29 Aralık 2013 Pazar

kuyucaklı yusuf / sabahattin ali

“bir yetimin romanı”

14
salahattin bey, gençliğini deli gibi geçirdikten sonra, birden bire yorgunlaştığını, artık daha fazla koşacak kuvveti olmadığını görmüş, beş sene evvel, bu kendisinden tam on beş yaş küçük kızla evlenivermişti. bizim küçük anadolu şehirlerimizde bu müzmim evlenme hastalığı daima hüküm sürmektedir. en kuvvetliler bile bir iki sene dayanabildikten sonra bu amansız mikroptan yakalarını kurtaramazlar ve kör gibi, önlerine ilk çıkanla evleniverirler. tabii bu evlenmede, herhangi bir müşterek hayattan ziyade, erkek için evde bir kadın bulunması; kız için de “münasip bir kısmet” varken kaçırılmaması düşünülmüştür. bu izdivaç mikrobu evlendikten sonra faaliyetine başalar. evvelce birtakım emelleri olan, yükselmke, kendini göstermek, eser vermek isteyen adamlara bir kalenderlik, bir lakayıtlık gelir. evde meram anlatmaya asla imkan olmayan, seviyesi, ahlak telakkisi, dünyayı görüşüve itiyatları büsbütün ayrı bir mahlukla daimi bir beraberlik insanı dış hayayya da bedbin yapar ve bütün insanlardan şüpheye düşürür.


102
muhakeme uzun sürmedi. zaten şakir, tevkifinin haftasında müstantik tarafından serbest bırakılmıştı. bu bir haftanın da ancak gündüzlerini, onu da müdür odasında oturup cigara içmek ve nizamiye kapısının yanındaki küçük bahçede aşağı yukarı dolaşmak suretiyle, hapishanede geçirdi. geceleri evine bırakılıyordu. güya gizli olarak yapılan bu müsaadeyi kaymakam, müddei-umumi ve ceza reisine kadar herkes biliyor ve bir şey demiyordu. çünkü başka türlü olmasına imkân yoktu. bu böyle gelmiş, böyle gidiyor ve kasabanın başında bulunanların aklı bile, hürriyete ve onun getirdiği birkaç müsavat fikrine rağmen, hilmi bey'in oğlunun sahiden hapsedilebileceğini kabul etmiyordu. hapishane ancak serseriler, köylüler ve aşağı tabakadan insanlar içindi; bir hilmi bey'in oğlu, adam öldürse bile, onlarla bir tutulamazdı. değil böyle mahkûm olacağı şüpheli kimseler, on beş seneye mahkûm edilmiş eşrafzadeler bile, cürümlerinin cezasını çok kere yarı yarıya evlerinde çekiyorlardı. hapishanede kaldıkları zamanlar, valinin veya bir adliye müfettişinin nadir ziyaretine münhasırdı. bazen aksi bir karakol kumandam veya hapishane müdürü geliyor, birkaç gün, o da kendini göstermek ve göz
yıldırmak için, sertlik yapıyor, fakat bazı mahpusların dışardaki akrabaları gelip kendisiyle konuştuktan sonra, her şey eski şekline avdet ediyordu. zaten ilk yapılan sertlik de, bir "pahalıya satılmak" manevrasından başka bir şey değildi.


135
bu saatlerin bir daha geri gelmeyeceğini, karanlık bir his,ikisine birden tekrar edip duruyor ve aynı zamanda, saadetleriningölgesiz olması için, dimağlarının bu andan başka hiçbir şeylemeşgul olmaması lazım geldiğini onlara fısıldıyordu. ikisi de nebir saat önceyi, ne de bir saat sonrayı düşünüyorlardı. bütünhislerden ve düşüncelerden daha kuvvetli olan ve insanı hayatındaancak birkaç defa idaresi altına alan tabii ve hâkim bir duyguşimdi ikisini de avucunun içine almıştı. bu anda etraflarındakiağaçlar, karşılarındaki deniz kadar bu kuvvete ta-biydiler. bir teküzüntüleri, bir tek istekleri yoktu. hatta her istediğine nailolanların iç sıkıntısı da onlardan uzaktı. saadetin bu kadar tamamve mükemmel oluşu ikisini de şaşırtmış gibiydi. o kadar ki,birbirlerine söyleyecek tatlı sözler bile bulamıyorlar, sadece derinderin nefes alarak gülümsüyorlardı. uzun135

müddet böylece bekleştiler. bir aralık muazzez'in başı yusuf unomzuna düştü: uyumuştu. yusuf onu kollarına alarak arabayagötürdü.atlar bağlı oldukları ağaçlara başlarını sürtüyorlardı; ayaklarınınaltındaki kuru çam iğneleri kırıldıkça çıtırdıyor ve aşağıdoğru kayıyordu.iri ve yüksek çamların yukarılarında kıpırdamalar oluyor, birsincap daldan dala atlıyordu.yaylı arabanın boşluğa doğru uzanan oku hafif hafif sallanıyorve içinde bulunan iki genç insanın nefesleri kuru ot ve keçekokularına karışıyordu.


151
böyle zamanlarda tarif edilmez bir hasret onları birbirine çekerdi.etraflarına yabancı olduklarını hissettikleri nispette birbirleriniararlar, bu kısa müddet esnasında içlerinde günlerce anlatmaktabitmeyecek şeylerin toplanıp biriktiğini sanırlardı. halbukiilk fırsatta birbirlerini arayıp bulunca ikisi de eski sükûtlarındadevam ederler, yan yana oturarak veya ağaçların altında dolaşarakberaberliklerinin tarif edilmez saadetini duyarlardı.konuşmaya ne lüzum vardı? bütün güzel laflardan ve hoşinsanlardan sıkılan bu mahlukları, birbirlerinin sessiz mevcudiyeti,yorgunluk verecek kadar doyuruyordu.birbirleri için ne kadar tabii ve lüzumlu iseler, etrafları için okadar garip ve manasız olduklarını karanlık bir şekilde hissetmiyor değillerdi. hislerinin şiddeti ve dünyalarının ayrılığıcihetinden yapayalnız olduklarını, birbirlerine söylemeden biliyorlarve bunun uzun zaman devam etmesinin ne dereceye kadarmuhtemel olduğunu korku ile düşünüyorlardı. hiçbir yerdenöğrenilmiş olmayan ve tabiatın henüz kendisine bağlı bulunanlarauyanık tuttuğu bir his onlara, hayatın bütün kalaba-ğından vemüşterek yürüyüşünden ayrılmanın dehşetini fısıldıyordu. bununiçin, ancak her şeyle alakalarını keserek kendi dünyalarınadöndükleri zaman rahat ediyorlar, muhitle temasta bulunmayamecbur olunca fena hissikablelvukuların altında ezilmeyebaşlayarak sıkılıyorlar ve kaçmak istiyorlardı.


183
ve sadece hatıralar, iki insanıbirbirine bağlayacak kadar kuvvetli değildi


28 Aralık 2013 Cumartesi

siyah gözlerine beni de götür / nurullah genç













(avareyim, asudeyim ...)
daha dokunmadan kurudu irem
çöllere bir türlü yagamiyorum
yeni bir kosunun baslangicinda
biraz deprem sonrasi
biraz sehir hülyasi
bir kalp yanginindan geriye kalan
siyah gözlerine beni de götür
artik bu yerlere sigamiyorum

pembe uçurtmalar yolladigindan beri
sarardi tiryaki menekseleri
sonbaharin tozlu kafeslerinde
sevgi turnalari yakaliyorum
turnalar gidiyor; ben kaliyorum
avareyim, asudeyim, yorgunum
bilmiyorum neden sana vurgunum
erzurum garinda banklar üstünde
uyku tutmuyor karanliklari
yitik düslerimi kovaliyorum
gölgeler gidiyor; ben kaliyorum

binbir türlü kokuyorsa yaylalar
siyah gözlerine beni de götür
baharin koynundan koparip sana
ıpek bir mendile sardigim yüregimle
sehzade gülleri gönderiyorum
umutlar kaliyor; ben gidiyorum

bütün yelkenlileri, deniz fenerlerini
kaptanlari sorgulayan
yanindan geçen küheylanlarin
korku tufanina yakalandigi
siyah gözlerine beni de götür
günes ülkesinden gelen yigitler
benzeri olmayan bir dünya kursun
cellat, ayriligin boynunu vursun

usul usul intizari çürüten
bu hercai diken, bu çilgin arzu
sürüklüyor imkansiz mustularin
esigine gönül vadilerini
bir agaçtan düsen yapraklar gibi
düsüyorum tanyerine
ya topla yarali kirlangiçlari
ya da bu vefasiz sarkiyi bitir
özgürlüge giden tutsaklar gibi
siyah gözlerine beni de götür

23 Aralık 2013 Pazartesi

hepsi bu / yılmaz erdoğan

değişen ben değilim
dönüşen savaş
yaşlanmakla ıslanmak aynı şey:

bir yağmurun gölgesinde ihtiyarlamak

şimdi ölüm bile yetmiyor
acılarımızı tartmaya
dostlar
alıngan bir sahili pinekliyorlar
bir merhaba'yı bıçaklar gibi artık
selamlaşmalar

değişen ben değilim
dönüşen savaş

artık zaman bile yetmiyor
yaşadığımızı sanmaya

yine de ışıklar bu kenti
güzelmiş gibi gösteriyor
geceleri...

geceler...
yani
ahmet haşim'in kafiyeleri....

seni aklıma düşüren
yerçekimi değil
yalancı yıldızlar
öyle uzaksın ki 
üflesem soğuyacaksın 
sarılsam okyanus

bir aşka yetecek kadar
ve anımsatacak kadar
sebepsiz bir ölümü,
acılarımız
ve kafiyelerimiz var...

işte hepsi bu kadar....



20 Aralık 2013 Cuma

başkaldıran insan / albert camus



bir tutku cinayetleri vardır, bir de mantık cinayetleri. aralarındaki sınır belirsizdir. ama ceza yasası, oldukça elverişli bir biçimde, kasıt kavramıyla ayırır bunları birbirinden. kasıt ve kusursuz cinayetler çağında yaşıyoruz. canilerimiz aşk özürüne sığınan o umarsız çocuklar değil artık. tam tersine, olgunluk çağlarında, suçsuzluk kanıtları da yadsınmaz türden: her şeye hatta katili yargıç bile yarayabilen bir felsefe.

faşizm hor görüdür,buna karşılık horgörünün her türü politikaya girdimi faşizmi hazırlar ya da kurar. faşizmin kendi kendini yadsımadıkça, başka bir şey olamayacagınıda eklemek gerekir.

devlet "aygıtla" yani fetih ve baskı mekanizmalarının bütünüyle özdeşleşir. yurt içine yönelen fethin adı probaganda yada baskıdır, dışarıya dogru yöneltilince orduyu yaratır. böylece bütün sorunlar birer askerlik sorunu durumuna getirilmiş, güç ve etki terimleriyle kurulmuştur. politikayıda yönetimin temel sorunlarınıda başkomutan kararlaştırır.strateji konusunda yadsınamaz olan bu ilke sivil yaşamda da genelleştirlmiştir. tek önder, tek halk,tek efendi milyonlarca köle demektir. bütün toplumlarda özgürlügün güvencesi olan ara kurumların yerlerini ya sessiz yada(aynı şey) "slogan"lar haykıran kalabalıklar üzerinde egemen olan çizmeli bir "yehuda"ya bırakır.önder ile halk arasına bir uzlaşma yada aracılık örgütü degil,"aygıt" yani baskı aracı olan parti yerleştirilir. böylece bu düşük gizemciligin ilk ve tek ilkesi, yoksayıcılık dünyasına bir putatapıcılık ve bayagı bir kutsallık getiren "führerprenzip" dogar.


çünkü yaşamak kendi başına bir değer yargısıdır. soluk almak yargılamaktır.

öyleyse birey tek başına, savunmak istediği değerin kendisi değildir. bu değeri oluşturmak için, en azından bütün insanlar gerekir. başkaldırıda, insan başkasında kendini aşar.

insanlar herkeste herkesçe benimsenen, ortak bir değere dayanamıyorlarsa, insan için insan anlaşılmaz kalıyor demektir.

insanlık koşulu genelleştirilmiş ölüm cezasıyla tanımlanırsa, başkaldırı, bir bakıma, onunla çağdaştır.

köle adalet istemekle başlar, krallık istemekle bitirir işi.

doğaya başkaldırmak kendi kendimize başkaldırmakla birdi. başını duvarlara vurmaktır. o zaman tutarlı olan biricik başkaldırı intihardır.

ruh, zindanda, boyun eğiş aktöresi olmayacak bir aktöre kuracak ölçüde güçlüyse, bir buyuruculuk aktöresi kurar çoğu zaman.

yok etme serbestliği yok edenin de yok olabilmesini içerir.

ölüme ve haksızlığa duyulan kin, kötülüğü öldürmeyiuygulamaya almasa bile savunmaya götürür insanı.

başkaldıran insan, kendini suçsuz bulduğundan, kötülükle savaşmak için iyilikten vazgeöer ve kötülüğü yeniden yaratır.

yalnız çığlık yaşatır insanı; coşku gerçek yerini tutar.

her şey kımıldar, hiçliğe koşar, ama alçalmış kişi dayatır ve hiç değilse gururu ayakta tutar.

birey, yaratık olarak, yaratıcıya karşıt olamaz.

gerçek acımanın acısını çeken kişi için kurtuluş yoktur.

insan, var olmak için, “yapmaya” karar vermelidir.

devrimci olmak için inanılacak hiçbir şey yokken, hâlâ bir şeylere inanmak gerekir.

ayaklanan insan bencillikleri ancak kendi bencilliği birleştirdiği ölçüde, birleştiği sürece uyuşacaktır öteki insanlarla. tek varlığı olan var olma istediğini yatıştıracaktır yalnızlıktadır gerçek.

insan kendisini boğan düğümler arasında ölmek istemiyorsa, onu bir vuruşta kesip atması, kendi değerini kendi yaratması gerçektir.

dünya çarkı durup da insan var olana evet dediği zaman, öğleye ermiş özgürlük vardır. ama varolan oluşur.

başkaldırmış şiir, on dokuzuncu yüzyıl sonu ile yirminci yüzyıl başında bu iki uç; yazın ve güç sistemi, usdışı ve ussal, umutsuz düş ve dizginsiz eylem arasında gidip gelmiştir hep.

adaletsizliği adaleti yerleştirerek düzeltemeyince, hiç değilse en sonunda yok oluşla birleşen, daha geniş bir adaletsizlik için içinde boğmayı yeğ tutar insan.

kendi kendimizden nefret etmemiz için, suçsuz olduğumuzu bildirmemiz gerekirdi, bu da yalnız kişi için olanaksız bir gözü pekliktir; kendi kendini tanıması bunu engeller.

her deha aynı zamanda hem benzersiz, hem de bayağıdır.




10 Aralık 2013 Salı

gül dikeni / ülkü tamer











uçakları nedeyim
gökkuşağı gönder bana
senin olsun süngülerin
gül dikeni yeter bana.

kan kurşundan silinince
kardeş olur, kardeş olur eller bana
kan kurşundan silinince
kardeş olur, kardeş olur, kardeş olur eller bana.

silahları nedeyim
benim sevgim mavzer bana
suya attığım çiçekler
bir gün olur döner bana.

kan kurşundan silinince
kardeş olur, kardeş olur eller bana
kan kurşundan silinince
kardeş olur, kardeş olur, kardeş olur eller bana

8 Aralık 2013 Pazar

rüzgar / sabahattin ali











arzularım muayyen bir haddi aşınca
ve kulaklar sözlerime sağırlaşınca
bir ihtiras duyup vahşi maceralara
çıkıyorum bulutları aşan dağlara.
tanrıların başı gibi başları diktir,
bu dağları saran sonsuz bir genişliktir,
ben de katıp vücudumu bu genişliğe,
bakıyorum aşağılarda kalan hiçliğe.

bu dağların bir rakibi varsa rüzgardır.
rüzgar burda tek başına bir hükümdardır.
burda insan duman gibi genişler, büyür.
bu dağlarda ıstıraplar, sevinçler büyür.
buralarda her düşünce sona yakındır,
burda her şey bizden uzak, ‘o’ na yakındır.
burda yoktur insanların düşündükleri,
rüzgar siler kafalardan küçüklükleri.
yanağıma çarpar geniş kanatlarını,
ve anlatır mabutların hayatlarını.
arasıra kulağını bana verdi mi,
ben de ona anlatırım kendi derdimi.

‘ey dağların dertlerini dinleyen rüzgar!
benim artık yalnız sana itimadım var.
gelmiş gibi uzaktaki bir seyyareden
yabancıyım bu gürültü dünyasına ben.
etrafımın sözlerine aklım ermedi,
etrafım da bana asla kulak vermedi.
senelerden beri hala anlaşamadık,
ben de kestim anlaşmaktan ümidi artık.
gözlerimde hakikati sezen bir nurla
etrafımı süzüyorum biraz gururla.

bir dürbünün ters tarafı gibi bu dünya
en büyük şey, en asil şey küçülür burda.
burda yalan para eden biricik iştir,
burda her şey bir yapmacık, bir gösteriştir.
kimi coşar din uğruna geberir, yalan!
kimi gider vatan için can verir, yalan!
bir filozof yetmiş eser yazar, yalandır;
bir kahraman istibdadı ezer, yalandır.
şairlerin büyük aşkı fani bir kızdır,
bu dünyada herkes sinsi, herkes cılızdır.
ne hakiki aşktan burda bir çakan vardır,
ne de onu görse dönüp bir bakan vardır,
her büyüklük cüzzam gibi dökülür burda,
en muazzam ölüm bile küçülür burda.

benim kafam acayip bir dimağ taşıyor,
her dakika insanlardan uzaklaşıyor.
zaman zaman mağlup olsam bile etime,
insan olmak dokunuyor haysiyetime.
büyük, temiz bir arkadaş arıyor ruhum,
işte rüzgar, şimdi sana sığınıyorum!
asaletin yeri yoktur gerçi hayatta,
en asil şey seni buldum kainatta,
güneş gibi ne bin türlü ışığın vardır,
ne de süse, gösterişe baktığın vardır.
deniz gibi muamma yok derinliğinde,
bir ferahlık, bir saflık var serinliğinde.
bir dev gibi küçük, mızmız sesleri yersin,
allah gibi görünmeden hüküm sürersin.

düşmanıyım ben de cılız güzelliklerin,
rüzgar! bu dağ başlarında çırpınan serin
kanatların gökyüzünde akan bir seldir,
bana kudret ve cesaret veren bir eldir.
beşerlikten uzaktayım senin ülkende,
senin gibi azamete aşıkım ben de.
işte rüzgar! senin gibi ben de deliyim.
ıslıklarım senin gibi inlemelidir,
herkes beni ürpererek dinlemelidir.

rüzgar! sana, yalnız sana benzemeliyim.'