s1
ben hasta bir adamım. gösterişsiz, içi hınçla dolu bir adamım ben. sanıyorum, karaciğerimden hastayım. doğrusunu isterseniz, ne hastalığımdan anladığım var, ne de neremin ağrıdığını tam olarak biliyorum. tıbba, hekimlere saygı duymakla birlikte şimdiye dek tedavi olmadığım gibi bundan sonra da böyle bir şey düşünmüyorum. üstelik boş inançları olan bir insanım, hem de tıbba saygı duyacak kadar.baylar, yemin ederim ki, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır;
s23
küçülmekten bile
zevk almaya kalkışan bir adamın, biraz olsun öz saygısı kalır mı? bunu usanç
veren bir pişmanlığın etkisinde söylemiyorum. öteden beri, "affedersiniz
babacığım, bir daha yapmam." demekten nefret ettim; bunu söylemek bana güç
geldiği için değil, tam tersine gayet kolay söylüyordum. hatta mahsus yapar
gibi, zerre kadar suçum olmadığı durumlarda bile kendimi suçlu çıkarırdım. bu
da hepsinden kötüydü. bu sefer yine duygulanır, pişmanlık duyar, gözyaşları
dökerdim; bunları da öyle yalandan falan yapmazdım, ama şüphesiz hepsi kendi
kendimi kandırmak içindi. kalbimde bir kötülük nüvesi vardı... tabiat kanunları
beni ömrüm boyunca her şeyden çok hırpaladığı halde, bu durumlarda onları
suçlamak da imkânsızdı. şimdi aynı şeyleri hatırlamak içime fenalıklar veriyor,
o zamanlar da verirdi. bir dakika geçince kendi kendimi yiyerek, bütün bu
pişmanlıkların, duygulanmaların, değişme antlarının hepsinin yalan, kocaman
çirkin bir yalandan başka bir şey olmadığını anlıyordum. kendimi türlü türlü
şekillere sokarak hırpalamamın, işkence etmemin sebebini soracak olursanız,
size, boş durmaktan canım sıkıldığı için çeşit çeşit marifetleri denedim, diye
cevap veririm ki, gerçekten de öyle. siz de kendinizi iyice bir yoklayacak
olursanız, bunun böyle olduğunu anlarsınız baylar. kendi kendime macera
hayalleri kuruyor, kafamda uydurduğum bir hayatı yaşıyordum. durup dururken,
ortada fol yok yumurta yokken kendi kendimi gücendirdiğim çok oldu; aslında hiç
sebep olmadığını bildiğim halde kendimi öyle dolduruyordum ki, sonunda
gerçekten gücenip içerliyordum. bu çeşit oyunlar yaşamımı öyle bir sarmıştı ki,
nihayet adeta kendime hâkim olamaz hale geldim. bir defa, hatta bir de değil,
iki defa, zorla âşık olmayı bile istedim. inanın ıstırap bile çektim baylar.
ruhumun uzak bir köşesinde bu ıstıraba inançsızlık, alay kıvılcımları
titreşiyordu, ama gene de maddi bir ıstırap çekmeye devam ediyordum; üstelik
dört başı mamur bir âşık gibi kıskanıyor, kendimi kaybediyordum... sebep hep
can sıkıntısıydı baylar, hep can sıkıntısı; atalet beni eziyordu. zaten şuurun
meşru mahsulü atalet, yani gönüllü avareliktir. bundan yukarıda da söz
etmiştim. tekrar ediyorum: bütün samimi insanlar ve işinde gücünde olanlar
ahmak, dar kafalı oldukları için faal kimselerdir. nasıl açıklamalı? bakın şöyle:
bu çeşit insanlar, akılları kıt olduğu için herhangi bir konuda ana sebepleri
araştırmadan hemen el altındaki ikinci derece sebeplere bağlanıverir ve doğru
hareket ettiklerinden emin oldukları için de rahatlarlar; en önemlisi de budur
zaten.
s25
bir kere kendini
duygularına kaptır, bir anlığına şuurunu susturup, düşünmeden, esas aramadan
hakaret et, nefret et, birini sev, daha doğrusu boş durmamak için bir şeyler
yap bakalım. en geç öbür gün bu bilinçli kandırmaca yüzünden kendi kendini
küçümsemeye başlarsın. sonuç: sabun köpüğü ve atalet. ah baylar, belki de ben
ömrüm boyunca başlamayı da, bitirmeyi de beceremediğim için kendimi akıllı bir
adam sayıyorum. ben de herkes gibi gevezenin, zararsız ama can sıkıcı
boşboğazın biri olayım, ne çıkar. ne çare ki gevezelik, daha doğrusu elekle su
taşımak her zeki adamın kaderine yazılıdır.
s26
keşke sadece
tembellik yüzünden hiçbir şey yapamasaydım. tanrım, o zaman kendime ne büyük
saygı duyardım. tembellik de olsa belirli bir özelliğe sahibim, buna eminim
diye kendime saygı duyardım. benim için, "kim bu adam?" diye
sorulunca "tembelin biri." cevabını verirlerdi ki, bunu duymaktan da
son derece hoşlanırdım. benim de kendime göre bir niteliğim, hakkımda
söylenecek söz olurdu. "tembel!" şaka değil, bu bir unvan, bir mevki,
başlı başına bir istikbaldir efendim. alay etmeyin, gerçekten öyledir.
ben bunu öteden
beri hayal etmişimdir. bu "güzel ve yüksek şeyler" kırk yaşımda bana
hayli sıkıntı verdi; yaşım kırkı bulduğu için elbet, halbuki o sıralar, ah, o
sıralar bambaşka olabilirdi! o zaman çabucak güzel bir iş de edinirdim: bütün o
güzel, yüksek şeyler şerefine içmek. kadehime önce bir damla gözyaşı akıtıp,
sonra o güzel ve yüksek şeyler şerefine içme fırsatlarını asla kaçırmazdım.
dünyada ne varsa güzellik ve yükseklik açısından görür, pisliği tartışma
götürmeyecek en el dokunmaz çirkefte bile güzel ve yüksek taraflar bulurdum.
alabildiğine sulu gözlü olurdum. diyelim ki bir ressam, ghe[3] ayarında bir
tablo yapmıştır; derhal ressamın sağlığına içerdim, çünkü bütün güzel ve yüksek
şeyleri severim. bir yazar "nasıl arzu edersiniz?" diye bir makale
mi yazdı, hemen "nasıl arzu edersiniz"in şerefine kadeh kaldırırdım,
çünkü "güzel ve yüksek" her şeyi severim ben. bütün bunlara karşılık,
bana saygı gösterilmesini ister, saymayanın da yakasını bırakmazdım
s28
çıkar! çıkar da
neymiş ki? insanoğlunun çıkarının nerede olduğunu kesinlikle söyleyebilir
misiniz? insanın kendisi için iyilik değil, tam tersine kötülük
arzulayabileceği, hatta bunu yapmaya mecbur olacağı bazı hallerde ne olur peki,
buna da çıkar denmez mi? böyle bir durumun yalnızca mümkün olması bile bütün
kanunları yıkar.
s35
fakat istek çoğu
zaman, hatta ısrarla akla tamamıyla zıt bir yoldadır ve... ve... inanır
mısınız, bu hal de hem faydalı, hem de bazen takdire şayan olabilir. şimdi bir
an için insanların aptal olmadığını farz edelim. (aslına bakılırsa insan için
böyle bir şey söylemek imkânsızdır, hiç olmazsa şu sebepten: insanı aptal kabul
edersek kime akıllı diyeceğiz?) ama insanoğlu aptal olmasa bile dehşetli
nankördür. nankörün nankörüdür. hatta bana göre en uygunu, insanı iki ayaklı
nankör bir mahlûktur diye tarif etmektir. ama bu kadar da değil, insanın
başlıca kusurunu unutmamalı: insanların baş kusuru, tufandan başlayıp
schlezwig-holstein devrine kadar uzanan daimi erdemsizliğidir. erdemsizlik ve
bunun doğurduğu çeşit çeşit temkinsiz hareketler; temkinsizliğin erdemsizlikten
ayrılmadığı öteden beri bilinir zaten. insanlık tarihine şöyle bir göz atıverin
bakalım, ne göreceksiniz? azamet mi? belki; yalnız rodos heykeli bile yeter!
bizim bay anayevski, heykelin bazılarına göre insan elinden çıktığını,
bazılarınınsa tabiatın yarattığı bir harika olduğunu iddia ettiklerini boşuna
söylemiyor ya. göz alıcılık mı? olabilir; asırlar boyunca her milletin
askerinin, sivilinin giydiği üniforma bolluğu karşısında apışıp kalmayacak
tarihçi yoktur! tekdüzelik mi? o da var: durmadan dövüşüyorlar, şimdi de,
eskiden de, her zaman dövüştüler ve dövüşecekler, bunun da gayet tekdüze
olduğunu kabul etmelisiniz. kısacası, genel tarih hakkında pek çok şey, hasta
bir muhayyileden ne doğarsa hepsi söylenebilir. yalnız temkinli hareketten
bahsedemezsiniz. daha söze başlar başlamaz laf ağzınıza tıkılır. hayatta
erdemin ve aklın canlı örnekleri olan allâmelere, insan severlere bol bol
rastlanır; bunların gayesi, ömürlerini elden geldiği kadar erdemli, temkinli
geçirmektir, varlıklarıyla etrafa adeta nur saçarak, dünyada erdemli ve
temkinli de yaşanabileceğini göstermek peşindedirler sanki. e, sonra? sonrası
malum, bunların birçoğu, ömürlerinin sonuna doğru da olsa, er geç sürçüp tamiri
imkânsız bir çam deviriverirler. şimdi sorarım size: böyle garip nitelikleri
olan insanoğlundan ne beklenebilir? önüne dünya nimetlerinin hepsini serseniz,
başı kaybolana, hatta su yüzüne ufak ufak kabarcıklar çıkana kadar saadet
deryasına gömseniz, çalışmaya ihtiyacı olmayacak derecede refahını sağlasanız
da, sırf ballı çörekler yiyip yan gelip yatması, bir de insan neslinin
kurumaması için uğraşmasını sağlamak için iktisadi refaha kavuştursanız da,
sırf nankörlüğü, küstahlığı yüzünden bir rezalet koparacaktır. sırf müspet akla
kimi düşsel öğeler katabilmek için ballı çöreklerden, iktisadi refahından
vazgeçip, kendisine en zararlı saçmalıkların peşinden koşar. akla sığmaz
hayallerinden, en adice ahmaklığından sıyrılmaya asla yanaşmaz, çünkü tabiat
kanunlarının insanı arzu duymaktan caydıracak kadar tıpkı bir piyano gibi
çalmasına, bir cetvele göre davranmaya zorlamasına rağmen, bir piyano tuşu
değil de insan olduğunu (sanki pek gerekliymiş gibi) kendi kendine ispat etmek
ister. ister. öte yandan insan, gerçekten bir piyano tuşu olduğunu görse, hatta
tabiat bilimleri ve matematik yoluyla, öyle olduğu ispat edilse bile gene
akıllanmaz; gene mahsus, sırf nankörlükten, inadından yeni haltlar karıştırır.
bunu yapmaya gücü yetmezse, bu defa ortalığı kasıp kavuran fırtınalar, türlü
türlü facialar icat eder ve isteğini o yoldan elde eder! tüm dünyaya lanetler
eder; lanet etmek, yalnız insana mahsus olduğu için (insanı diğer canlılardan
ayıran başlıca üstünlüklerden biridir bu) belki de sadece bunu yapmakla bile
isteğine ulaşır, yani bir piyano tuşu değil, insan olduğuna kanaat getirir! ama
diyeceksiniz ki, bütün bu fırtınalar, karanlıklar, lanetler önceden cetvelde
hesaplanabilir ve aklın daha ağır basması sağlanabilir; ne mümkün, adam bu
defa, aklı olmadığını ispat etmek için deli taklidi yapmaya kalkar ve gene
istediğini elde eder! buna inanıyorum, yanılmadığıma tamamıyla eminim; zaten
galiba insanların bütün işi, bir cıvata değil de insan olduklarını her an kendi
kendilerine ispat etmektir! bu uğurda kendini feda edebilir, sırası gelince
mağara devri barbarı olabilir. şimdi gel de günaha girme: henüz bu dereceye
gelmediğimize, iradenin kim bilir hangi şeytanın keyfine bağlı olduğunun hâlâ
anlaşılmamasına sevinme...
s40
kim bilir (emin
olamayız tabii) belki de insanların yeryüzünde ulaşmaya çalıştığı tek gaye, bu
gayeye ulaşma yolundaki daimi çaba, başka bir deyişle hayatın ta kendisidir,
yani iki kere iki dört cinsinden bir formül olan gaye değildir; zaten iki kere
iki dört, hayat değildir baylar, ölümün başlangıcıdır. hiç değilse insan, bu
iki kere ikiden daima ürkmüştür; ben hâlâ ürküyorum. insan bütün ömrünü iki
kere iki peşinde geçirir, bu uğurda denizler aşar, hayatını harcar, fakat yemin
ederim, arayıp gerçekten elde etmekten korkar. çünkü onu bulur bulmaz artık
erişecek şeyi kalmayacağını bilmektedir. işçiler işlerini tamamladıktan sonra,
hiç olmazsa aldıkları parayla meyhaneye gider, oradan karakola düşerler; işte
size en aşağıdan bir haftalık meşgale. fakat bizler nereye gideriz? onun için
gayeye her yaklaşmada bir huzursuzluk hissedilir. insan gayeye ulaşmak için
çalışmayı sever, fakat ulaşmayı pek istemez; bu hal hiç şüphesiz çok gülünçtür.
şu halde insan daha doğuştan gülünç bir yaratıktır, işin hoş tarafı da budur
zaten. gene de, ne olursa olsun, şu iki kere iki pek musibet bir şey. bana göre
iki kere iki sadece bir küstahlıktır efendim. iki kere ikiyi yolumuzun
ortasında külhanbeyi gibi durmuş, elleri belinde, ortalığı tükürüğe boğarken
düşünüyorum. iki kere iki dördün üstünlüğünü kabul ediyorum elbette; fakat her
şeyi hoş görmeye karar verdikten sonra, iki kere ikinin beş etmesinden bile
hoşlanmak mümkündür.
… peki ama, siz
insan çıkarının yalnızca doğal, olumlu konularda, yani tek sözcükle refahta,
olduğuna niçin bu kadar eminsiniz, niçin ciddi olarak inanıyorsunuz? aklın
çıkarla ilgili konularda aldandığı olmuyor mu? insan refahtan başka şeyi de
sevemez mi? belki ıstıraptan da aynı derecede hoşlanıyordur? hatta ıstırabın
saadet kadar faydalı olması da mümkündür, insanın sırasında acıyı ihtirasa
varan derecede sevdiği bir gerçektir. bunu anlamak için dünya tarihine
başvurmaya lüzum yok, hayatın ne olduğunu bilen bir insansanız kendi kendinize
danışın, yeter. şahsi kanaatime göre, yalnız refahı sevmek biraz ayıptır bile.
iyi midir, fena mıdır orasını bilmem ama, bazen bir şey devirip kırmanın da
kendine göre tadı oluyor. bu bakımdan ne başlı başına refahı ne de ıstırabı
tutarım.
s42
insanın gerçek
ıstıraptan, yani yıkım ve kaostan asla vazgeçmeyeceğine eminim. idrakin biricik
kaynağı ıstıraptır. başlangıçta idraki insanın baş belası saydığımı söyledim,
ama insanın bunu sevdiğini, dünyadaki hiçbir hazza değişmeyeceğini de
biliyorum. mesela idrak, iki kere ikinin mukayese kabul etmeyecek denli
yükseğindedir. iki kere ikiden sonra, artık yalnız yapacak değil, öğrenecek bir
şey de kalmamıştır. olsa olsa, beş duyunuzu körleştirip düşünceye dalarsınız, o
kadar. idrak de insanı aynı sonuca götürür, yani gene yapacak işiniz kalmaz,
ama bu sefer hiç olmazsa kendi kendinizi kamçılayabilirsiniz ki, bu da bir
şeydir. gerici bir hareket, ama hiç yoktan iyidir.
s44
bakın, yağmur
yağarken saray yerine bir tavuk kümesi görsem, ıslanmamak için belki kümese
girerim. fakat kümes beni yağmurdan korudu diye, şükran borcumu ödemek için
kümese saray gözüyle bakamam. bana gülecek, hatta böyle bir durumda sarayla
kümes arasında fark olmadığını söyleyeceksiniz. evet, hayatta tek gayemiz
ıslanmamak olsaydı, dediğiniz doğruydu diye cevap veririm ben de.
gene de biliyor
musunuz, bizim gibi yeraltı takımının dizginini sıkı tutmak gerektiği
kanısındayım. çünkü kırk yıl ses çıkarmadan yeraltında otururuz, ama bir
fırsatını bulup yeryüzüne çıkarsak çenemizden kurtulamazsınız...
s45
nihayet şuna
geliyoruz baylar: en iyisi hiçbir şey yapmamak! bilinçli tembellik hepsinden iyi!
onun için yaşasın yeraltı! normal insanları çatlayasıya kıskandığımı söyledim
ya, gene de gördüğüm kadarıyla, onların bugünkü halinde olmak istemem.
(kıskanmasına gene kıskanacağım. hayır, hayır, her şeye rağmen yeraltı daha
kârlı!) orada hiç olmazsa insan... eeh! şimdi bile yalan söylüyorum! yalan,
çünkü iyi olanın yeraltı değil, başka, bambaşka, hasretini çekip bir türlü elde
edemediğim şey olduğunu iki kere ikinin dört ettiği gibi biliyorum! cehenneme
kadar yolu var yeraltının!
s52
o sıralar ancak
yirmi dört yaşındaydım. hayatım o zaman bile sönüktü, derbederdi; yabani
sayılacak derecede bir başımaydım. kimseyle arkadaşlık etmiyor, konuşmaktan
kaçıyor, gitgide daha çok kabuğuma çekiliyordum.
s53
o sıralar beni
üzen bir mesele daha vardı: ne ben kimseye benziyordum ne de herhangi biri
bana. "tek başımayım, ama onlar hep birlik." diye düşünmekten kendimi
alamıyordum
… bazen de
bunların tam aksi hareketler yaptığım olurdu. daireye gitmekten son derece
yılıp iş dönüşü hasta düştüğüm zamanlar vardı. arkasından, durup dururken bir
şüphe, kayıtsızlık nöbeti gelir (zaten bende her şey böyle nöbet halindedir),
hırçınlığımı, huysuzluğumu alaya alarak romantikliğim yüzünden kendi kendime
etmediğimi bırakmazdım. kimseyle konuşmak istemezken birdenbire öyle
değişiyordum ki, dairedekilerle yalnız konuşmak değil, artık arkadaşlık etmek
istiyordum. onlara karşı duyduğum soğukluk birden kayboluyordu. kim bilir,
belki bu duyguların zaten aslı yoktu; kitaplardan kapma, yapmacık duygulardı.
bu meseleyi şimdiye kadar çözemedim. bir aralık dostluğumuz öyle arttı ki,
evlerine gidip gelmeye, prafa oynamaya, birlikte votka içmeye, şundan bundan,
iktisattan filan bahsetmeye başladım.
… evde en çok
okumakla vakit geçiriyordum. böylece içimde kabaran duyguları dış etkilerle
bastırmak istiyordum. okumak bana uygun tek dış etkiydi. okumaktan şüphesiz çok
faydalanıyordum: kitaplar bana zevk, heyecan, ıstırap veriyordu. zaman zaman
son derece bıktırdığı da oluyordu. ne de olsa hareket ihtiyacı duyuyordum ve o
zaman birdenbire, koyu, bulanık, çirkin –sefih bile değil– bir sefihçik olma
arzusuna kapılıyordum. ihtiraslarım, özentilerim her zamanki mariz hırçınlığım
yüzünden keskin, yakıcıydı. böyle zamanlarda gözyaşlarıyla, çırpınmalarla
karışık isteri buhranları bile geçiriyordum. okumaktan başka yapılacak işim,
gidecek tek yerim yoktu, çünkü çevremde saygıya layık, beni kendine çekebilecek
bir meşguliyet bulamıyordum. içimde bir sıkıntı gitgide kabarıyor,
çelişmelerle, uyumsuzluklarla karşılaşma arzusuna kapılıyor ve bunun üzerine
sefihliğe başvuruyordum. bu uzun boylu laflarla kendimi haklı göstermek
istediğimi sanmayın... ama bu da doğru değil! yalan söyledim! tam tersine,
kendimi temize çıkarmak istiyorum. bu da benim için uyarı olsun baylar. yalan
söylemekten kaçınmalıyım. söz verdim.
sefahat âlemlerimi
tek başıma, geceleri, gizli, korka korka, utanarak yapardım; utanç duygusu bir
an bile peşimi bırakmaz, en iğrenç anlarda adeta bir lanetleme hali alarak beni
ezdikçe ezerdi. o zaman bile ruhumda bir yeraltı vardı. kabahatlerimi işlerken
birisiyle karşılaşıp görülmekten, yakalanmaktan dehşetle korkardım. bu yüzden
birbirinden karanlık, şüpheli yerlerde dolaşırdım.
s64
hayallerimde
"güzel ve yüksek şeylere dalışlar"ımda aşk maceraları yaşadım,
tanrım! bu tamamıyla hayali, herhangi canlı varlıkla ilgisi olmayan aşklardan
öylesine tatmin oluyordum ki, sonradan gerçek, tatbiki bir aşka hiç ihtiyaç
duymuyordum. gerçek bir aşkı lüks bile buluyordum. her şeyi tembelce, ama tatlı
bir tarzda sanata bağlıyordum; yani şuradan buradan, şairlerden, romancılardan
kaptığım göz kamaştırıcı, her arzuya cevap verecek hayat sahnelerini, tamamıyla
hazır kurguları hayallerime göre dilediğimce kesip biçiyordum. her seferinde
kahraman bendim; güya herkesi yendiğim için üstünlüğümü kabul etmek zorunda
kalıyorlardı, ben de hepsini affediyordum.
… anton antoniç’e
yalnız salı günleri (kabul günüydü) gidilebilirdi; bu sebeple insanlarla
kucaklaşma ihtiyacımı da mutlaka salı günlerine denk getirmem gerekiyordu
s69
simonov’da iki
okul arkadaşımızı daha buldum. üçünün önemli bir konu üzerinde konuştuğu
belliydi. hiçbiri gelişimle ilgilenmedi; yıllarca görüşmediğimiz düşünülürse bu
hal tuhaftı. anlaşılan, onlar için sinek kadar değerim yoktu. okulda da hiç
sevilmezdim, ama bu kadar küçümsendiğimi hatırlamıyorum. küçük görülmeme
memurluktaki başarısızlığımın, düşüklüğümün, kılıksızlığımın vs. sebep olduğunu
anlıyordum tabii, çünkü onlara göre bunlar kabiliyetsizliğimin, değersizliğimin
yaftasıydı. gene de bu derece aşağı görülmeyi beklemiyordum. simonov gelişime
bayağı şaşırmıştı. zaten önceleri de her ziyaretimde hayret edip dururdu. bütün
bunlara biraz canım sıkılmıştı; oturup konuşmalarını dinlemeye başladım.
…mösyö zverkov
benim de okul arkadaşımdı. ondan hele son sınıflarda iyice nefret ederdim. ilk
sınıflarda herkesin sevdiği hoş yüzlü bir afacandı. zaten ben de onu sırf
güzelliği ve afacanlığı için çekemiyordum
…birinci sınıf bir
alçak olmasına rağmen, üstten bakarken bile sevimli bir genç gibi
görünebiliyordu.
…güzel fakat
manasız yüzünü (kendi zeki yüzümle seve seve değişirdim ya), asrın ilk
yarısının sonlarına doğru bütün subaylarda görülen laubali hallerini
çekemiyordum.
s74
daha o zamanlar
bile görüşlerinin darlığı, uğraştıkları şeylerin, oyunlarının, konuşmalarının
manasızlığı beni hayrete düşürüyordu. o kadar önemli olayları fark edemedikleri,
insanı etkileyen, hayrete düşüren konulara ilgisiz kaldıkları için, ister
istemez onları kendimden aşağı saymaya başladım. hem de bunda yaralı gururumun
kışkırtmasının hiç payı yoktu; tanrı aşkına, şu gına getirdiğim "sen
hayaller kurarken onlar artık gerçek hayatı anlamışlardı..." gibi beylik
lafları önüme sürmeyin. onların gerçek hayattan filan anladığı yoktu ve yemin
ederim beni en çok kızdıran da buydu. hatta tam tersine, en basit, en göze
çarpan gerçekleri şaşılacak bir aptallıkla karşılıyorlardı; o yaştan beri
sadece kuvvete, başarıya tapmaya alışmışlardı. doğru, fakat küçük, aşağı
görülmesi, ezilmesi âdet olmuş her şey, onların hayâsız, merhametsiz alaylarına
konu oluyordu. akıllarını rütbeyle bozmuşlardı; on altı yaşında delikanlılar
işi az, yan gelip yatılacak işlerden dem vuruyordu.
s76
sırf bu lekenin
bile haysiyetimin onda dokuzunu kaybettireceğini hissediyordum. böyle
düşünmenin küçüklük olduğunu da biliyordum.
s83
ferfiçkin:
silence diye
bağırdı. akıl hazinesinin kapıları açılıyor!
meseleyi kavrayan
zverkov büyük bir ciddiyetle bekliyordu.
- teğmen bay
zverkov! diye başladım. önce şuunu söyleyeyim ki, basmakalıp laflarla böyle laf
edenlerden ve fazla çıtkırıldımlardan nefret ederim.. bu birinci madde,
ikincisine gelince...
hepsi birden
gürültü ile kıpırdaşmaya başladılar.
- ikinci madde,
sefahatten ve sefihlerden nefret ederim. hele sefihlerden büsbütün! üçüncü
olarak, gerçeği samimiliği ve dürüstlüğü severim. a
adeta şuursuz
konuşuyordum. bunları nasıl söyleyebildiğime şaşırıyor, dehşetten buz kesildiğimi
hissediyordum.
- fikri seviyorum,
nösyö zverkov; eşit şartlarda kurulmuş gerçek arkadaşlığı seviyorum, şey gibi..
hımm.. sevdiğim bir şey daha...
neydi? neyse gene
de sağlığınıza içeçeceğim mösyö zverkov. güle güle gidin. çerkez kızları
büyüleyin, yurdumuzun düşmanlarını öldürün.
s113
en işlek yerlerde,
çarşı sokaklarında, meşçanski’lerde, sadovi’de, yusupov bahçesi’nde
dolaşmak âdetimdi. özellikle de bu caddelerin ortalık kararınca işten çıkıp iş
gailesinin hırçınlığını üstlerinden atmadan evlerine dağılan işçiler, esnaflar,
gelen geçenlerle kalabalıklaştığı saatleri çok severdim. bunların yarım kapik
için telaşla koşturmalarını, arsız bayağılıklarını seyretmeye doyamazdım. fakat
bu sefer o sokak şamatası, itişme kakışmalar fena halde sinirime dokunuyordu.
bir türlü kendime hâkim olamıyor, dizginlerimi toparlayamıyordum. içimde
durmadan kabaran, dinmek bilmeden sızlayan bir şey vardı. eve son derece
huzursuz döndüm. ruhumda, cinayet işlemişim gibi bir ağırlık vardı.
s115
ertesi gün
bunların hepsini saçmalık, bozuk sinirlerimin büyüttüğü uydurmalar olarak kabul
etmeye hazırdım. zayıf tarafımı bildiğim için her an kendi kendime, "şu
her şeyi büyütmek âdetim yok mu, sakat tarafım bu işte." diye
tekrarlıyordum.
s117
bereket o sıralar
apollon’un kabalıkları beni biraz oyalıyordu. ama sabrım tükenmek üzereydi! şu
apollon. tanrı’nın bana layık gördüğü bir ceza, ömrümün törpüsüydü. birkaç
yıldan beri hayatımı zehirliyordu ve ondan nefret ediyordum. tanrım, ondan öyle
nefret ediyordum ki! bilhassa bazı anlarda ondan nefret ettiğim kadar hayatta
kimseden nefret etmemişimdir. yaşlı, ağırbaşlı, elinden biraz terzilik de gelen
bir adamdı. nedense beni fazlasıyla küçümser, çekilmez bir yaratıkmışım gibi
üstten bakardı. hoş, herkese karşı bu tavrı takınırdı ya. sarı saçları dümdüz
taranmış kafasına, alnında kabarık duran, ayçiçeği yağıyla yağladığı kâkülüne,
daima "ijitsa" şeklinde büzdüğü kocaman ağzına bakınca, kendinden
son derece emin birisinin karşısında olduğunuzu hemen anlardınız. son derece
ukalaydı, hayatımda onun kadar ukala birisine rastlamadım; üstelik neredeyse
makedonyalı büyük iskender kadar gururluydu. elbisesinin düğmelerine,
tırnaklarının her birine ayrı ayrı âşıktı! gayet az konuşurdu; bakışları daima
sert, azametli, kendinden emin ve alaycıydı ki, bu da beni hiddetten çıldıracak
hale getiriyordu. hizmetimi de bana büyük bir lütufta bulunuyormuş gibi
görürdü. hoş, benim için hemen hemen hiçbir şey yapmıyordu zaten; bunu vazifesi
saymıyordu. beni dünyada eşi güç bulunur ahmaklardan biri olarak gördüğünden,
sırf aylığını almak gayesiyle "yanında tuttuğu" apaçıktı. ayda yedi
ruble karşılığında evimde "hiçbir şey yapmamaya" lütfen razı
oluyordu. şu apollon yüzünden öbür dünyada günahlarımın pek çoğu affedilecek
herhalde. ona duyduğum nefret o dereceydi ki, yürüyüşünü duyunca bile kriz
geçirecek gibi oluyordum. hele o peltek peltek konuşmasından büsbütün
iğreniyordum. dili ağzına göre büyük müydü, yoksa başka bir sebebi mi vardı
bilmem, fakat ağzından bütün "z"ler "s" şeklinde ve ıslık
çalar gibi çıkıyordu; apollon, ona bir kat daha heybet verdiğini zannederek, bu
haliyle iftihar ediyordu galiba. ellerini arkasına bağlayıp gözlerini yere
dikerek, alçak sesle kesik kesik konuşurdu. en çok sinirime dokunan da kendi
bölmesinde mezmurlar’ı okumasıydı. bu merakı bana az çektirmedi. geceleri
değişmeyen bir sesle, bir ölünün başındaymış gibi, kelimeleri uzata uzata
okumaya bayılırdı. işin garibi, sonunda bu işi kendisine meslek edindi: apollon
şimdi ölülerin başında parayla mezmurlar’ı okuyor, bir yandan da fareleri yok
ediyor ve kundura boyası yapıp satıyor. fakat o sıralar benimle adeta kimyasal
bir şekilde birleşmiş gibiydi, onu bir türlü defedemiyordum. zaten kovsam da
gitmeye razı olmazdı. ben de bir pansiyona çıkamazdım: oturduğum daire beni
insanlar âleminden gizleyen bir kabuk, bir mahfazaydı. apollon’u nedense evimin
demirbaş eşyasından sayıyordum; bu yüzden tam yedi yıl ondan kurtulamadım.
aylığını iki üç
gün geciktirmek haddime mi düşmüş. öyle haller alırdı ki, kaçaçacak delik
arardım. fakat o günlerde kızgınlğımın acısını ondan çıkarmaya, ceza olsun
diye, apollon'a daha iki hafta parasını vermemeye karar verdim. bunu çoktandır,
belki iki yıldır yapmak istiyordum; bana kafa tutamayacağını, istediği zaman
aylığını pekala vermeyebileceğimi ispat etmek istiyordum. ona hiç bir şey
söylemeyecek, hatta hiç konuşmayacak, burnunu sürtülmesini, para lafını ilk
onun açmasını bekleyecektim. ancak o zaman masanın gözünden yedi rubleyi
çıkararak aylığının hazır olduğunu gösterecek, fakat, "bunu sana sırf
canım öyle istediği için vermiyorum, sırf vermek istemediğim için."
diyecektim; çünkü bu, "efendisinin keyfine" bağlı bir şeydi, çünkü o
saygısız, terbiyesiz bir adamdı, ama nezaketle isteyecek olursa belki yumuşar,
parasını verirdim, aksi halde iki hafta, üç hafta, belki de bir ay bekler
dururdu...
fakat bütün
kızgınlığıma rağmen apollon beni yendi. dört gün bile dayanamadım. gene böyle
durumlarda kullandığı, sınanmış taktiğine başvurdu (bu aşağılık usulü önceden
de gayet iyi biliyordum); taktik şöyleydi: ilkin evden uğurlarken ve
karşılarken beni dakikalarca dik dik süzmekle işe başlardı. eğer ben dayanır,
aldırış etmezsem, başka çeşit eziyetlere geçerdi. ben odamda dolaşır veya bir
şey okurken sessizce, süzülür gibi içeriye girer, kapının önünde bir elini
arkasına koyup ayağının birini de öne uzatarak durur, bu sefer yalnız sert
değil, açıkça küçümseyen bakışını üstüme dikerdi. ne istediğini sorunca hiç
cevap vermez, bir müddet hep o delen bakışıyla beni süzmeye devam eder, sonra
kendine has, manalı bir tavırla dudak büküp ağır ağır döner, yavaş adımlarla
odasına giderdi. bir iki saat sonra yeniden damlar, aynı tavırla karşıma
dikilirdi. bazen o kadar hırslanırdım ki, ne istediğini bile sormazdım. sadece
sert, buyurgan bir tavırla başımı kaldırarak ben de gözlerimi ona dikerdim.
böylece bir iki dakika birbirimize bakar dururduk, nihayet apollon azametle
dönerek gene bir iki saat için odasına yollanırdı.
eğer bu yaptıkları
beni akıllandırmamışsa, kafa tutmaya devam ediyorsam apollon, bu sefer yüzüme
bakarak, ahlak düşkünlüğümün derecesini ölçmek ister gibi derin derin iç
geçirmelere başlardı. sonunda beni mat ederdi elbette: önce hiddetten tepinip
bağırmaya başlar, sonra da istediğini yapardım.
s126
asında istediğim
nedir bilir misin? hepinizin yerin dibini boylamanız, işte o kadar! huzur,
sükûnetistiyorum ben. hepinizin yerin dibini boylamanız, işte o kadar! huzur,
sükûnet istiyorum ben. beni rahatsız etmesinler diye bütün dünyayı bir kapiğe
satarım. beni kıyamet kopmasıyla çaysız kalmam arasında seçim yapmak zorunda
bıraksalar, dünya yıkılsa umurumda olmayacağını, ama çayımdan vazgeçmeyeceğimi
haykırırdım. bunu biliyor muydun? işte ben böyle namussuz, alçak, bencil,
tembelin biriyim
s132
buna göre ben
sizden daha "canlı"yım. daha yakından bakın! biz bugün
"canlı"nın nerede yaşadığını, neden ibaret olduğunu, adını sanını
bile bilmiyoruz. bizi tek başımıza bırakın, elimizden kitapları alın o saat
şaşkına döner, ne yana gideceğimizi, kimden yana çıkacağımızı, kimi sevip,
kimden nefret edeceğimizi bilemeyiz. insan olmak, yani gerçek, kendi vücuduna
sahip, kanlı canlı bir insan olmak dahi bize güç geliyor; bundan utanıyor, ayıp
sayıyor, bildik, genel anlamda insan olmaya çabalıyoruz hep. aslında biz ölü
doğmuş yaratıklarız; zaten çoktandır canlı olmayan babalardan dünyaya geliyoruz
ve bundan da gittikçe daha çok hoşlanıyoruz. bundan zevk alıyoruz. yakında bir
kolayını bulup doğrudan doğruya fikir dölleri olarak dünyaya geleceğiz. ama
yeter bu kadar; daha fazla "yeraltından" yazmak istemiyorum...