüsel’ dediği bir nefret besleyerek büyüyecekler. refleksleri değişmez bir biçimde şartlandırılır. hayatları boyunca kitaplardan ve botanikten uzakta, güvende olacaklar.” 


• kır çiçekleri ve manzara seyretmenin önemli bir kusuru var, bedavalar, diye açıkladı. doğa sevgisiyle fabrikalar çalışmaz. en azından alt sınıflarda doğa sevgisini kaldırmaya karar verildi, ancak ulaşım tüketimi eğilimi kalacaktı. çünkü elbette nefret etseler de kırlara gitmeye devam etmeleri önemliydi. sorun, ulaşım tüketimi için kır çiçekleri ve manzara seyretmekten ekonomik olarak daha sağlam bir neden bulmaktı. gerektiği şekilde bulundu. müdür, “kitleleri kırlardan nefret etmeye şartlandırıyoruz,” diye başladı. “aynı zamanda onları doğa sporlarını sevmeye şartlandırıyoruz. bunu yaparken de tüm doğa sporlarının gelişmiş aletlerle yapılmasını sağlıyoruz. böylece hem endüstriyel ürünler, hem de ulaşım tüketiyorlar.

• sonunda çocuğun zihni bu öğretilere dönüşene dek ve bu öğretilerin toplamı çocuğun zihnini oluşturana dek. sadece çocuğun zihnini değil. yetişkinin zihnini de –tüm yaşamı süresince. yargılayan, arzulayan ve karar veren zihin– bu öğretilerden oluşacak. ama bütün bu öğretiler bizim öğretilerimizdir!

• fordumuzun zamanında bile çoğu oyunun sadece bir iki top, birkaç sopa ve belki de bir parça fileyle oynandığını düşünmek tuhaf. insanların, tüketimi arttırmaya hiçbir katkısı olmayan karmaşık oyunları oynamasına izin vermenin ne kadar ahmakça olduğunu bir düşünsenize. delilikten başka bir şey değil. bugünlerde yöneticiler, en azından mevcut oyunlar denli karmaşık aletler gerektirdiği kanıtlanamayan hiçbir oyuna izin vermezler .

• "dev ölçekte vicdani bir reddediş. hiçbir şey tüketilmeyecekti. doğaya geri dönüş."

• “uçmaya bayılıyorum, uçmaya bayılıyorum.”

•“kültüre geri dönüş. evet, aslında kültüre. oturup kitap okursanız fazla bir şey tüketemezsiniz.”

• vahşi beklerken ortalığı izledi. gündüz vardiyası, yeni görev bırakıyordu. yalnızca bir düzine farklı surat ve boydan oluşan yedi yüz sekiz yüz tane gama, delta ve epsilon’un meydana getirdiği alt sınıf işçi kalabalığı, tek raylı tren istasyonunun önünde kuyrukta bekliyordu. gişe memuru, elinde bileti olan kadın erkek her işçiye karton bir hap kutusu uzatıyordu. erkek ve kadınlardan oluşan uzun kırkayak, yavaş bir biçimde ilerliyordu. (venedik taciri’ni anımsayan) vahşi, bernard yanına döndüğünde sordu: “o kutularda ne var?” benito hoover’ın verdiği sakızlardan birini çiğnemekte olan bernard belli belirsiz, “günlük soma istihkakı,” dedi. “işleri bitince alırlar. dört adet yarım gramlık tablet. cumartesileri altı adet. 

• üst sınıf insanlar arasında kafası karışık olanların şartlandırmasını bozabilecek türden bir düşünceydi –egemen iyilik anlamında mutluluğa olan inançlarını yitirmelerine neden olabilir ve asıl amacın daha derinde bir yerlerde, fiziksel insanın ötesinde bulunduğuna inanmaya yönlendirebilirdi. yaşamın amacının, mutluluğun sürekli kılınması değil, bilincin yoğunlaştırılması ve arınması, bilginin zenginleştirilmesi olduğunu düşünmeye itebilirdi insanları.


• berbat bir gerçeklikti ama yüceydi, anlamlıydı, son derece önemliydi çünkü çok yaklaşmış olan o şey, bunları daha da korkutucu kılıyordu 

• “bilim mi?” vahşi kaşlarını çattı. bu sözcüğü tanıyordu. ama gerçek anlamını çıkaramıyordu. shakespeare ve köyün yaşlıları bilimden hiç söz etmemişlerdi, linda’nın söylediklerinden hayal meyal bir fikir edinebilmişti: bilimle helikopter yapılırdı; bilim, mısır dansları’na gülmene sebep olurdu, yüzdeki kırışıklıkları ve dişlerin dökülmesini önleyen bir şeydi. denetçi’nin kastettiği şeyi anlayabilmek için kendini zorladı. “evet,” diyordu mustafa mond, “bu da istikrar maliyetinde bir başka kalem. mutlulukla uyuşmayan tek şey sanat değil, bilim de uyuşmuyor. bilim tehlikelidir; büyük bir özenle ağzına gem vurmak ve zincire bağlı tutmak zorundayız. bazen, bilimden vazgeçtiğim için pişmanlık duyuyorum,” diye ekledi. “mutluluk zor zanaat –özellikle de konu başkalarının mutluluğu olunca. insan eğer sorgulamaksızın kabullenmeye şartlandırılmamışsa, mutluluk, gerçekten çok daha zor bir uğraş 

• fakat kendi deneyimim beni şu inanca yöneltti: böyle korku ve düşüncelerden apayrı olarak, dini duygular biz yaşlandıkça gelişme eğilimi gösterirler, çünkü ihtiraslarımız ateşini yitirdikçe, hayal güçlerimiz ve duygularımız köreldikçe aklımız daha rahat işler hale gelir, bir zamanlar aklımızı çelen imgeler, arzular ve heveslerden arındıkça tanrı, gizlendiği bulutların arkasından görünür, ruhumuz bütün aydınlıkların kaynağı olan bu varlığı hisseder, görür ve ona yönelir, bu yöneliş doğal ve kaçınılmazdır; duygular dünyasına canlılığını ve cazibesini veren her şeyi artık yitirmekte olduğumuz için, o muazzam varoluş artık içsel ya da dışsal etkilerle desteklenmediği için, kalıcı bir şeye, bizi asla yanıltmayacak bir şeye tutunma ihtiyacı hissederiz –bir gerçekliğe, mutlak ve ebedi bir gerçeğe tutunmak isteriz. evet, kaçınılmaz bir biçimde tanrı’ya yöneliriz; bu dini duygu, doğası gereği öyle saftır ve bunu yaşayan ruha öyle bir mutluluk verir ki, diğer bütün yitirdiklerimizi telafi eder. 

• yapay şiddetli ihtiras. düzenli olarak ayda bir kez. bütün sisteme adrenin pompalarız. korku ve hiddetin eksiksiz fizyolojik eşdeğeridir. desdemona’yı öldürmenin ve othello tarafından öldürülmenin bütün güçlendirici ve faydalı yanlarını verebiliyoruz, yan etkileri de olmuyor.

ama ben yan etkileri severim.” 

“biz sevmeyiz,” dedi denetçi. “biz her şeyi keyifli yapmayı yeğleriz.” 

“ben keyif aramıyorum. tanrı’yı istiyorum, şiir istiyorum, gerçek tehlike istiyorum, özgürlük istiyorum, iyilik istiyorum. günah istiyorum.” 

“aslında,” dedi mustafa mond, “siz mutsuz olma hakkını istiyorsunuz.” 

“öyle olsun,” dedi vahşi meydan okurcasına, “mutsuz olma hakkını istiyorum.” 

“eklemek gerekirse, ihtiyarlama, çirkinleşme ve iktidarsız kalma hakkını da istiyorsunuz; frengi ve kansere yakalanma haklarını, açlıktan nefesi kokma hakkını, sefil olma hakkını, sürekli yarın ne olacak korkusu yaşama hakkını, tifoya yakalanma hakkını ve her türden ağza alınmaz acıyla işkence çekerek yaşama hakkını da istiyorsunuz.” 

uzun bir sessizlik oldu. 

sonunda vahşi, “hepsini istiyorum,” dedi. 

mustafa mond omuzlarını silkti. “hepsi sizin olsun,” dedi. 


• “cemaat, özdeşlik, istikrar"


• çünkü bizim dünyamız othello’nunkiyle aynı değil. çelik olmadan araba yaratamazsınız – aynı şekilde sosyal çalkantı olmadan da trajedi yaratamazsınız. dünya şu anda istikrara kavuşmuş durumda. insanlar mutlu; istediklerini alıyorlar ve ulaşamayacakları şeyleri de asla istemiyorlar. refahları yerinde, emniyetteler, hiç hastalanmıyorlar; ölümden korkmuyorlar; ihtiras ve ihtiyarlıktan habersiz ve bundan da çok memnunlar; veba gibi bir illet olan anne ve babaları yok; güçlü duygular hissedecekleri eşleri, çocukları ve sevgilileri yok; şartlandırmaları uyarınca davranmaları gerektiği gibi davranmak zorundalar. herhangi bir sorun çıkması durumunda da soma var. sizde tutup özgürlük adına pencereden savurdunuz. 'özgürlük'!! güldü...bir de deltaların özgürlüğün ne olduğunu bilmelerini bekliyordunuz. şimdi de othello'yu anlamalarını bekliyorsunuz.  vah güzel çocuğum vah!”

vahşi bir süre sustu. “yine de,” diye inatla ısrarını sürdürdü, “othello güzel, o duyusal filmlerden daha güzel.”

“elbette güzel,” dedi denetçi. “fakat istikrar karşılığında ödememiz gereken bedel işte bu. mutluluk ile eskiden insanların güzel sanatlar dediği şey arasında seçim yapmak gerekiyor. biz, güzel sanatlardan fedakârlıkta bulunduk. onun yerine duyusal filmlerimiz ve kokulu orgumuz var.”

“ama hiçbir şey ifade etmiyorlar.”

“kendilerini ifade ediyorlar. dinleyicilere hoş duygular ifade ediyorlar.”

“ama… ama gerizekâlının biri anlatıyor öyküyü.


• uygarlığın kahramanlık ya da yüceliğe hiç ihtiyacı yoktur. bunlar, politik yetersizliğin belirtileridir. bizimki gibi düzenli bir toplumda, hiç kimsenin kahraman ya da yüce olma fırsatı olmaz. böylesi bir olgunun yaşanması için, koşulların bütünüyle dengesiz olması gerekir. savaşların yaşandığı, bölünmüş ittifakların olduğu yerlerde, baştan çıkmamak için mücadele verilen yerlerde, uğruna savaşılacak ya da savunulacak aşkların olduğu yerlerde yücelik ve kahramanlığın bir anlamı olabilir elbette. fakat şimdi savaşlar yaşanmıyor. birini çok fazla sevmemeniz için büyük özen gösteriliyor. bölünmüş bir ittifak söz konusu bile olamaz; öylesine şartlandırılırsınız ki, sizden beklenenleri yapmamak elinizde değildir. yapmanız beklenen şeyler genelde öyle keyiflidir ve öyle çok sayıda doğal dürtünüz özgürce tatmin edilir ki, baştan çıkmamak için mücadele edilecek hiçbir şey bulamazsınız. olur da, şanssızlık bu ya, tatsız herhangi bir şey olursa, daima soma alarak gerçeklerden uzaklaşabilirsiniz. öfkenizi yatıştıracak, sizi düşmanlarınızla uzlaştıracak, sizi sabırlı ve dayanıklı kılacak soma hep yanınızdadır. geçmişte bütün bunları, sadece büyük bir çaba göstererek ve yıllar süren ahlak eğitimiyle başarabilirdiniz. şimdiyse iki üç tane yarım gramlık tablet almanız yeterli. artık herkes erdemli olabilmektedir. ahlakınızın en azından yarısını, küçük bir şişede yanınızda taşıyabilirsiniz. gözyaşlarından arındırılmış hristiyanlık –işte somabu.

22 Eylül 2018 Cumartesi

boyalı kuş / jerzy kosiński















• bir sanat halini almış yok etme yöntemlerini, büyük bir başarıyla. işte bu yüzden hemen herkese kabul ettirmişlerdi. başarı, bir kısır döngüsüydü. ne kadar kötülük yaparsan o kadar güçlenirdin. ne kadar güçlenirsen o kadar kötülük yapabilirdin. 

• kış, insanları kulübelerine kapatmıştı. tehlikesizce ambarlara dalıyor, en iyi patatesleri, en iyi pancarları toplayıp "kornet'imde pişiriyordum. karda sürüklenen bir paçavra yığınını andırdığım için beni camdan görseler bile kötü ruh sanıyor, üzerime köpekleri salmakla yetiniyorlardı. aslında köpeklerin de soba başından ayrılmaya hevesli olmadıkları görülüyordu. karda, uyuz uyuz geliyorlardı bana doğru. burunlarının dibinde "kornet"imi sallamam onları kaçırmaya yetiyordu. adet yerini bulsun gibilerden havladıktan sonra, soğuktan donmuş, kulübeye dönüyorlardı.


• beni şaşırtıyordu şu almanlar. amma ziyankârdılar ha! böylesine acımasız, sefil bir dünyanın hâkimi olmak neye yarardı

• ...direnmekten vazgeçtim kuş oldum bende. yere yapışmış, soğuktan tutulan kanatlarımı açabildim sonunda.


• gerçek, insanların karşısında farklılıklar arz etmeyen tek şeydir.


• bazen günler geçer, ludmilla görünmezdi. o zaman büyük bir kızgınlık, gizliden gizliye kemirirdi lekh in içini. gözlerini kuşlara diker, saatler boyunca kendi kendine homurdanırdı. uzun uzun ve günlerce düşündükten sonra en güzel kuşlardan birini seçerdi. kuşu bileğine bağladıktan sonra, bir sürü garip şeyi birbirine karıştırıp kokulu bir boya elde eder, değişik renklerde, kutu kutu hazırlardı bu boyadan. sonra kuşun başını, kanatlarını, boynunu ebemku­şağı renkleriyle bezer, tüylerine bir demet yabani çiçeğin göz kamaştırıcı parlaklığını verirdi.sonra ormanın içlerine yürürdük birlikte. epey ilerledik­ten sonra lekh durur, kuşu bileğinden çözüp bana verir ve ayaklarından tutarak sallamamı isterdi. boyalı kuş söylenir durur, bağrışına gelen bir sürü kuş, tepemizde dönmeye başlardı. onlara ulaşmak isteyen tutsak debelenir, bütün gücüyle öter, boyalı boynunun içinde kalbi delice atardı.tepemizde yeteri kadar kuş toplandığına inanırsa, lekh, bir işaretle tutsağı koyvermemi isterdi. bulutların üstündeki küçük ebemkuşağı, mutlu ve özgür, yükselip kardeşlerinin gürültücü sürüsüne katılırdı. diğerleri bir süre şaşkın, bakarken benzerini görmedikleri kuş, boşu boşuna kendilerinden biri olduğuna onları inandırmaya çalışırdı. parlak renklerin iyice şaşırttığı kuşlar onu kuşkuyla inceler, sonra. birbiri ardından saldırıp boyalı tüylerini gagalayıp yolmaya koyulurlardı. tüysüz ve kan içinde kalan zavallı kuş havada duramaz, düşerdi. aynı sahne sık sık tekrarlanır, kurbanlarımızı hep ölü bulurduk. gövdelerindeki gaga izleriyle yaraları dikkatle yayar, renkli kanatlardan sızan ve boyaya karışan kan, kuşçunun eline bulaşırdı. ama deli ludmilla gelmezdi bir türlü. hayal kırıklığına uğramış somurtuk lekh, kuşları birer birer kafesten çıkarıp boyar, acımasız, benzerlerine teslim ederdi onları. günün birinde kocaman bir karga yakaladı, kanatlarını kırmızıya, boynunu maviye, kuyruğunu da yeşile boyadı. bir karga sürüsünün kulübemizin üstünden geçtiğini görünce koyverdi kurbanını. aralarına karışır karışmaz amansız bir savaş başladı. dört yandan sahtekârın üzerine saldırdılar. siyah, kırmızı, mavi ve yeşil tüyler uçuştu havada. kargalar yükselmeye başlamıştı, birden kurbanımızın döne döne tarlalara düştüğünü gördük. kuş yaşıyordu hâlâ. gagasını açıp kapıyor, kanatlarını oynatmaya çalışıyordu boşu boşuna. kardeşleri gözlerini oymuşlardı.kan oluk gibi akıyordu tüylerinin üstünden. yapışkan çamurdan kurtulup doğrulmak için son hareketi de yaptı, artık gücü kalmamıştı.

aylak köpek / sadık hidayet


•...atlı bir korkuya kapıldı. pat, sahibi, efendisi olmadan nasıl yaşayabilirdi? çünkü sahibi onun için tanrı demekti. yine onu aramaya geleceğinden emindi. korku içinde birkaç caddede koşmaya başladı. ama boşunaydı zahmeti. uzaklardan almışlardı pat'ın kokusunu. içlerinden biri ihtiyatla yanına kadar geldi, dikkatle baktı. pat'ın tamamen ölmediğinden emin olunca uçtu gitti. bu üç karga pat'ın iki kara gözünü oymak için gelmişti.


• kendine konuşuyormuş gibi: "ben hiçbir zaman başkalarının zevkine ortak olmadım. ya katı bir duygu, ya mutsuzluk duygusu engel oldu bana. yaşam derdi, yaşam güçlüğü. bütün sorunların içinde en önemlisi insanlarla uğraşmak kokuşmuş toplumun şerri, yiyecek giyecek belası, bunların hepsi, durmadan gerçek varlığımızın uyanmasına engel oluyorlar. vaktiyle onların arasına karışmıştım; başkalarını taklit edeyim dedim. baktım, soytarıya dönmüşüm. adına zevk dedikleri her şeyi denedim; gördüm ki başkalarının zevki bana yaramıyor. her yerde, her zaman yabancı olduğumu hissettim. diğer insanlarla aramda en ufak bir ilgi dahi yoktu. başkalarının yaşam tarzına ayak uyduramazdım. kendi kendime derdim ki hep: bir gün toplumdan kaçacağım; bir köyde, gözden ırak bir yerde kendi köşeme çekilip yaşayacağım. ama inziva hayatını şöhret için istemiyordum. kendimi birinin düşüncesine mahkum etmek, birinin taklitçisi olmak değildi istediğim. nihayet zevkime göre bir oda yapmaya karar verdim. sadece kendimin bulunacağı, düşüncelerimin dağılmayacağı bir yer.


• atalarımın yorgunluğu bana geçmişti ve geçmişin nostaljisini içimde hissediyordum ben. kışın uyuyan canlılar gibi inime çekilmek, kendi karanlığıma dalmak ve kendi içimde olgunlaşmak istiyordum. karanlık odada resmin belirmesi gibi insanın içinde gizli olan şeyler de hayat koşturmacası ve kavgası içinde, o aydınlıkta boğulup ölüyor. sadece karanlıkta ve sessizlikte görünüyor insana. bu karanlık benim içimdeydi, onu yok etmek için boşuna uğraştım. üzüntüme gelince, neden bir süre boşu boşuna başkalarının peşine takıldım? şimdi anladım ki benim en değerli yanım bu karanlık ve sessizlikmiş. bu karanlık her canlının yaratılışında var. yalnız inziva halinde,
kendi içimize döndüğümüz zaman, dış dünyadan uzaklaştığımız zaman bize görünüyor. ama insanlar hep bu karanlık ve inzivadan kaçmaya çalışıyor. ölüm sesine kulaklarını tıkıyorlar, kendi kişiliklerini hayatın hayhuyu arasında yok ediyorlar! mutasavvıflar ne demiş: 'hakikat nuru bende tecelli ediyor.' bense aksine, ehrimen'in inişini bekliyorum. şimdi olduğum gibi kendi içimde uyanık kalmak istiyorum. düşünceleri aydınlatan parlak ve kof cümlelerden iğreniyorum. hırsızların, kaçakçıların, para düşkünü ahmak yaratıkların arzularına göre düzenlenip yönetilen bu yaşamın kirli ihtiyaçları uğruna kişiliğimi yitirmek istemiyorum.


• vaktiyle onların arasına karışmıştım; başkalarını taklit edeyim dedim. baktım, soytarıya dönmüşüm. adına zevk dedikleri her şeyi denedim; gördüm ki başkalarının zevki bana yaramıyor. her yerde, her zaman yabancı olduğumu hissettim. diğer insanlarla aramda en ufak bir ilgi dahi yoktu...

• soluk alamıyordu; iğrenç olduğunu düşünüyordu hep. dünyanın ve tüm insanların zulmüne, adaletsizliğine karşı dile getirilemeyen bir kin, bir nefret duydu kendinde. onu bu halde, bu kılıkta dünyaya getirdikleri için belli belirsiz bir kin duydu annesine, babasına karşı. hiç dünyaya gelmemiş olsaydı, böyle şeylerle karşılaşmayacaktı. başkaları gibi yüzsüz, hafifmeşrep, dillere düşen, arsız, hayasız biri olsaydı, eski günleri yâd edecek güzel anıları olacaktı.

3 Eylül 2018 Pazartesi

gül kokuyorsun | edip cansever





gül kokuyorsun bir de
amansız, acımasız kokuyorsun
gittikçe daha keskin kokuyorsun, daha yoğun
dayanılmaz birşey oluyorsun, biliyorsun
hırçın hırçın, pembe pembe
öfkeli öfkeli gül
gül kokuyorsun nefes nefese.

gül kokuyorsun, amansız kokuyorsun
ve acı ve yiğit ve nasıl gerekiyorsa öyle
sen koktukca düşümde görüyorum onu
düşümde, yani her yerde
yüzü sararmış, titriyor dudakları
şakakları ter içinde
tam alnının altında masmavi iki ateş
iki su
iki deniz bazan
bazan iki damla yaz yağmuru
mermerini emerek dağlarının
şiirler söylüyor gene
ölümünden bu yana yazdığı şiirler
kızaraktan birtakım şiirlere
büyük sular büyük gemileri sever çünkü
ve odur ki büyüklük
şiir insanın içinden dopdolu bir hayat gibi geçerse
o zaman ölünce de şiirler yazar insan
ölünce de yazdıklarını okutur elbet
ve senin böyle amansız gül koktuğun gibi
yaşamanın her bir yerinde.

gül kokuyorsun, amansız kokuyorsun
bu koku dünyayı tutacak nerdeyse
gül, gül! diye bağıracak çocuklar bütün
herkes, hep bir ağızdan: gül!
ve herşeyin üstüne bir gül işlenecek
saçların, alınların, göğüslerin üstüne
yüreklerin üstüne
bembeyaz kemiklerin
mezarsız ölülerin üstüne
kurumuş gözyaşlarının
titreyen kirpiklerin üstüne
kenetlenmiş çenelerin
ağarmış dudakların
unutulmus çığlıkların üstüne
kederlerin, yasların, sevinçlerin
ve herşeyin üstüne bir gül işlenecek.

bir rüzgar, bir fırtına gibi esecek gül
yıllarca esecek belki
ve ansızın dünyamızı göreceğiz bir sabah
göreceğiz ki
biz dünyamızı gerçekten görmemişiz daha
geceyi, gündüzü, yıldızları
görmemişiz hiç
tanışmaya komamışlar bizi güzelim dünyamızla.

öyleyse dostlar bırakın bu yalnızlıkları
bu umutsuzluklari bırakın kardeşler
göreceksiniz nasıl
güller güller güller dolusu
nasıl gül kokacağız birlikte
amansız, acımasiz kokacağız
dayanılmaz kokacağız nefes nefese

aydaki kadın / ahmet hamdi tanpınar
























• «ah bu resmi asarken neler çekti? otuz defa belkim kaldırdı.» sonra heleni birdenbire başka bir mevzuya atladı. «hiç parası yoktur onun... benden yine borç aldı.» heleni bütün protokollerin haricinde hâlâ yanı başındaydı. selim sorar gibi baktı. «otuz lira... on lira da evvel almıştı.» bu da suat’tı. hem tam suat’tı. suat tapeur değildi, fakat parasızdı. hatta para meselelerinin üstündeydi. bir gün selim ona para sıkıntılarından bahsederken «hocam ne kadar ehemmiyet veriyorsunuz bu işe... para daima bulunur, bulunmadığı zaman da vazgeçilir!» demişti. hizmetçisinden aldığı bu otuz lira ile suat’ın bu gece leylâ’ya en güzel hediyeyi getireceğini biliyordu.

• hemen hemen sınıfın yarısı imtihan kapısı önünde idi. hiç kimse ilk girmeğe cesaret edemiyordu. selim sade içindeki helecana bir an evvel son vermek için «ben girerim isterseniz...» dedi. sade bu imtihana değil, hiç bilmediği bir şey olduğu halde en çetin manialı at yarışlarına, büyük yüzmelere, boks maçlarına, kör döğüşü kavgalara girebilirdi. kendisi ile başbaşa kalmamak için her türlü harekete hazırdı.

• sevmek müphem bir hülyaya bir cevaptı. kendiliğinden bir boşluğu doldurması icap ederdi.

• ruhsar hanım bakışları hep kendisinde hulki beyefendinin eşya merakını anlatarak sessiz gülüyordu. selim bu gülüşü bilhassa bakışlarından seyrediyordu. bir ara teninin güzelliğine dikkat etti. bütün ömrünü pekâlâ bu kadının dizlerinin dibinde, sadece sesinin mırıltısını dinleyerek, gözlerinin sessiz gülüşüne hayran olarak, tenini en cins kadifeler gibi okşayarak geçirebileceğini düşündü. bu arzu değildi. sadece kendini vermek ihtiyacıydı.

•  selim «hayır,» dedi. «sadece koluma gir, bu caddeyi geçelim. yorgunum...» marie bu yardımdan memnun elindeki paketi sol eline geçirerek selim’in koluna girdi. «n’oldu? neyiniz var. ..» selim «realite ile temasım kesildi. birkaç saniye için boşlukta kaldım.» dememek için cehdetti. «sonra bu boşluğa hayat avdet etti. boşalan havuz birdenbire çok anî şekilde doldu.» durdu... «şühpesiz bu da değil, bu benim izahım...» kıza fark ettirmeden nabzım yokladı. hiçbir fevkalâdelik yoktu, hatta zaman zaman ellerinde kendisini o kadar telâşlandıran ateş bile.

• ve birden sesini daha yavaşlatarak ilâve etti: «azizim, ben sana bir şey söyleyeyim mi? leylâ’yahiçbir şey anlatamazsın.» sonra bir zemberek gibi boşandı: «ama bugünlerde pek hoş... vallahi güzel şeyler kaçırıyorsun. yeni meraklarımız var. balıkçılık yapıyoruz, çiçek yetiştiriyoruz. anla ama... ikisinde de tam meslek adamıyız. oltalar, yemler hazırlıyoruz, mevsimine göre gece seferlerimiz filân var. sonra toprak ekiyoruz, fide hazırlıyoruz, fidan buluyoruz, tohum ayıklıyoruz. italya’dan, cenubi amerika’ dan paket paket tohumlarımız geliyor. prospektüsler, kitaplar... aşı şekilleri, yeni kombinezonlar... şimdi de bahçe mimarisine merak ettik. suat’ı da buldu.» ve selim’de ne din ne ahlâk ne de başka bir şey karşısında menfi, müsbet hiçbir taassup yoktur. onlar hayatın kendi örgüsüne dahil şeylerdir. insan ruhunun tabiî ifrazları ve cemiyet hayatının tabiî şartlarıdır. 

• acaba o da benim gibi ikiye bölünmüş, biri karşısındakini tam gerçeğine indirmeğe çalışan, öbürü onu üst üste hatıralarının zamanında, ruhta ve uzviyetteki o derin akisleriyle beraber gören iki kişi gibi mi bana bakıyor? fakat selim bu ikiliğin mühim bir şey olmadığını, biraz sonra bu iki bakışın nerde ve nasıl birbirleriyle birleşeceklerini, birbirlerinde nasıl kaybolacaklarını çok iyi biliyor 

• ah bu insan denen bu cezir ve med halindeki hayvan...

• selim de bunu bilirdi. zaten selim’in kabahati de bu değil mi? her şeyi bilmesi, fark etmesi ve hepsini birden hatırlaması... her an, her an, her an...

• sonra birdenbire göz göze geldik ve her şey bitti. bir ağaç dalına takılıp sönen bir balon gibi orada sarktı, biçare ve isteksiz. oracıkta sönmüş balon, zavallı leylâ. ve böyle gözlerimin önünde küçüldüğü için onu birdenbire çok başka türlü sevdim. korkuya, kıskançlığa çok başka bir şey karıştı. şimdi bile ne olduğunu bilmediğim bir şey. hiçbir zaman anlamadığım, anlayamayacağım bir şey. birdenbire leylâ benim için bir daha unutamayacağım bir şey oldu. 

• goya’nın prado’da küçük bir tablosu vardır. her görüşümde benim için manası bir kat daha derinleşir. küçük bir köpek bir dağın sırtından çıkar ve çıkar çıkmaz birdenbire gri bir kaya ile, bir çeşit duvarla karşılaşır... küçük, munis bir köpek başı ve yepyeni bir imkânsızlığın duvarı... oraya kadar kimbilir nasıl güçlükle geldi. başarının sevincini âdeta yüzünde okuyabilirsiniz... fakat şimdi önünde bu duvar. çıldırtıcı bir şey. 

• selim «insan insana tahammül edemez. insan insana muhtaçtır. insan insana yüklenir, insan insanla yaşar. bütün felâketimiz ve tezatlarımız burada. daima birbirimizle haşır neşiriz ve birbirimize bir türlü tahammül edemeyiz. allahın başlıca vazifesi de bu değil mi; aramızda üçüncü sıfatıyle bulunması için değil mi?» diye düşündü. sonra genç kıza «otur biraz, dinlen...» diye ısrar etti. 

• «demek işittiklerim doğru. hepsi doğru. beni leylâ hanım’ ın önüne getirdi. sanki bir çeyiz halayığı imişim gibi.» ve leylâ tam kendisini kucaklamağa hazırlanırken birdenbire eteklerine doğru eğildi. «cariyeniz...» fakat yine birdenbire yaptığından utanmış gibi genç kadının boynuna atıldı. ikisi de birbirlerini çok severlerdi. kadınca, acayip, tahlili güç bir sevgiydi bu. bu kırkına yaklaşmış kadınla yirmisindeki kız birbirlerini anlayarak, güzelliklerinin hangi uçlarda dolaştığını bilerek birbirlerini seviyorlardı.

• «maskaralık.» şüphesiz maskaralıktı bu. fakat niçin, niçin bu hakkı kendinde göremiyordu? niçin kendisini bu kadar gülünç buluyordu? şifa hakikaten güzeldi. her cemiyette, her sınıfın içinde güzel ve sevimli sayılacak insandı. ve bu kadar güzel olmanın birtakım hakları olmalıydı. çünkü şifa zekice güzeldi. leylâ kadar güzeldi. başka şekilde, fakat leylâ kadar. leylâ’nın bir kolu hâlâ şifa’nın omuzundaydı. o da içinden aynı hakikati teslim ediyordu. bu kız hakikaten güzel. bir peyzaj kadar, bir musiki kadar güzel. haince ve zekice güzel. insana hiç bilmediği hazlar ve ihtiraslar aşılayacak kadar.

• lassy kokulu hanıma anlattığı hikâyesini yarıda bırakarak ferahfeza’ dan bir beste okumağa başlamıştı. bütün bahçe, bütün boğaziçi ve kendi ömrü bundan yüz, yüz yirmi sene evvel yaşamış dede ismindeki daüssılalı bir dervişin ışığına girmişti. bu da şüphesiz ölüm ve ayrılıktı. çünkü yaşadığımız dünyada selim için şu anda yalnız bu ikisi vardı. fakat büsbütün başka bir şekilde ölüm ve ayrılıktı. ve bu başkalık péguy’nin mısralarındaki ilk yaradılış neşesini, şimdi suat’la o kadar hararetle konuşan ayşe’nin sesini ve refik’le kulak kulağa konuştuktan sonra evin içine doğru — şüphesiz mutfaktakilere talimat vermek için — giden leylâ’yı, boş kadehi elinde sorduğu suale cevap bekleyen şifa’yı, biraz ötede başka bir rüyasını düşünen fatma’yı kendi içinde biraz evvelkinden çok başka insanlar yapmıştı. çünkü şu anda bütün bahçe ferahfeza burcu dediği âleme girmişti ve selim etrafındaki şeylere oradan bakıyordu. 

• niçin hepimiz sadece kendimizi göz hapsinde tutarak yaşıyoruz.