28 Nisan 2015 Salı

xanima min / şivan perwer













xanima min, bermaliya min,
xanima min, bermaliya min,
xanima'm, bermaliya'm, rindît xemla mala min
xanima'm, bermaliya'm, rindît rews, a mala min
delala min îro ji min xeyidiye
bi gazinc e, bi axîn e, dil cemidî ye
xanima min, bermaliya min, xanima min, bermaliya min,
xanima'm, bermaliya'm, rindît xemla mala min
xanima'm, bermaliya'm, rindît rews, a mala min
xanima min, bermaliya min,
dîsa çi bûye li ba me,
rabûne kul û derdê me
dîsa çi bûye li ba me,
rabûne kul û derdê me
xanima'm, bermaliya'm, rindît xemla mala min
xanima'm, bermaliya'm, rindît rews, a mala min
xanima min were ba min
roniya her du çavê min
xanima'm, bermaliya'm, rindît xemla mala min
xanima'm, bermaliya'm, rindît rews, a mala min
zanim xanim birîndar û bi evîn e
derdê mêran û zarokan pir diks, ine
xanima min, bermaliya min,
xanima min, bermaliya min,
xanima'm, bermaliya'm, rindît xemla mala min
xanima'm, bermaliya'm, rindît rews,a mala min
bawer nakim vê `ked`a wê
hêz nadim dest û piyê wê
xanima'm, bermaliya'm, rindît xemla mala min
xanima'm, bermaliya'm, rindît rews,a mala min
xanima min were ba min
roniya her du çavê min
xanima'm, bermaliya'm, rindît xwîna rehê min
xanima'm, bermaliya'm, rindît rews, a mala min
xanim diks,ine wek dayika min kurdistan
mêr û zarok xeçel bûne weke kurdistan
xanima min, bermaliya min,
xanima min, bermaliya min,
xanima'm, bermaliya'm, rindît xemla mala min
xanima'm, bermaliya'm, rindît rews, a mala min
dixwazî bibe wek xaniman
jîn bike mêr û zarokan
belê tu raste delalê
diaxîne wek te sivan
xanima'm, bermaliya'm, rindît xwîna rehê min
xanima'm, bermaliya'm, rindît rews,a mala min
xanima min were ba min
roniya her du çavê min
xanima'm, bermaliya'm, rindît xwîna rehê min
xanima'm, bermaliya'm, rindît rews,a mala min

...


kadınım, evimin hanımı,
kadınım, evimin hanımı,
kadınım, evimin hanımı, evimin mücevheri
kadınım, evimin hanımı, evimin güzel süsü
cananım, bugün bana kızgınsın
sitemli, kederli, soğuksun
kadınım, evimin hanımı,
benim kadınım, evimin hanımı,
kadınım, evimin hanımı, evimin mücevheri
kadınım, evimin hanımı, evimin güzel süsü
kadınım, evimin hanımı,
yine ne oldu?
derdimi ve kederimi uyandırdı
kadınım, evimin hanımı, evimin mücevheri
kadınım, evimin hanımı, evimin güzel süsü
kadınım/hanımım bana gel
gözlerimin ışığı
kadınım, evimin hanımı, evimin mücevheri
kadınım, evimin hanımı, evimin güzel süsü
bilirim hanım, yaralı ve sevdalısın
hem erler hem çocuklarsa kürdistan gibi utanç içinde
kadınım, evimin hanımı,
kadınım, evimin hanımı,
kadınım, evimin hanımı, evimin mücevheri
kadınım, evimin hanımı, evimin güzel süsü
kederine inanmıyorum
ayaklarına kapanmıyorum? (hêz nadim dest û piyê wê)
kadınım, evimin hanımı, evimin mücevheri
kadınım, evimin hanımı, evimin güzel süsü
kadınım/hanımım bana gel
gözlerimin ışığı
kadınım, evimin hanımı, damarımda kanım
kadınım, evimin hanımı, evimin güzel süsü
hanımım kürdistan gibi acı çekmekte
hem erler hem çocuklarsa utanç içinde
kadınım, evimin hanımı,
benim kadınım, evimin hanımı,
kadınım, evimin hanımı, evimin mücevheri
kadınım, evimin hanımı, evimin güzel süsü
kadınım, evimin hanımı,
sen de hanımlar gibi olmak istersen
bırak erkekler ve çocuklar yaşasın
haklısın cananım
şivan da senin gibi iç çeker
kadınım, evimin hanımı, evimin mücevheri
kadınım, evimin hanımı, evimin güzel süsü
kadınım/hanımım bana gel
gözlerimin ışığı
kadınım, evimin hanımı, damarımda kanım
kadınım, evimin hanımı, evimin güzel süsü

10 Nisan 2015 Cuma

yeraltından notlar / dostoyevski


s1
ben hasta bir adamım. gösterişsiz, içi hınçla dolu bir adamım ben. sanıyorum, karaciğerimden hastayım. doğrusunu isterseniz, ne hastalığımdan anladığım var, ne de neremin ağrıdığını tam olarak biliyorum. tıbba, hekimlere saygı duymakla birlikte şimdiye dek tedavi olmadığım gibi bundan sonra da böyle bir şey düşünmüyorum. üstelik boş inançları olan bir insanım, hem de tıbba saygı duyacak kadar.


s11
baylar, yemin ederim ki, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır;


s23
küçülmekten bile zevk almaya kalkışan bir adamın, biraz olsun öz saygısı kalır mı? bunu usanç veren bir pişmanlığın etkisinde söylemiyorum. öteden beri, "affedersiniz babacığım, bir daha yapmam." demekten nefret ettim; bunu söylemek bana güç geldiği için değil, tam tersine gayet kolay söylüyordum. hatta mahsus yapar gibi, zerre kadar suçum olmadığı durumlarda bile kendimi suçlu çıkarırdım. bu da hepsinden kötüydü. bu sefer yine duygulanır, pişmanlık duyar, gözyaşları dökerdim; bunları da öyle yalandan falan yapmazdım, ama şüphesiz hepsi kendi kendimi kandırmak içindi. kalbimde bir kötülük nüvesi vardı... tabiat kanunları beni ömrüm boyunca her şeyden çok hırpaladığı halde, bu durumlarda onları suçlamak da imkânsızdı. şimdi aynı şeyleri hatırlamak içime fenalıklar veriyor, o zamanlar da verirdi. bir dakika geçince kendi kendimi yiyerek, bütün bu pişmanlıkların, duygulanmaların, değişme antlarının hepsinin yalan, kocaman çirkin bir yalandan başka bir şey olmadığını anlıyordum. kendimi türlü türlü şekillere sokarak hırpalamamın, işkence etmemin sebebini soracak olursanız, size, boş durmaktan canım sıkıldığı için çeşit çeşit marifetleri denedim, diye cevap veririm ki, gerçekten de öyle. siz de kendinizi iyice bir yoklayacak olursanız, bunun böyle olduğunu anlarsınız baylar. kendi kendime macera hayalleri kuruyor, kafamda uydurduğum bir hayatı yaşıyordum. durup dururken, ortada fol yok yumurta yokken kendi kendimi gücendirdiğim çok oldu; aslında hiç sebep olmadığını bildiğim halde kendimi öyle dolduruyordum ki, sonunda gerçekten gücenip içerliyordum. bu çeşit oyunlar yaşamımı öyle bir sarmıştı ki, nihayet adeta kendime hâkim olamaz hale geldim. bir defa, hatta bir de değil, iki defa, zorla âşık olmayı bile istedim. inanın ıstırap bile çektim baylar. ruhumun uzak bir köşesinde bu ıstıraba inançsızlık, alay kıvılcımları titreşiyordu, ama gene de maddi bir ıstırap çekmeye devam ediyordum; üstelik dört başı mamur bir âşık gibi kıskanıyor, kendimi kaybediyordum... sebep hep can sıkıntısıydı baylar, hep can sıkıntısı; atalet beni eziyordu. zaten şuurun meşru mahsulü atalet, yani gönüllü avareliktir. bundan yukarıda da söz etmiştim. tekrar ediyorum: bütün samimi insanlar ve işinde gücünde olanlar ahmak, dar kafalı oldukları için faal kimselerdir. nasıl açıklamalı? bakın şöyle: bu çeşit insanlar, akılları kıt olduğu için herhangi bir konuda ana sebepleri araştırmadan hemen el altındaki ikinci derece sebeplere bağlanıverir ve doğru hareket ettiklerinden emin oldukları için de rahatlarlar; en önemlisi de budur zaten.

s25
bir kere kendini duygularına kaptır, bir anlığına şuurunu susturup, düşünmeden, esas aramadan hakaret et, nefret et, birini sev, daha doğrusu boş durmamak için bir şeyler yap bakalım. en geç öbür gün bu bilinçli kandırmaca yüzünden kendi kendini küçümsemeye başlarsın. sonuç: sabun köpüğü ve atalet. ah baylar, belki de ben ömrüm boyunca başlamayı da, bitirmeyi de beceremediğim için kendimi akıllı bir adam sayıyorum. ben de herkes gibi gevezenin, zararsız ama can sıkıcı boşboğazın biri olayım, ne çıkar. ne çare ki gevezelik, daha doğrusu elekle su taşımak her zeki adamın kaderine yazılıdır.

s26
keşke sadece tembellik yüzünden hiçbir şey yapamasaydım. tanrım, o zaman kendime ne büyük saygı duyardım. tembellik de olsa belirli bir özelliğe sahibim, buna eminim diye kendime saygı duyardım. benim için, "kim bu adam?" diye sorulunca "tembelin biri." cevabını verirlerdi ki, bunu duymaktan da son derece hoşlanırdım. benim de kendime göre bir niteliğim, hakkımda söylenecek söz olurdu. "tembel!" şaka değil, bu bir unvan, bir mevki, başlı başına bir istikbaldir efendim. alay etmeyin, gerçekten öyledir.

ben bunu öteden beri hayal etmişimdir. bu "güzel ve yüksek şeyler" kırk yaşımda bana hayli sıkıntı verdi; yaşım kırkı bulduğu için elbet, halbuki o sıralar, ah, o sıralar bambaşka olabilirdi! o zaman çabucak güzel bir iş de edinirdim: bütün o güzel, yüksek şeyler şerefine içmek. kadehime önce bir damla gözyaşı akıtıp, sonra o güzel ve yüksek şeyler şerefine içme fırsatlarını asla kaçırmazdım. dünyada ne varsa güzellik ve yükseklik açısından görür, pisliği tartışma götürmeyecek en el dokunmaz çirkefte bile güzel ve yüksek taraflar bulurdum. alabildiğine sulu gözlü olurdum. diyelim ki bir ressam, ghe[3] ayarında bir tablo yapmıştır; derhal ressamın sağlığına içerdim, çünkü bütün güzel ve yüksek şeyleri severim. bir yazar "nasıl arzu edersiniz?" diye bir makale mi yazdı, hemen "nasıl arzu edersiniz"in şerefine kadeh kaldırırdım, çünkü "güzel ve yüksek" her şeyi severim ben. bütün bunlara karşılık, bana saygı gösterilmesini ister, saymayanın da yakasını bırakmazdım

s28
çıkar! çıkar da neymiş ki? insanoğlunun çıkarının nerede olduğunu kesinlikle söyleyebilir misiniz? insanın kendisi için iyilik değil, tam tersine kötülük arzulayabileceği, hatta bunu yapmaya mecbur olacağı bazı hallerde ne olur peki, buna da çıkar denmez mi? böyle bir durumun yalnızca mümkün olması bile bütün kanunları yıkar.

s35
fakat istek çoğu zaman, hatta ısrarla akla tamamıyla zıt bir yoldadır ve... ve... inanır mısınız, bu hal de hem faydalı, hem de bazen takdire şayan olabilir. şimdi bir an için insanların aptal olmadığını farz edelim. (aslına bakılırsa insan için böyle bir şey söylemek imkânsızdır, hiç olmazsa şu sebepten: insanı aptal kabul edersek kime akıllı diyeceğiz?) ama insanoğlu aptal olmasa bile dehşetli nankördür. nankörün nankörüdür. hatta bana göre en uygunu, insanı iki ayaklı nankör bir mahlûktur diye tarif etmektir. ama bu kadar da değil, insanın başlıca kusurunu unutmamalı: insanların baş kusuru, tufandan başlayıp schlezwig-holstein devrine kadar uzanan daimi erdemsizliğidir. erdemsizlik ve bunun doğurduğu çeşit çeşit temkinsiz hareketler; temkinsizliğin erdemsizlikten ayrılmadığı öteden beri bilinir zaten. insanlık tarihine şöyle bir göz atıverin bakalım, ne göreceksiniz? azamet mi? belki; yalnız rodos heykeli bile yeter! bizim bay anayevski, heykelin bazılarına göre insan elinden çıktığını, bazılarınınsa tabiatın yarattığı bir harika olduğunu iddia ettiklerini boşuna söylemiyor ya. göz alıcılık mı? olabilir; asırlar boyunca her milletin askerinin, sivilinin giydiği üniforma bolluğu karşısında apışıp kalmayacak tarihçi yoktur! tekdüzelik mi? o da var: durmadan dövüşüyorlar, şimdi de, eskiden de, her zaman dövüştüler ve dövüşecekler, bunun da gayet tekdüze olduğunu kabul etmelisiniz. kısacası, genel tarih hakkında pek çok şey, hasta bir muhayyileden ne doğarsa hepsi söylenebilir. yalnız temkinli hareketten bahsedemezsiniz. daha söze başlar başlamaz laf ağzınıza tıkılır. hayatta erdemin ve aklın canlı örnekleri olan allâmelere, insan severlere bol bol rastlanır; bunların gayesi, ömürlerini elden geldiği kadar erdemli, temkinli geçirmektir, varlıklarıyla etrafa adeta nur saçarak, dünyada erdemli ve temkinli de yaşanabileceğini göstermek peşindedirler sanki. e, sonra? sonrası malum, bunların birçoğu, ömürlerinin sonuna doğru da olsa, er geç sürçüp tamiri imkânsız bir çam deviriverirler. şimdi sorarım size: böyle garip nitelikleri olan insanoğlundan ne beklenebilir? önüne dünya nimetlerinin hepsini serseniz, başı kaybolana, hatta su yüzüne ufak ufak kabarcıklar çıkana kadar saadet deryasına gömseniz, çalışmaya ihtiyacı olmayacak derecede refahını sağlasanız da, sırf ballı çörekler yiyip yan gelip yatması, bir de insan neslinin kurumaması için uğraşmasını sağlamak için iktisadi refaha kavuştursanız da, sırf nankörlüğü, küstahlığı yüzünden bir rezalet koparacaktır. sırf müspet akla kimi düşsel öğeler katabilmek için ballı çöreklerden, iktisadi refahından vazgeçip, kendisine en zararlı saçmalıkların peşinden koşar. akla sığmaz hayallerinden, en adice ahmaklığından sıyrılmaya asla yanaşmaz, çünkü tabiat kanunlarının insanı arzu duymaktan caydıracak kadar tıpkı bir piyano gibi çalmasına, bir cetvele göre davranmaya zorlamasına rağmen, bir piyano tuşu değil de insan olduğunu (sanki pek gerekliymiş gibi) kendi kendine ispat etmek ister. ister. öte yandan insan, gerçekten bir piyano tuşu olduğunu görse, hatta tabiat bilimleri ve matematik yoluyla, öyle olduğu ispat edilse bile gene akıllanmaz; gene mahsus, sırf nankörlükten, inadından yeni haltlar karıştırır. bunu yapmaya gücü yetmezse, bu defa ortalığı kasıp kavuran fırtınalar, türlü türlü facialar icat eder ve isteğini o yoldan elde eder! tüm dünyaya lanetler eder; lanet etmek, yalnız insana mahsus olduğu için (insanı diğer canlılardan ayıran başlıca üstünlüklerden biridir bu) belki de sadece bunu yapmakla bile isteğine ulaşır, yani bir piyano tuşu değil, insan olduğuna kanaat getirir! ama diyeceksiniz ki, bütün bu fırtınalar, karanlıklar, lanetler önceden cetvelde hesaplanabilir ve aklın daha ağır basması sağlanabilir; ne mümkün, adam bu defa, aklı olmadığını ispat etmek için deli taklidi yapmaya kalkar ve gene istediğini elde eder! buna inanıyorum, yanılmadığıma tamamıyla eminim; zaten galiba insanların bütün işi, bir cıvata değil de insan olduklarını her an kendi kendilerine ispat etmektir! bu uğurda kendini feda edebilir, sırası gelince mağara devri barbarı olabilir. şimdi gel de günaha girme: henüz bu dereceye gelmediğimize, iradenin kim bilir hangi şeytanın keyfine bağlı olduğunun hâlâ anlaşılmamasına sevinme...

s40
kim bilir (emin olamayız tabii) belki de insanların yeryüzünde ulaşmaya çalıştığı tek gaye, bu gayeye ulaşma yolundaki daimi çaba, başka bir deyişle hayatın ta kendisidir, yani iki kere iki dört cinsinden bir formül olan gaye değildir; zaten iki kere iki dört, hayat değildir baylar, ölümün başlangıcıdır. hiç değilse insan, bu iki kere ikiden daima ürkmüştür; ben hâlâ ürküyorum. insan bütün ömrünü iki kere iki peşinde geçirir, bu uğurda denizler aşar, hayatını harcar, fakat yemin ederim, arayıp gerçekten elde etmekten korkar. çünkü onu bulur bulmaz artık erişecek şeyi kalmayacağını bilmektedir. işçiler işlerini tamamladıktan sonra, hiç olmazsa aldıkları parayla meyhaneye gider, oradan karakola düşerler; işte size en aşağıdan bir haftalık meşgale. fakat bizler nereye gideriz? onun için gayeye her yaklaşmada bir huzursuzluk hissedilir. insan gayeye ulaşmak için çalışmayı sever, fakat ulaşmayı pek istemez; bu hal hiç şüphesiz çok gülünçtür. şu halde insan daha doğuştan gülünç bir yaratıktır, işin hoş tarafı da budur zaten. gene de, ne olursa olsun, şu iki kere iki pek musibet bir şey. bana göre iki kere iki sadece bir küstahlıktır efendim. iki kere ikiyi yolumuzun ortasında külhanbeyi gibi durmuş, elleri belinde, ortalığı tükürüğe boğarken düşünüyorum. iki kere iki dördün üstünlüğünü kabul ediyorum elbette; fakat her şeyi hoş görmeye karar verdikten sonra, iki kere ikinin beş etmesinden bile hoşlanmak mümkündür.

… peki ama, siz insan çıkarının yalnızca doğal, olumlu konularda, yani tek sözcükle refahta, olduğuna niçin bu kadar eminsiniz, niçin ciddi olarak inanıyorsunuz? aklın çıkarla ilgili konularda aldandığı olmuyor mu? insan refahtan başka şeyi de sevemez mi? belki ıstıraptan da aynı derecede hoşlanıyordur? hatta ıstırabın saadet kadar faydalı olması da mümkündür, insanın sırasında acıyı ihtirasa varan derecede sevdiği bir gerçektir. bunu anlamak için dünya tarihine başvurmaya lüzum yok, hayatın ne olduğunu bilen bir insansanız kendi kendinize danışın, yeter. şahsi kanaatime göre, yalnız refahı sevmek biraz ayıptır bile. iyi midir, fena mıdır orasını bilmem ama, bazen bir şey devirip kırmanın da kendine göre tadı oluyor. bu bakımdan ne başlı başına refahı ne de ıstırabı tutarım.

s42
insanın gerçek ıstıraptan, yani yıkım ve kaostan asla vazgeçmeyeceğine eminim. idrakin biricik kaynağı ıstıraptır. başlangıçta idraki insanın baş belası saydığımı söyledim, ama insanın bunu sevdiğini, dünyadaki hiçbir hazza değişmeyeceğini de biliyorum. mesela idrak, iki kere ikinin mukayese kabul etmeyecek denli yükseğindedir. iki kere ikiden sonra, artık yalnız yapacak değil, öğrenecek bir şey de kalmamıştır. olsa olsa, beş duyunuzu körleştirip düşünceye dalarsınız, o kadar. idrak de insanı aynı sonuca götürür, yani gene yapacak işiniz kalmaz, ama bu sefer hiç olmazsa kendi kendinizi kamçılayabilirsiniz ki, bu da bir şeydir. gerici bir hareket, ama hiç yoktan iyidir.

s44
bakın, yağmur yağarken saray yerine bir tavuk kümesi görsem, ıslanmamak için belki kümese girerim. fakat kümes beni yağmurdan korudu diye, şükran borcumu ödemek için kümese saray gözüyle bakamam. bana gülecek, hatta böyle bir durumda sarayla kümes arasında fark olmadığını söyleyeceksiniz. evet, hayatta tek gayemiz ıslanmamak olsaydı, dediğiniz doğruydu diye cevap veririm ben de.

gene de biliyor musunuz, bizim gibi yeraltı takımının dizginini sıkı tutmak gerektiği kanısındayım. çünkü kırk yıl ses çıkarmadan yeraltında otururuz, ama bir fırsatını bulup yeryüzüne çıkarsak çenemizden kurtulamazsınız...

s45
nihayet şuna geliyoruz baylar: en iyisi hiçbir şey yapmamak! bilinçli tembellik hepsinden iyi! onun için yaşasın yeraltı! normal insanları çatlayasıya kıskandığımı söyledim ya, gene de gördüğüm kadarıyla, onların bugünkü halinde olmak istemem. (kıskanmasına gene kıskanacağım. hayır, hayır, her şeye rağmen yeraltı daha kârlı!) orada hiç olmazsa insan... eeh! şimdi bile yalan söylüyorum! yalan, çünkü iyi olanın yeraltı değil, başka, bambaşka, hasretini çekip bir türlü elde edemediğim şey olduğunu iki kere ikinin dört ettiği gibi biliyorum! cehenneme kadar yolu var yeraltının!

s52
o sıralar ancak yirmi dört yaşındaydım. hayatım o zaman bile sönüktü, derbederdi; yabani sayılacak derecede bir başımaydım. kimseyle arkadaşlık etmiyor, konuşmaktan kaçıyor, gitgide daha çok kabuğuma çekiliyordum.

s53
o sıralar beni üzen bir mesele daha vardı: ne ben kimseye benziyordum ne de herhangi biri bana. "tek başımayım, ama onlar hep birlik." diye düşünmekten kendimi alamıyordum

… bazen de bunların tam aksi hareketler yaptığım olurdu. daireye gitmekten son derece yılıp iş dönüşü hasta düştüğüm zamanlar vardı. arkasından, durup dururken bir şüphe, kayıtsızlık nöbeti gelir (zaten bende her şey böyle nöbet halindedir), hırçınlığımı, huysuzluğumu alaya alarak romantikliğim yüzünden kendi kendime etmediğimi bırakmazdım. kimseyle konuşmak istemezken birdenbire öyle değişiyordum ki, dairedekilerle yalnız konuşmak değil, artık arkadaşlık etmek istiyordum. onlara karşı duyduğum soğukluk birden kayboluyordu. kim bilir, belki bu duyguların zaten aslı yoktu; kitaplardan kapma, yapmacık duygulardı. bu meseleyi şimdiye kadar çözemedim. bir aralık dostluğumuz öyle arttı ki, evlerine gidip gelmeye, prafa oynamaya, birlikte votka içmeye, şundan bundan, iktisattan filan bahsetmeye başladım.

… evde en çok okumakla vakit geçiriyordum. böylece içimde kabaran duyguları dış etkilerle bastırmak istiyordum. okumak bana uygun tek dış etkiydi. okumaktan şüphesiz çok faydalanıyordum: kitaplar bana zevk, heyecan, ıstırap veriyordu. zaman zaman son derece bıktırdığı da oluyordu. ne de olsa hareket ihtiyacı duyuyordum ve o zaman birdenbire, koyu, bulanık, çirkin –sefih bile değil– bir sefihçik olma arzusuna kapılıyordum. ihtiraslarım, özentilerim her zamanki mariz hırçınlığım yüzünden keskin, yakıcıydı. böyle zamanlarda gözyaşlarıyla, çırpınmalarla karışık isteri buhranları bile geçiriyordum. okumaktan başka yapılacak işim, gidecek tek yerim yoktu, çünkü çevremde saygıya layık, beni kendine çekebilecek bir meşguliyet bulamıyordum. içimde bir sıkıntı gitgide kabarıyor, çelişmelerle, uyumsuzluklarla karşılaşma arzusuna kapılıyor ve bunun üzerine sefihliğe başvuruyordum. bu uzun boylu laflarla kendimi haklı göstermek istediğimi sanmayın... ama bu da doğru değil! yalan söyledim! tam tersine, kendimi temize çıkarmak istiyorum. bu da benim için uyarı olsun baylar. yalan söylemekten kaçınmalıyım. söz verdim.

sefahat âlemlerimi tek başıma, geceleri, gizli, korka korka, utanarak yapardım; utanç duygusu bir an bile peşimi bırakmaz, en iğrenç anlarda adeta bir lanetleme hali alarak beni ezdikçe ezerdi. o zaman bile ruhumda bir yeraltı vardı. kabahatlerimi işlerken birisiyle karşılaşıp görülmekten, yakalanmaktan dehşetle korkardım. bu yüzden birbirinden karanlık, şüpheli yerlerde dolaşırdım.

s64
hayallerimde "güzel ve yüksek şeylere dalışlar"ımda aşk maceraları yaşadım, tanrım! bu tamamıyla hayali, herhangi canlı varlıkla ilgisi olmayan aşklardan öylesine tatmin oluyordum ki, sonradan gerçek, tatbiki bir aşka hiç ihtiyaç duymuyordum. gerçek bir aşkı lüks bile buluyordum. her şeyi tembelce, ama tatlı bir tarzda sanata bağlıyordum; yani şuradan buradan, şairlerden, romancılardan kaptığım göz kamaştırıcı, her arzuya cevap verecek hayat sahnelerini, tamamıyla hazır kurguları hayallerime göre dilediğimce kesip biçiyordum. her seferinde kahraman bendim; güya herkesi yendiğim için üstünlüğümü kabul etmek zorunda kalıyorlardı, ben de hepsini affediyordum.

… anton antoniç’e yalnız salı günleri (kabul günüydü) gidilebilirdi; bu sebeple insanlarla kucaklaşma ihtiyacımı da mutlaka salı günlerine denk getirmem gerekiyordu

s69
simonov’da iki okul arkadaşımızı daha buldum. üçünün önemli bir konu üzerinde konuştuğu belliydi. hiçbiri gelişimle ilgilenmedi; yıllarca görüşmediğimiz düşünülürse bu hal tuhaftı. anlaşılan, onlar için sinek kadar değerim yoktu. okulda da hiç sevilmezdim, ama bu kadar küçümsendiğimi hatırlamıyorum. küçük görülmeme memurluktaki başarısızlığımın, düşüklüğümün, kılıksızlığımın vs. sebep olduğunu anlıyordum tabii, çünkü onlara göre bunlar kabiliyetsizliğimin, değersizliğimin yaftasıydı. gene de bu derece aşağı görülmeyi beklemiyordum. simonov gelişime bayağı şaşırmıştı. zaten önceleri de her ziyaretimde hayret edip dururdu. bütün bunlara biraz canım sıkılmıştı; oturup konuşmalarını dinlemeye başladım.

…mösyö zverkov benim de okul arkadaşımdı. ondan hele son sınıflarda iyice nefret ederdim. ilk sınıflarda herkesin sevdiği hoş yüzlü bir afacandı. zaten ben de onu sırf güzelliği ve afacanlığı için çekemiyordum
…birinci sınıf bir alçak olmasına rağmen, üstten bakarken bile sevimli bir genç gibi görünebiliyordu.
…güzel fakat manasız yüzünü (kendi zeki yüzümle seve seve değişirdim ya), asrın ilk yarısının sonlarına doğru bütün subaylarda görülen laubali hallerini çekemiyordum.

s74
daha o zamanlar bile görüşlerinin darlığı, uğraştıkları şeylerin, oyunlarının, konuşmalarının manasızlığı beni hayrete düşürüyordu. o kadar önemli olayları fark edemedikleri, insanı etkileyen, hayrete düşüren konulara ilgisiz kaldıkları için, ister istemez onları kendimden aşağı saymaya başladım. hem de bunda yaralı gururumun kışkırtmasının hiç payı yoktu; tanrı aşkına, şu gına getirdiğim "sen hayaller kurarken onlar artık gerçek hayatı anlamışlardı..." gibi beylik lafları önüme sürmeyin. onların gerçek hayattan filan anladığı yoktu ve yemin ederim beni en çok kızdıran da buydu. hatta tam tersine, en basit, en göze çarpan gerçekleri şaşılacak bir aptallıkla karşılıyorlardı; o yaştan beri sadece kuvvete, başarıya tapmaya alışmışlardı. doğru, fakat küçük, aşağı görülmesi, ezilmesi âdet olmuş her şey, onların hayâsız, merhametsiz alaylarına konu oluyordu. akıllarını rütbeyle bozmuşlardı; on altı yaşında delikanlılar işi az, yan gelip yatılacak işlerden dem vuruyordu.

s76
sırf bu lekenin bile haysiyetimin onda dokuzunu kaybettireceğini hissediyordum. böyle düşünmenin küçüklük olduğunu da biliyordum.

s83
ferfiçkin:
silence diye bağırdı. akıl hazinesinin kapıları açılıyor!
meseleyi kavrayan zverkov büyük bir ciddiyetle bekliyordu.
- teğmen bay zverkov! diye başladım. önce şuunu söyleyeyim ki, basmakalıp laflarla böyle laf edenlerden ve fazla çıtkırıldımlardan nefret ederim.. bu birinci madde, ikincisine gelince...

hepsi birden gürültü ile kıpırdaşmaya başladılar.
- ikinci madde, sefahatten ve sefihlerden nefret ederim. hele sefihlerden büsbütün! üçüncü olarak, gerçeği samimiliği ve dürüstlüğü severim. a
adeta şuursuz konuşuyordum. bunları nasıl söyleyebildiğime şaşırıyor, dehşetten buz kesildiğimi hissediyordum.
- fikri seviyorum, nösyö zverkov; eşit şartlarda kurulmuş gerçek arkadaşlığı seviyorum, şey gibi.. hımm.. sevdiğim bir şey daha...
neydi? neyse gene de sağlığınıza içeçeceğim mösyö zverkov. güle güle gidin. çerkez kızları büyüleyin, yurdumuzun düşmanlarını öldürün.

s113
en işlek yerlerde, çarşı sokaklarında, meşçanski’lerde, sadovi’de, yusupov bahçesi’nde dolaşmak âdetimdi. özellikle de bu caddelerin ortalık kararınca işten çıkıp iş gailesinin hırçınlığını üstlerinden atmadan evlerine dağılan işçiler, esnaflar, gelen geçenlerle kalabalıklaştığı saatleri çok severdim. bunların yarım kapik için telaşla koşturmalarını, arsız bayağılıklarını seyretmeye doyamazdım. fakat bu sefer o sokak şamatası, itişme kakışmalar fena halde sinirime dokunuyordu. bir türlü kendime hâkim olamıyor, dizginlerimi toparlayamıyordum. içimde durmadan kabaran, dinmek bilmeden sızlayan bir şey vardı. eve son derece huzursuz döndüm. ruhumda, cinayet işlemişim gibi bir ağırlık vardı.

s115
ertesi gün bunların hepsini saçmalık, bozuk sinirlerimin büyüttüğü uydurmalar olarak kabul etmeye hazırdım. zayıf tarafımı bildiğim için her an kendi kendime, "şu her şeyi büyütmek âdetim yok mu, sakat tarafım bu işte." diye tekrarlıyordum.

s117
bereket o sıralar apollon’un kabalıkları beni biraz oyalıyordu. ama sabrım tükenmek üzereydi! şu apollon. tanrı’nın bana layık gördüğü bir ceza, ömrümün törpüsüydü. birkaç yıldan beri hayatımı zehirliyordu ve ondan nefret ediyordum. tanrım, ondan öyle nefret ediyordum ki! bilhassa bazı anlarda ondan nefret ettiğim kadar hayatta kimseden nefret etmemişimdir. yaşlı, ağırbaşlı, elinden biraz terzilik de gelen bir adamdı. nedense beni fazlasıyla küçümser, çekilmez bir yaratıkmışım gibi üstten bakardı. hoş, herkese karşı bu tavrı takınırdı ya. sarı saçları dümdüz taranmış kafasına, alnında kabarık duran, ayçiçeği yağıyla yağladığı kâkülüne, daima "ijitsa" şeklinde büzdüğü kocaman ağzına bakınca, kendinden son derece emin birisinin karşısında olduğunuzu hemen anlardınız. son derece ukalaydı, hayatımda onun kadar ukala birisine rastlamadım; üstelik neredeyse makedonyalı büyük iskender kadar gururluydu. elbisesinin düğmelerine, tırnaklarının her birine ayrı ayrı âşıktı! gayet az konuşurdu; bakışları daima sert, azametli, kendinden emin ve alaycıydı ki, bu da beni hiddetten çıldıracak hale getiriyordu. hizmetimi de bana büyük bir lütufta bulunuyormuş gibi görürdü. hoş, benim için hemen hemen hiçbir şey yapmıyordu zaten; bunu vazifesi saymıyordu. beni dünyada eşi güç bulunur ahmaklardan biri olarak gördüğünden, sırf aylığını almak gayesiyle "yanında tuttuğu" apaçıktı. ayda yedi ruble karşılığında evimde "hiçbir şey yapmamaya" lütfen razı oluyordu. şu apollon yüzünden öbür dünyada günahlarımın pek çoğu affedilecek herhalde. ona duyduğum nefret o dereceydi ki, yürüyüşünü duyunca bile kriz geçirecek gibi oluyordum. hele o peltek peltek konuşmasından büsbütün iğreniyordum. dili ağzına göre büyük müydü, yoksa başka bir sebebi mi vardı bilmem, fakat ağzından bütün "z"ler "s" şeklinde ve ıslık çalar gibi çıkıyordu; apollon, ona bir kat daha heybet verdiğini zannederek, bu haliyle iftihar ediyordu galiba. ellerini arkasına bağlayıp gözlerini yere dikerek, alçak sesle kesik kesik konuşurdu. en çok sinirime dokunan da kendi bölmesinde mezmurlar’ı okumasıydı. bu merakı bana az çektirmedi. geceleri değişmeyen bir sesle, bir ölünün başındaymış gibi, kelimeleri uzata uzata okumaya bayılırdı. işin garibi, sonunda bu işi kendisine meslek edindi: apollon şimdi ölülerin başında parayla mezmurlar’ı okuyor, bir yandan da fareleri yok ediyor ve kundura boyası yapıp satıyor. fakat o sıralar benimle adeta kimyasal bir şekilde birleşmiş gibiydi, onu bir türlü defedemiyordum. zaten kovsam da gitmeye razı olmazdı. ben de bir pansiyona çıkamazdım: oturduğum daire beni insanlar âleminden gizleyen bir kabuk, bir mahfazaydı. apollon’u nedense evimin demirbaş eşyasından sayıyordum; bu yüzden tam yedi yıl ondan kurtulamadım.

aylığını iki üç gün geciktirmek haddime mi düşmüş. öyle haller alırdı ki, kaçaçacak delik arardım. fakat o günlerde kızgınlğımın acısını ondan çıkarmaya, ceza olsun diye, apollon'a daha iki hafta parasını vermemeye karar verdim. bunu çoktandır, belki iki yıldır yapmak istiyordum; bana kafa tutamayacağını, istediği zaman aylığını pekala vermeyebileceğimi ispat etmek istiyordum. ona hiç bir şey söylemeyecek, hatta hiç konuşmayacak, burnunu sürtülmesini, para lafını ilk onun açmasını bekleyecektim. ancak o zaman masanın gözünden yedi rubleyi çıkararak aylığının hazır olduğunu gösterecek, fakat, "bunu sana sırf canım öyle istediği için vermiyorum, sırf vermek istemediğim için." diyecektim; çünkü bu, "efendisinin keyfine" bağlı bir şeydi, çünkü o saygısız, terbiyesiz bir adamdı, ama nezaketle isteyecek olursa belki yumuşar, parasını verirdim, aksi halde iki hafta, üç hafta, belki de bir ay bekler dururdu...

fakat bütün kızgınlığıma rağmen apollon beni yendi. dört gün bile dayanamadım. gene böyle durumlarda kullandığı, sınanmış taktiğine başvurdu (bu aşağılık usulü önceden de gayet iyi biliyordum); taktik şöyleydi: ilkin evden uğurlarken ve karşılarken beni dakikalarca dik dik süzmekle işe başlardı. eğer ben dayanır, aldırış etmezsem, başka çeşit eziyetlere geçerdi. ben odamda dolaşır veya bir şey okurken sessizce, süzülür gibi içeriye girer, kapının önünde bir elini arkasına koyup ayağının birini de öne uzatarak durur, bu sefer yalnız sert değil, açıkça küçümseyen bakışını üstüme dikerdi. ne istediğini sorunca hiç cevap vermez, bir müddet hep o delen bakışıyla beni süzmeye devam eder, sonra kendine has, manalı bir tavırla dudak büküp ağır ağır döner, yavaş adımlarla odasına giderdi. bir iki saat sonra yeniden damlar, aynı tavırla karşıma dikilirdi. bazen o kadar hırslanırdım ki, ne istediğini bile sormazdım. sadece sert, buyurgan bir tavırla başımı kaldırarak ben de gözlerimi ona dikerdim. böylece bir iki dakika birbirimize bakar dururduk, nihayet apollon azametle dönerek gene bir iki saat için odasına yollanırdı.

eğer bu yaptıkları beni akıllandırmamışsa, kafa tutmaya devam ediyorsam apollon, bu sefer yüzüme bakarak, ahlak düşkünlüğümün derecesini ölçmek ister gibi derin derin iç geçirmelere başlardı. sonunda beni mat ederdi elbette: önce hiddetten tepinip bağırmaya başlar, sonra da istediğini yapardım.

s126
asında istediğim nedir bilir misin? hepinizin yerin dibini boylamanız, işte o kadar! huzur, sükûnetistiyorum ben. hepinizin yerin dibini boylamanız, işte o kadar! huzur, sükûnet istiyorum ben. beni rahatsız etmesinler diye bütün dünyayı bir kapiğe satarım. beni kıyamet kopmasıyla çaysız kalmam arasında seçim yapmak zorunda bıraksalar, dünya yıkılsa umurumda olmayacağını, ama çayımdan vazgeçmeyeceğimi haykırırdım. bunu biliyor muydun? işte ben böyle namussuz, alçak, bencil, tembelin biriyim

s132
buna göre ben sizden daha "canlı"yım. daha yakından bakın! biz bugün "canlı"nın nerede yaşadığını, neden ibaret olduğunu, adını sanını bile bilmiyoruz. bizi tek başımıza bırakın, elimizden kitapları alın o saat şaşkına döner, ne yana gideceğimizi, kimden yana çıkacağımızı, kimi sevip, kimden nefret edeceğimizi bilemeyiz. insan olmak, yani gerçek, kendi vücuduna sahip, kanlı canlı bir insan olmak dahi bize güç geliyor; bundan utanıyor, ayıp sayıyor, bildik, genel anlamda insan olmaya çabalıyoruz hep. aslında biz ölü doğmuş yaratıklarız; zaten çoktandır canlı olmayan babalardan dünyaya geliyoruz ve bundan da gittikçe daha çok hoşlanıyoruz. bundan zevk alıyoruz. yakında bir kolayını bulup doğrudan doğruya fikir dölleri olarak dünyaya geleceğiz. ama yeter bu kadar; daha fazla "yeraltından" yazmak istemiyorum...