ben çocukları sevdim yaşadım. dünyaya alışamadım
kuru güller gibi yersiz ve inceydim biraz.
hep bunu duydum. bunu yaşadım.
30 Temmuz 2013 Salı
29 Temmuz 2013 Pazartesi
tutunamayanlar / oğuz atay
şu anda, sana güzel bir söz söyleyebilmek için, on bin kitap okumuş olmayı isterdim" dedi. gene de az gelişmiş bir cümle söylemeden içim rahat etmeyecek: seni tanıdığıma çok sevindim kendi çapımda.
çok yükseğe çıkamam; bende yükseklik korkusu var. kimseyi yarı yolda bırakamam; bende ‘alçaklık’ korkusu var. hayatta silgim hep kalemimden önce bitti. çünkü kendi doğrularımı yazacağım yere, tuttum başkalarının yanlışlarını sildim. beklenen hep geç geliyor; geldiği zaman da insan başka yerlerde oluyor. kimseye göstermem üzüntümü. gündüz gülerim, geceleri yalnız ağlarım.
... eller boşta kalıyor, tutunamıyorlar toprağa
anlatamıyorlar anlatılamayanı...
anlatmak gerek: düşman sarmış her yanı
oysa, mesela selim ışık
anlatmadan anlaşılmaya aşık...
böyle adama
(darılma ama)
yaklaşmaz hiçbir güzellik,
doğduğu günden beri kalbinde bir delik,
almak için bütün sızıları içine..."
kelimelere gerekli özeni göstermiyoruz. öylesine söyleyip geçiyoruz işte. halbuki hayatın derin anlamı kelimelerde gizli albayım. hepimiz aşktan bahsedip dururuz öyle ama acaba kaçımız bilir gerçekten ne anlama geldiğini? bilemezsin albayım, bilemezsin. bizim kaderimiz bu, anlamını bilmediğimiz kelimeleri yaşamak. işte aşk mesela. sarmaşıkla aynı kökten geliyor biliyor muydun? ışk kökünden. sarmaşıkta aynı aşk gibi yavaş yavaş içine doğru giriyor, yavaş yavaş dolanıyor, yavaş yavaş özünü ele geçiriyor. dünya mesela aşağılık yer demek yada aşağılıkların yaşadığı yer demek. dünya çirkin biz güzeliz albayım. bu aşağılık yerde aşk gibi şeyler var ama biz anlamını bilmiyoruz ki. gel seninle kelimelere yeni anlamlar katalım. bulduğumuz anlamlara yeni kelimeler uyduralım. kelimelere toprak diye basıp geçmeyelim düşünelim altında yatan binlerce kefensiz manayı...
gizliajans / alpercanıgüz
s8
“hah” dedim alayla. “ajans sahibi bie kedi, hayvanlar la telepatik ilişkiler kuran, durmadan ağlayan yöneticiler, ortalıkta cıa ajanı gibi dolaşan müşteri temsilcileri… ben de ne eksik diye düşünüyordum. tabi ki psişik bir sismograf’
s9
(musa’nın sanem’e iç sesleri)
… rüyalarımın kadını
… dedi elizabeth taylor
… gülerek kesti sözümü güzeller güzeli
… yine aynı yüreğimi eriten dudak büzüş
… diye gülümsedi gül yüzlüm
… dedi ilk yaz yagmurum
… sanem ve menekşe gözleri
… diye gülümsedi sebeb-i mevcudiyetim
.. dedi gönlümün sultanı
.. dedi selvi boylu al yazmalım
… gözlerinin içi parlyarak güldü. o gözler yüzünden bir gün kendimi ateşe atacağımı hissediyorum.
… sanem?” ve ismin dudaklarımı yakıyor neden?
s15
bazı aşklar vardır içinde kahkahaların çınlamasından ziyade gözyaşlarının çağlaması daha uygun düşer.
s16
insanlardan insanlar diye söz edenler insanlardan oldum olası nefret etmişimdir.
s80
"geçmiş olsun" dedi tunçay bey. "sanem hanım geçen gün hastaladnığınızı söyledi."
"evet, sanırım öğle yemeğinden zehirlendim. özür dilerim, aramam gerekirdi"
"hımm, peki hastalanınca ne yaptınız"
yüzümü ateş basıverdi. hereyi bilen onlarıd, ben değili "eve gittim."
"hastaneye gitmeliydiniz."
"biraz dinlenirsem geçeceğini düşündüm; nitekim öyle oldu. teşekkür ederim."
"hastaneye gitmeliydiniz," diye yineledi tunçay bey.
"ama hata bizde..." senin gibi bir eşşği işe aldık diye devam etmesini bekliyordum cümlenin, ama öyle olmadı.
".... hemen gerekli evrakları doldurun, en geç bir hafta içinde sigortanıa kavuşursunuz"
bir anda rahatlayıvermiştim. "teşekkür ederim," dedim. "yanmışsınız."
"efendim?"
"teniniz," diye açıkladım neşeyle. "bronzlaşmışsınız." hafta sonu bir yere mi gittiniz?"
"evet," dedi tunçay bey. "cenazeye."
özür dilemek para etmezdi. hakikaten eşşeğin tekiydim.
s88
tamay bey ile ilk görüşme
"... burada kutu beyin oluyor değil mi"
"kesinlikle'" diye yanıtladı tamay bey keyifle. "yani tüm yapmamız gereken, insanların beyinlerini çeşitli biçimlerde kesip üzerlerinde öğrenme deneyleri yapmak! doğru kutuyu buluncaya dek...." onu böyle sakin sakin dinlemek beni potansiyel bir cani yapmazdı. aptal aptal bakıyordum. derken kahkahayı patlattı tamay bey. "hay allah iyiliğiniz versin musa bey! yüzünüzü görmenizi isterdim."
"nasıl?" diye geveledim.
katıla katıla gülüyordu karşımda. "dalga geçiyorum yahu, işletiyorum sizi. ben kutular konusundaki hobimden bahsederken öyle boş bakıyordunuz ki, dayanamadım..."
oyuna getirmişti beni pezevenk. çaresiz gülümsedim. "neyse içim rahatladı..."
"yani kusura bakmayın n'olur... mütevazi bir eğlence diye bakın, olur mu?"
çok pis tufaya gelmiştim hakikaten. "tamam tamam" dedim. "benim aptallığım. kutu müzesi gibi sapıkça bir şey söylediğinz anda nalmalıydım..."
bıçak gibi kesildi kahkahaları. "o konuda şaka yapmıyordum."
bir an buz gibi birbirmize baktık. derken uyandım. namussuz yine işletiyordu beni. bir kahkaha attım. hayır. o hâla gülmüyordu. nefretle bakıyordu bana. "ben gideyim." dedim.
odasından çıkınca derin bir nefes aldım. nasıl allah'ın cezası bir yerdir bu gizliajans?
s184
mevsimlerden yazdu ve tercüme-i halime ne söylesem azdı. biliyordum, gidecekti. kim bilir, belki de bir bekleyeni vardı? lakin gözlerinden anlıyordum, o da benim gibi yalnızdı. dışarıdan bakınca halleri pervasız, ruhu uçarıydı. sevdiyse de çok, korkarım bana pek inanmazdı. işte bu konuda çok haksızdı. varsın olsun; başka kim gözlerinde umudu ve acıyı aynı anda böyle güzel taşırdı? tanrı'nın kaderime yazdığı işte bu kızdı.
s96
... boş zamanlarını kolaj yaparak falan geçiriyordur herhalde. böyle kadınlar arasında nedense çok popüler olan ve genellikle sermik yapımı ya da ispanyolca dersleriyle başlayıp küba dostları derneği'yle devam eden, en nihayetinde de tımarhaneyle tamamlanan bir kişisel gelişim yolculuğunun uğrak noktalarından birinde olmalıydı.
s102
"niye benimle bu kadar uğraşıyorsunuz"
"çünkü sizi çok sevimli buluyorum"
ne diyeceğimi bilemiyordum "bilmukabele"
mehtap şuh bir kahkaha attı. "ömürsünüz hakikaten. bilmukabele! nereden öğreniyorsunuz bu lafları! eski türk filmlerinden mi?"
"her rüzgara yelken açsaydık, çoktan baştankara olmuştuk yavrum," dedim bitirim bitirim. "bak bunu eski bir türk filminden öğrendim işte. orhan günşiray kendisini baştan çıkarmaya çalışan bir konsomatrise söylüyordu"
mehtap apışmış bir halde suratıma bakarken "izninle, sevgilimi bulmam gerekiyor," deyip yanımdan uzaklaştı.
zevkten geberecektim.
insanlardan insanlar diye söz eden insanlardan oldum olası nefret etmişimdir.
ben atıp tutmayı sürdürürken, sevilay usulca avcumun alt kısmındaki yara izine dokundu.
-- "nedir bu?"
-- "cam kesiği" dedim. "anneme çok sinirlendiğim bir gün evdeki kapılardan birinin camına yumruk atmıştım. o zamandan kaldı bu iz."
-- "benim de var bir yara izim" diyerek sol bileğini gösterdi sevilay. kocaman, yuvarlak bir leke vardı atardamarının üzerinde. "erkek arkadaşımla atışıyorduk biz de. o bağırıp çağırıyor, ben de susmasını söylüyordum. hiç tınmıyor, aynı şeyleri tekrarlayıp duruyordu. ben de sonunda elimdeki sigarayı bileğime bastım."
-- "kendini öldürmek için mi yaptın bunu?"
-- "hayır hayır” dedi sevilay. "konuyu değiştirmek için yaptım." gülerek bana baktı sonra. "bazı konular zor değişiyor."
hayranlıkla baktım ona.
-- "ne kadar güzelsin sevilay. ne kadar doğrusun... sevenler birbirlerine yara izlerini gösterirler. ilk önce bunu yaparlar. sana ruhumu açmadan önce bil ki incinebilirim demek için. çünkü en çok sevdiklerin yaralar seni." gözlerim yaşlarla dolmuştu. "neden sanem bana hiç yara izlerini göstermedi sevilay?"
bir minibüs dolusu mahvolmuş hayat, karizmatik kaptan mutullah akçabey yönetiminde, saatte ortalama yetmiş kilometre hızla kendilerini gelen evrak giden evrak arası biraz daha tüketecekleri işkencehaneye doğru ilerlerken, bir gece önce şatosunda düzenlediği kokain ve seks partisinin düşlerine dalmış sean connery'nin kıçında pireler uçuşuyordu.
evet. utanarak kabul ediyorum ki, bunu bir yerde okudum. ama ne fark eder? bütün şiirler, romanlar senin için yazılmadı mı zaten? bütün şarkılar senin için söylenmedi mi? masumların kanı senin için akmadı mı? ruhum hep seni aradı benim sanem. hep seni arar. milyonlarca yıl geçsin, sistemler çöksün, güneşler patlasın benim ruhum seni arar. ve biliyor musun sanem, bulur da. şimdi bulduğu gibi bulur.
derhal harekete geçmek yerine, on beş saat uyumak suretiyle her zaman olduğu gibi gerçeklerden kaçmayı tercih etmiş ve affedilmez bir hata yapmıştım.
yalan söylemeyi sevmiyor ama tanrı'ya şükür ki başarıyla gerçekleştirebiliyordum.
inşaat halinde bir bina düşün ve ben de kendimi onun çatısından aşağı atarak intihar etmeye karar vermiş olayım. eğer merdivenlerin parmaklıkları henüz inşa edilmemişse, inan bana, basamakları apartman boşluğu tarafından değil, duvar tarafından tırmanırım. hiç kimse ölene kadar ölüme hazı değildir.
sonra o ilk meş'um soruyla kopuş başlar: anneni mi daha çok seviyorsun babanı mı? bu masumane görünen soru, içinde korkunç bir gizli argüman barındırmaktadır: bu da sevginin ölçülebilir bir şey olduğu iddiasıdır. biliyor musunuz, çocuk o güne kadar bunu hiç düşünmemiştir bile. o hayatı ve hayatın bir parçası olarak kendisini ve diğerlerini doğallıkla sevmektedir. ne ki, birden tartmaya başlar... annemi mi daha çok seviyorum babamı mı?
bu ve benzeri konularda düşünmek için derhal biramı yenilemem gerekiyordu.
iki insanı, bir üçüncüyü ezmek kadar birbirine yaklaştıran bir şey var mıdır şu dünyada?
16 Temmuz 2013 Salı
suzanne / leonard cohen
suzanne takes you down to her place near the river
you can hear the boats go by
you can spend the night beside her
and you know that she's half crazy
but that's why you want to be there
and she feeds you tea and oranges
that come all the way from china
and just when you mean to tell her
that you have no love to give her
then she gets you on her wavelength
and she lets the river answer
that you've always been her lover
and you want to travel with her
and you want to travel blind
and you know that she will trust you
for you've touched her perfect body with your mind.
and jesus was a sailor
when he walked upon the water
and he spent a long time watching
from his lonely wooden tower
and when he knew for certain
only drowning men could see him
he said "all men will be sailors then
until the sea shall free them"
but he himself was broken
long before the sky would open
forsaken, almost human
he sank beneath your wisdom like a stone
and you want to travel with him
and you want to travel blind
and you think maybe you'll trust him
for he's touched your perfect body with his mind.
now suzanne takes your hand
and she leads you to the river
she is wearing rags and feathers
from salvation army counters
and the sun pours down like honey
on our lady of the harbour
and she shows you where to look
among the garbage and the flowers
there are heroes in the seaweed
there are children in the morning
they are leaning out for love
and they will lean that way forever
while suzanne holds the mirror
and you want to travel with her
and you want to travel blind
and you know that you can trust her
for she's touched your perfect body with her mind.
suzanne seni nehirdeki yerine götürüyor
gemilerin gidişini duyabilirsin
geceyi onun arakasında(harcayabilirsin)geçirebilirsin
ve bilirsin ki biraz çılgındır(çatlaktır)
ama bu yüzden orda olmak istersin
ve o seni çay ve portakallarla besler
çinin her tarafından gelen çay ve portakallarla
ve tamda ona ona verecek sevgin olmadığını anlatmak istediğinde
seni kendi dalga boyuna alır
ve nehre şöyle cevap verdirir:
sen hep onun tutkunu oldun
ve onunla yolculuk etmek istiyorsun
görmeden(kör) yolculuk etmek istiyorsun
ve biliyorsunki onun kusursuz bedenine zihninle(arzuyla) dokunduğun için
hep sana güvenecek.
ve isa bir gemiciydi
suyun üstünde gezerken
ve zamanını uzun uzun seyretmek için harcarken
ıssız tahta kulelerinden
ve kesin olarak anladığında sadece suda boğulan adamların onu görebileceğini
“sonra bütün adamlar denizci olacak, deniz onları özgür kılana kadar”dedi
ama kendi, o da kırgındı
gökyüzü açılmadan uzun zaman önce neredeyse bir insan olarak bırakılmıştı,
ve senin bilgeliğinin altında bir taş gibi battı
ve sen onunla yolculuk etmek(gezmek) istersin
ve görmeden (kör) yolculuk etmek
ve belki ona güvenebileceğini düşünürsün
senin kusursuz bedenine zihniyle(arzuyla) dokunabildiği için
şimdi suzanne ellerini tutuyor
ve seni nehre götürüyor
kurtuluş ordusundan gelen paçavralar ve kuş tüyleri giyiyor
ve güneş bal gibi aşağı dökülüyor limanımızın(sığınağımızın) lady’sinin üzerine
ve sana nereye bakman gerektiğini gösteriyor
çöpler ve çiçekler içinde
yosunlar içinde kahramanlar var
sabahın içinde çocuklar var
aşk için sarkıyorlar
ve bu şekilde hep sarkacaklar
suzanne elinde aynayı tutarken
sen onunla yolculuk etmek istersin
onunla görmeden(kör) yolculuk etmek
ve bilirsin ki ona güvenebilirsin
senin kusursuz bedenine zihniyle(arzuyla) dokunabildiği için.
7 Temmuz 2013 Pazar
yokuş yol'a / turgut uyar
güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan
dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar
dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan
kürdistan'da ve muş - tatvan yolunda bir yer kanar
muş - tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan
eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar
sen bir yaz güzelisin, yaprakların ekşi, suda yıkanırsan
portakal incinir, tütün utanır, incirler kanar
bir yolda el ele gideriz, o yolda bir gün usanırsan
padişahlar ve muşlar kanar, darülbedayiler kanar
muş - tatvan yolunda bir gün senin akşamın ne ki
orada her zaman otlar otlar ergenlikler kanar
el ele gittiğimiz bir yolda sen git gide büyürsen
benim içimde çok beklemiş, çok eski bir yer kanar
dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar
dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan
kürdistan'da ve muş - tatvan yolunda bir yer kanar
muş - tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan
eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar
sen bir yaz güzelisin, yaprakların ekşi, suda yıkanırsan
portakal incinir, tütün utanır, incirler kanar
bir yolda el ele gideriz, o yolda bir gün usanırsan
padişahlar ve muşlar kanar, darülbedayiler kanar
muş - tatvan yolunda bir gün senin akşamın ne ki
orada her zaman otlar otlar ergenlikler kanar
el ele gittiğimiz bir yolda sen git gide büyürsen
benim içimde çok beklemiş, çok eski bir yer kanar
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)