… ve durmadan bir şeylere, belki de fakirliğin altında tasavvur ettiğim ruh bütünlüğüne sarılmak, onunla iyice bürünmek arzusunu veren bir ürperme ile dolaşırdım. gerçeği budur ki, anadolu'nun fakirliğinde vaktiyle kendi hastalığı olan ve insanını asırlarca tahrip eden sıtmaya benzer bir şey vardır. tadanlar bilir ki hiçbir lezzet sıtma üşümesi ile yanaşmaz.
kaç defa cebeci'de veya kalede bu evlerden birinde oturmayı düşündüm. fakat evvelâ ankara lisesi'nde, sonra gazi terbiye enstitüsü'nde o kadar cemiyetli bir hayatımız vardı ki, bir türlü bırakamadım.
derinliklerinde allah'ı bulan bir murakabenin hakikati idi. hacı bayram, eriştiği bu hakikatin şevkiyle: “bilmek istersen seni, can içre ara canı, geç canından bul anı, sen seni bil sen seni”
“ey gönül, içmek dilersen cam-ı cem dem bu demdir, dem bu demdir, dem bu dem.” diye başlayan nefes, unutulmaması gereken eserlerdendir
bakî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş, diyorum. çünkü nağmenin kadehi kendisine boşaltılanı sonuna kadar saklıyor.
erzurum'a üçüncü gidişim ikinci cihan harbi'nin son yıllarında idi. yataklı vagonda yolculuk şüphesiz çok rahat bir şey. fakat insanı garip bir surette etrafından ayırıyor; âdeta eski mânasında yolculuğu öldürüyor. bir mermi gibi sağla solla temas etmek fırsatını bulmadan, gideceğiniz yere sadece yanınızda götürdüğünüz şeylerle varıyorsunuz. falan istasyondan üzülerek veya sevinerek biniyorsunuz, bir başkasında esneyerek iniyorsunuz. ikisinin arasına, kitaplarınızın, her günkü endişelerinizin içinden, ancak şöyle bir göz atılabilen bir iki manzara girebiliyor. asıl yolculuğu galiba üçüncü mevki vagonlarda aramak lâzım. gerçek hayatı halk arasına aramak lâzım geldiği gibi... çünkü orada insanlarla en geniş mânasında temas var.
her istasyonda inen, binen, gidip gelen, ağlayan, sızlayan halkın arasında insan eski yolculuğun mânasını yapan hana, kervana yaklaşmış oluyor. hanlar, kervansaraylar... işte eski yolculukların sihrini yapan şeyler... bir kervana katılmak, bir handa gecelemek... bir gece için tanışmak, ertesi sabah ayrılmak, hayatına bir şey katmak şartıyla görmek... binbirgece'den gil blas'a kadar, eski hikâyeler bu cins tesadüflerle doludur. onlar yolculuğu zengin bir tecrübe hâline getirirdi.
bu üçüncü gidişimde erzurum'u bir öncekine nisbetle daha çok toparlanmış, gelişmiş buldum. yaralar dinmişti. araya zaman dediğimiz büyük yapıcı girmişti. insan ömrü, unutmanın şerbetine yiyecek kadar muhtaç.
bir öğle yemeğini yediğimiz germeşevi sırtlarında iki bin hayvan otluyordu. küçük bir kaynak başında halkalanarak geviş getiren on beş kadar öküze baktım: ebediyetlerinde vakarlı, arızasız sessizlikleri içinde dalgın duran olimposlulara benziyorlardı. geniş gövdeleri ara sıra bir sarsıntı geçiriyor, adaleli boyunları geriliyor, şöyle bir gerdan kırışla bir sineği kovalıyorlar, sonra siyah, ıslak çeneleri gene eski yerine dönüyor; gene aynı rüya bir iplik hâlinde ağızlarında sarkıyordu.
iki cinisli'den bahsedeyim: bunlardan biri, düveninde arslanların çektiği arabasında bir semiramis gibi kurulmuş on iki, on üç yaşlarında bir küçük kızdır. etrafında parlayan, uçuşan, yüzünü okşayan samanın altın parıltısı içinde kumral saçları, daha koyu görünüyordu. küçücük esmer yüzü, sanki topraktan yeni çıkarılmış bir eski madalyondu. çok temiz, düzgün profili, vakarın, güzellik şuurunun yarattığı bir hava içinde yüzüyor gibiydi. düveninde üstünde hiç kimseye bakmadan, dimdik duruyor, rüzgâr çarptıkça vücuduna daha sıkı sarılan yırtık entarisinin içinde küçük, ölçülü vücudu, bir midye kabuğunun düzgün inhinasıyla, birkaç sene sonra gelişecek kadınlığın bütün güzelliğini müjdeliyordu. ertesi gün ona yolda rastgeldik. düve-ninden inmiş olması kendisini küçültmemişti. karpuz tarlaları arası-naki küçük yolda aynı sade vakarla yanımızdan geçip gitti.
ikincisi, mutahhar'ın bahçesinin duvarından konuştuğumuz ihtiyar çiftçi idi. dinç, kır sakallı, gür kaşlı, uzun boylu bir ihtiyar. seksen yaşında imiş. hâlâ bir toprak tanrısı gibi sağlamdı. elindeki değneğe dayanarak bizimle vakarlı, saygılı konuştu. yanında ortakçı olarak çalıştığı mutahhar'a onun dostları bildiği bizlere gösterdiği saygı içinde, toprağa yakın olduğu için kendisini tann'ya daha yakın bulmanın şuurunu, gururunu duymamak kabil değildi. bu bir insan değil, âdeta, yaşlı bir çınardı. bir ara yerden bir avuç saman aldı,ellerinin arasında bir nezri yerine getirir gibi oğuşturup havaya üfledi. bütün hareketlerine baktım; tabiatın yetiştirici kuvvetlerine bir ibadet gibiydi. geleceğimiz gün onu oğluyla, torunlarıyla gene aynı yerde çalışırken gördük. soyunun sopunun içinde mesut bir kitab-ı mukaddes ihtiyarı sandık. bu iki cinisli bana insanoğlunun sadece toprakla temas ederek yaptığı bir arınmanın muzaffer, ilâhî mahsulleri gibi geldi.
cinis'ten içimde, biri ölümünün eşiğinde bekleyen, öbürü hayatın kapısından henüz girmiş bu iki insanın bende uyandırdığı bir yığın düşünce ile ayrıldım. harp yıllarının iskelet takırtılarıyla dolu dünyası içinde, dört bir yanı kavrayan yangın ortasında, onlar benim için yeni bir âlemin, asıl insanlığın dersini verir gibiydiler. insanlar çalışırken ne kadar mesut oluyorlar! yaratmanın hızı, onları içlerinde kavrayıp kurduğu zaman bu ölüm makinesi ne kadar güzel, ne temiz bir ahenkle işliyor! sonra insanoğlu mesut olunca bütün varlık nasıl değişiyor, ölüme kadar her şey nasıl sevimli, can yakın oluyor, hiçbir şey kendi alın teri kadar bir insanı tatmin edemez. çalışan insan kendi varlığında hüküm süren bir ahengi bütün kâinata nakleder. hayatın biricik nizamı bu ahengin kendisi olmalıdır. böyle olunca her şey değişir, peşinde koştuğumuz muvazeneyi buluruz. şüphesiz bugünün büyük meseleleri var. fakat hiçbiri kanla halledilemeyecek, insan ruhu kendi gerçeklerine erişene kadar bu acıyı çekecek.
erzincan ile erzurum arasında her gün işleyen küçük trende -sadece bu trenin varlığını düşünmek aradaki bu yirmi yılın nasıl geçtiğini gösterir- izinli asker, tedaviye giden çocuk, iş adamı, düğün davetlisi, hepsi ayrı ayrı sebeplerle bu trene binmiş bir yığın kadın, erkek, köylü, kasabalı halk arasında zihnim hep bu düşüncelerle doluydu. ayakta zengin ovayı seyrediyorduk. ikide bir, karasu'nun bir yanından bir pelikan kalkıyor, havada geniş bir kavisle etrafı şöyle bir kolaçan ettikten sonra ovanın içinde süzülüp gidiyordu.
“biz dil gibi bir turfa muammâda nihânız”neşatî'nin "turfa muamma" diye adlandırdığı insan ruhu, en tabiî iklimlerinden
"ne diye bunun böyle olmasından mustaribim?" diyordum. "niçin mutlaka hayatta bir devam istemeli ve neden bir ihtiras sahibi olmalı? bütün bunların lüzumu ne? bütün pınarlardan içmiş olsam bile ne çıkar? lezzetle bitirdiğimiz her kadehin dibinde hep aynı ifrit, kül rengi hade-kalarında hiç bir aydınlığın gülmediği kayıtsız, sabit gözlerle sarhoşluğumuzda gülecek olduktan sonra... ömrümüzü idare eden kudretler arzularımıza ne kadar uygun olurlarsa olsunlar, bizi ondan kurtaramazlar. bütün hilkat, geniş ve eşsiz kudretinde canı sıkılan bir tanrının kendi kendini eğlendirmek için icat ettiği bir oyundur. hayat nimetlerinin değişikliği içinde bize, yaratıcı işaretten kalan en büyük miras bu can sıkıntısıdır. diyarlar fethedelim, mucizesine erilmez eserler verelim, her ânımıza bir ebediyet derinliği veren ihsasların birinden öbürüne