20 Mart 2016 Pazar

true detective sezon 1/4














m-kuramı diye bir şey
duydunuz mu hiç, dedektifler?
yok. beni aşar o.
şöyle bir şey. bu evrende...
...zamanı doğrusal ilerliyormuş
gibi yaşarız.
ama uzay zamanımızın dışında...
...dördüncü boyuttaki bir perspektiften...
...zaman var olmazdı.
eğer o perspektiften bakabilseydik...
...görürdük ki...
...uzay zamanımız basık bir hâlde.
aynı uzayda üst üste binen,
maddeden yontulmuş bir heykel gibi...
...bilinçliliğimiz, pistteki arabalar misali
hayatlarımızda daireler çiziyor.
bizim boyutumuzun dışındaki her şey...
...ki bu da sonsuzluk oluyor.
bize bakan sonsuzluk.
şimdi, bizim için...
...bu bir küre.
ancak onlar için...

...bu bir çember.
***

zamanın olmadığı sonsuzlukta...
...hiçbir şey büyümez, hiçbir şey gelişemez.
hiçbir şey değişmez.
ölüm, zamanı yarattı.
öldüreceği şeylerin büyümesi için.
tekrar hayata geliyorsun...
...ama aynı hayata.
hep doğduğun hayata.
kaç defa yaptık biz
bu konuşmayı, dedektifler?
kim bilir?
hayatlarınızı hatırlayamıyorsunuz.
hayatlarınızı değiştiremiyorsunuz.
işte bu da tüm hayatın
korkunç ve gizli kaderidir.
kapana kısılmışsınızdır...
...her uyandığınızda kendinizi
içinde bulduğunuz kabus tarafından.

true detective sezon 1/3


bence insan bilinci
evrimde trajik bir şekilde ilerledi.
çok fazla bilinçlendik.
doğa kendinden bağımsız
bir bakış açısı yarattı.
bizler doğa kanunlarına göre
var olmaması gereken yaratıklarız.
bu çok mantıksız geliyor, rust.
hepimiz bir yanılsama içindeyken...
...duyusal deneyimler ve
hislerin gelişimi sayesinde...
...birey olduğumuzu sanan fakat...
...aslında bir hiç olan bireyleriz.
bence türümüzün yapması
gereken onurlu davranış...
...programlamamızı reddedip...
...üremeyi durdurmak...
...ve hep birlikte soyumuzu tüketerek...
...kardeşçe bu haksızlığa
bir gecede son vermektir.
+o halde ne diye
sabah yataktan kalkıyoruz ki?
ben de kendime bunu soruyorum...
...ama aslında bu sorunun cevabı...
...intihar etme cesaretimin
olmamasıdır.

true detective sezon 1/2


yeniden hayata gelme kilisesi'ndeydik.
çok eski bir inanıştır.
bizim bay karizma'nın ne düşündüğünü
tahmin ediyorsunuzdur.
duyu organlarınız kısıtlandığı için.

R: bu gruptakilerin ortalama ıq'su
kaçtır sence?
M: insanları böyle aşağılayınca
eline ne geçiyor?
bu insanlar hakkında ne biliyorsun sanki?
R: sadece gözetleme ve çıkarım.
obezite ve fakirliğe eğilim...
...peri masallarına duyulan
bir sevda görüyorum.
ellerindeki üç kuruşu da, dolaştırdıkları
şu hasır sepete koyuyorlar.
buradaki kimsenin atomu parçalayamayacağını
söylemek yanlış olmaz herhâlde, marty.
M: gördün mü?
şu sikik davranışların işte.
herkes, senin gibi, boş bir odada oturup
cinayet romanlarıyla tatmin olmak istemiyor.
bazı insanlar toplum içinde olmayı,
toplum yararını istiyor.
R:öyle mi? eğer toplum yararı dediğin
peri masallarıysa...
...o zaman bu kimse için
iyi haber değil.
sizi buraya bağlayan şey, üzüntüleriniz.
kalbinizdekilerden sizi ayırıyor bunlar.
ve burada pek çok temiz kalp görüyorum.
hepinize bakıyorum ve birçok
temiz kalp görüyorum.
burada yaşam sevgisi görüyorum.


M:eğer insanlar inanmasaydı...
...neler neler yaparlardı. 
R: şimdi ne yapıyorsak aynısını.
sadece daha açık bir şekilde.
M: siktir oradan.
ortalık kan gölüne dönerdi ve...
...ahlaksızlıktan geçilmezdi,
bunu sen de biliyorsun.
R: eğer bir insanı doğru yolda
tutan tek şey ilahi mükafatsa...
...dostum, o kişi adinin tekidir.
ben de bunların hepsini
ortaya çıkarmak isterim.
M:sanırım dediğin,
adilik anlamında doğru.
R:şu defterin taş yazıt olduğunu mu
sanıyorsun?
şurada bir günü atlatabilmek için
bir araya gelip...
...evrenin kanunlarına
karşı çıkan hikayeler anlatmak...
...bu hayat ile ilgili ne diyor sence?
bu, senin gerçeklerinle
ilgili ne diyor marty?
böyle konuşmaya başlayınca,
bana paniklemişsin gibi geliyor.
M:sence bunların hepsi dolandırıcılık yani?
hepsi hatalı yani?
R:aynen öyle.
maymunun biri güneşe bakıp, diğerine...
..."bana, elindekini vermeni söyledi"
dediğinden beri bu böyle.
insanlar o kadar zayıflar ki...
...gidip yemek alacaklarına paralarını
dilek kuyusuna atarlar.

isa mesih, isa mesih, kolların
açık ve kapalı.
hayatımın yankıları asla seninle
ilgili bir gerçeği bulunduramaz.
sen tüyü, külün içinde
hareket ettirirsin.
sen yaprağa, ateşiyle dokunursun.
- amin!
- amin.



korku ve kendinden nefretin...
...otoriter bir kanala aktarılması.
buna arınma deniyor.
hikayesiyle, onların korkularını alıyor.
bunun yüzünden, yansıttığı gerçeklikle
doğru orantıda etkili oluyor.
- evet!- evet.
bazı dil antropologlara göre din,
beyinde bazı patikaları düzenleyerek...
...eleştirel düşünceyi körelten bir virüs.
M: ben, senin kadar süslü
kelimeler kullanmıyorum...
R: ...ama varoluşa inanmayan birisi olarak
bu konu hakkında epey konuşuyorsun.
ve hâlâ panikliyor gibisin.
M: en azından ben kırmızı ışığa
doğru gitmiyorum.
R:hepimiz bu hayat tuzağının içindeyiz.
kendi içinde herkes düşünüyor ki
her şey farklı olacak.
başka bir şehre gidecekler...
...sonsuza kadar arkadaş olacakları
insanlarla tanışacaklar.
âşık olacaklar ve
tamamlanmış olacaklar.
tamamlanmakmış. bir de
"sonuca bağlamak" var.
bu ikisi her ne sikimse-
bu hayatı doldurmak için
uydurulmuş sikik şeyler.
sona ermediği sürece,
hiçbir şey, hiçbir zaman...
...tamamlanmaz. sonuca bağlamakmış.
hayır, hayır, hayır.
hiçbir şey, hiçbir zaman bitmez.

papaz theriot......bu kızı tanıyor musunuz?

true detective sezon 1/1


insanlar.
binlerce hayatın sonunu gördüm.
genci, yaşlısı.
her biri gerçekliğinden emindi.
duyumsal tecrübelerinin oluşturduğu
amacı ve anlamı olan özel bireyler.
biyolojik bir kukladan fazlası
olduklarına o kadar emindiler ki.
gerçek er ya da geç ortaya çıkar
ve herkes görür.
ipler kesildiğinde
herkes aşağı düşer.
***

o gün, orası bana babamın vietnam
ve orman hakkındaki konuşmalarını hatırlattı.
benim o gün orada ne olduğu hakkında konuşmam sizin bir işinize yaramayacak.
bu.
bahsettiğim şey bu.
zaman, ölüm ve beyhudelik hakkında konuştuğumda bahsettiğim şey...
...tam olarak da bu.
bu işin başında daha büyük fikirler var.
çoğunlukla, toplum olarak bizim ortak ilüzyonlarımız bunlar.
aralıksız 14 saat cesetlere baktığınızda düşündüğünüz şeyler bunlar oluyor.
böyle bir şey yaptın mı hiç?
gözlerinin içine bakarsınız, resimde olsalar bile.
ölü ya da canlı olmaları fark etmez.
yine de okuyabilirsiniz.
ve ne görürsünüz
biliyor musunuz?
ilk başta değil, ama
tam orada son anlarında.
aşikâr bir rahatlama.
çünkü korkuyorlardı.
ama şimdi ilk defa gördüler...
...her şeyi bırakmanın
ne kadar kolay olduğunu.
ve gördüler o son nanosaniyede.
ne olduklarını gördüler.
sen, kendin, bu büyük drama
hiçbir zaman...
...küstahlık ve aptal arzulardan ibaret
geçici bir çözümden başka bir şey değildi.
ve öylece bırakıp gidebiliyorsun...
...hayatına o kadar da sıkı sıkıya
tutunmak gerekmediğini görerek.
fark ediyorsun ki...
...tüm hayatınız, sevginiz,
nefretiniz, hatıralarınız, acılarınız...
...hepsi aynı şeydi.
hepsi bir rüyaydı.
kilitli bir odada sakladığınız rüya.
insan olduğuna dair bir rüya.
ve birçok rüyada olduğu gibi...
...bunun da sonunda bir canavar var.

true detective / posterler







bir büyücünün çocukluğu / hermann hesse
















yeniçağ’ın sonlarına doğru, ortaçağ’ın hortlamasından kısa süre önce jüpiter’in sevecen ışınlarının aydınlattığı yay burcunda doğdum. temmuz ayının sıcak bir günüydü, akşamın erken bir saatinde dünyaya açtım gözlerimi, doğumumun gerçekleştiği bu saatteki ısı derecesini yaşam boyu farkına varmadan sevdim, aradım hep, bulamadığım zamanlar içim kararıp suratım asıldı. soğuk ülkelerde barınamadım asla, hayatımda zevk için çıktığım bütün gezilerde güneyi seçtim. dindar bir ailenin çocuğuydum, anne ve babamı yürekten sevdim, beni on buyruk’tan dördüncüsüyle vakitsiz tanıştırmayalardı, belki daha bir yürekten sevecektim kendileri.. gelin görün ki, ne kadar doğru, ne kadar iyi niyetli olsalar da, buyruklar her vakit kötü bir etki yaptı üzerimde. yaradılıştan uysal, kuzu gibi istenilen yöne yöneltilecek biri olan ben, her türlü buyruğa karşı hele çocukluk yıllarında baş kaldırdım. "mecbursun" sözünü işitmeye göreyim, çileden çıkıyor, yapmam istenilen şeyi yapmamakta diretiyordum. bu özelliğimin de okul yaşamımı hayli olumsuz yönde etkilediğini bilmem söylememe gerek var mı. gerçi dünya tarihi denen o eğlenceli derste öğretmenlerimizin söylediklerine bakılırsa, her zaman dünyayı, geçmişten aktarılagelen yasalarla bağlarını koparıp kendi içlerindeki yasalara uygun davranan insanlar yönetip değiştirmişti ve bu insanların önünde saygıyla eğilmek gerekiyordu.

dostlarımın vefasızlığı karşısında bazen bir hüzne kapılıyor ama bundan asla hoşnutsuzluk duymuyor, söz konusu vefasızlıkların daha çok yürüdüğüm yolun doğruluğunu gösterdiğine inanıyordum. bu eski dostlarım geçmişte pek sempatik bir insan ve yazar olduğumu, oysa şimdiki durumumun hiç de iç açıcı sayılamayacağını söylemekte yerden göğe haklıydı. o zamanlar beğeni ya da karakter sorunları benim için çoktan önemini yitirmişti, konuştuğum dili anlayacak kimse yoktu ortada. yazılarımdaki güzellik ve ahenkten eser kalmadığı suçlamasını tarafıma yöneltmekte belki haklıydı dostlarım. ancak, bu gibi sözcükler beni güldürmekten öteye geçmiyordu. ölüme mahkûm edilip yıkılan duvarlar arasında hayatta kalma savaşı veren biri için güzelliğin ne anlamı, ahengin ne anlamı vardı? kim bilir, yaşam boyu öyle sanmama karşın belki hiç de bir yazar değildim, estetik uğrundaki bütün uğraşıp didinmelerim bir yanılgıdan kaynaklanmıştı bakarsın? neden olmasındı; ama bu da artık önem taşımıyordu benim için. kendi iç dünyamda çıktığım cehennem yolculuğunda gördüğüm şeylerden çoğu bir yutturmacaydı, uydurma ve önemsiz şeylerdi; dolayısıyla yazar olmak için doğduğum, yazarlık yeteneğine sahip olduğum kuruntusu da bunlar içindeydi belki. böyle bir şeye ne kadar az önem veriyordum şimdi! ayrıca, kendini beğenmişlik ve çocuksu bir kıvançla bir zaman yaşamdaki misyonum gözüyle baktığım şeyden de artık ortada eser kalmamıştı. misyonumu, beni esenliğe çıkaracak yolu bundan böyle şiir ya da felsefede ya da buna benzer başka bir uzmanlık dalında değil, içimdeki az buçuk dirimselliği ve gücü korumaya çalışmakta, ruhumda henüz yaşadığını duyumsadığım şeye karşı ne olursa olsun sadık kalmakta görüyordum. bu yaşamdı işte, bu tanrı idi. —yaşam için tehlikeli bu yüksek gerilim dönemleri geride kaldıktan sonra tümü şimdi tuhaf denecek kadar değişik görünüyor bana; çünkü bir zamanki içerikler ve bunların isimleri artık önem taşımamakta, dünkü kutsal nesneler şimdi insana nerdeyse komik geliyor. savaşın benim için de sona erdiği 1919 baharında isviçre’nin ücra bir köşesine çekilip münzevi bir hayat sürmeye başladım. öteden beri (anne ve babamla dedelerimden devraldığım bir mirastı bu da) hint ve çin bilgeliğiyle haşır neşir oluşum ve yeni yaşantılarımı doğu’nun simge diliyle açığa vuruşum, bana sık sık "budist" isminin yakıştırılmasına neden oldu, bense buna gülüp geçtim, çünkü benim doğrusu budizm kadar kendime uzak gördüğüm bir başka din yoktu. ama yine de doğru bir yanı vardı beni böyle nitelemelerinin, bir nebze de olsa gerçeği içeriyordu, ama bunu ancak biraz ilerde anladım. mümkün olsa da bir insan özgür olarak kendine bir din seçebilseydi, ruhumun en derin köşesinde saklı yatan özleme uyarak diyelim konfiçyüs, brahmanizm ya da katoliklik gibi tutucu bir din seçerdim. ne var ki, bunu karşı kutba duyduğum özlemden yapar, söz konusu dinlere doğuştan yakınlık hissettiğim için böyle bir şeye kalkışmazdım; çünkü sadece bir rastlantı sonucu dindar protestan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmekle kalmayıp mizaç ve yaradılış bakımından da bir protestanım, şimdilerde var olan protestan mezheplerine karşı beslediğim şiddetli antipati hiç de benim protestanlığımla çelişki oluşturmuyor.

yaradılıştan uysal, kuzu gibi istenilen yöne yöneltilecek biri olan ben, her türlü buyruğa karşı hele çocukluk yıllarında baş kaldırdım. 'mecbursun' sözünü işitmeye göreyim, çileden çıkıyor, yapmam istenilen şeyi yapmamakta diretiyordum. bu özelliğimin de okul yaşamımı hayli olumsuz yönde etkilediğini bilmem söylememe gerek var mı. gerçi dünya tarihi denen o eğlenceli derste öğretmenlerimizin söylediklerine bakılırsa, her zaman dünyayı, geçmişten aktarılagelen yasalarla bağlarını koparıp kendi içlerindeki yasalara uygun davranan insanlar yönetip değiştirmişti ve bu insanların önünde saygıyla eğilmek gerekiyordu. ancak, derste anlatılan öbür şeyler gibi bu da yalandan başka bir şey değildi; çünkü biz çocukların arasından biri çıkıp da ister iyi, ister kötü niyetle gözünü karartarak verilen bir buyruğa ya da sadece aptalca bir alışkanlığa yahut moda bir davranışa karşı başkaldırayım dese, ne kimse saygıyla önünde eğiliyor, ne de böyle biri başkalarına örnek diye gösteriliyordu; cezalandırılıp alay konusu yapılıyor yalnızca ve öğretmenlerin ödleklik taşan o üstün güçlerinin altında ezilip çiğneniyordu.

bir gün yaptığım resmin önünde dikiliyordum ki, gardiyanlar o sıkıcı davetiyeleriyle çıkıp geldiler yine, beni mutlu çalışmamdan koparıp almak istediler. ansızın bir bezginlik çöktü üzerime; bütün bu olup bitenler, bütün bu zalim ve ruhsuz gerçek karşısında tiksintiye benzer bir duygu içimi kapladı. bütün gün çektiğim eza ve cefaya bir son vermenin zamanı gelmiş gibi göründü bana. madem o masum sanatçı oyunlarını oynamakta beni rahat bırakmıyorlardı, ben de ister istemez yaşamımın pek çok yılını adadığım o ciddi sanatlara, hünerlere yönelecektim; büyü ve sihir olmadan bu dünyaya katlanılacak gibi değildi.

kim bir kadın ister de kadının onu sonradan bir daha arzulayıp arzulamayacağını bilmezse acı çeker o kimse, kendisini kötü günler bekler ve her erkeğin yüreğinde duyumsadığı şeydir bu. ne var ki, kim bir kez tanrı’yı arzular ve ona sevgiyle yaklaşırsa, onun çektiği acı daha da büyüktür ve bu acı sona ermez hiç, çünkü tanrı’nın sevgisinden emin olup olamayacağını asla bilmez.