31 Ağustos 2022 Çarşamba

beş şehir / ahmet hamdi tanpınar


… ve durmadan bir şeylere, belki de fakirliğin altında tasavvur ettiğim ruh bütünlüğüne sarılmak, onunla iyice bürünmek arzusunu veren bir ürperme ile dolaşırdım. gerçeği budur ki, anadolu'nun fakirliğinde vaktiyle kendi hastalığı olan ve insanını asırlarca tahrip eden sıtmaya benzer bir şey vardır. tadanlar bilir ki hiçbir lezzet sıtma üşümesi ile yanaşmaz.


kaç defa cebeci'de veya kalede bu evlerden birinde oturmayı düşündüm. fakat evvelâ ankara lisesi'nde, sonra gazi terbiye enstitüsü'nde o kadar cemiyetli bir hayatımız vardı ki, bir türlü bırakamadım.


derinliklerinde allah'ı bulan bir murakabenin hakikati idi. hacı bayram, eriştiği bu hakikatin şevkiyle: “bilmek istersen seni, can içre ara canı, geç canından bul anı, sen seni bil sen seni”
“ey gönül, içmek dilersen cam-ı cem dem bu demdir, dem bu demdir, dem bu dem.” diye başlayan nefes, unutulmaması gereken eserlerdendir


bakî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş, diyorum. çünkü nağmenin kadehi kendisine boşaltılanı sonuna kadar saklıyor.


erzurum'a üçüncü gidişim ikinci cihan harbi'nin son yıllarında idi. yataklı vagonda yolculuk şüphesiz çok rahat bir şey. fakat insanı garip bir surette etrafından ayırıyor; âdeta eski mânasında yolculuğu öldürüyor. bir mermi gibi sağla solla temas etmek fırsatını bulmadan, gideceğiniz yere sadece yanınızda götürdüğünüz şeylerle varıyorsunuz. falan istasyondan üzülerek veya sevinerek biniyorsunuz, bir başkasında esneyerek iniyorsunuz. ikisinin arasına, kitaplarınızın, her günkü endişelerinizin içinden, ancak şöyle bir göz atılabilen bir iki manzara girebiliyor. asıl yolculuğu galiba üçüncü mevki vagonlarda aramak lâzım. gerçek hayatı halk arasına aramak lâzım geldiği gibi... çünkü orada insanlarla en geniş mânasında temas var.

her istasyonda inen, binen, gidip gelen, ağlayan, sızlayan halkın arasında insan eski yolculuğun mânasını yapan hana, kervana yaklaşmış oluyor. hanlar, kervansaraylar... işte eski yolculukların sihrini yapan şeyler... bir kervana katılmak, bir handa gecelemek... bir gece için tanışmak, ertesi sabah ayrılmak, hayatına bir şey katmak şartıyla görmek... binbirgece'den gil blas'a kadar, eski hikâyeler bu cins tesadüflerle doludur. onlar yolculuğu zengin bir tecrübe hâline getirirdi.


bu üçüncü gidişimde erzurum'u bir öncekine nisbetle daha çok toparlanmış, gelişmiş buldum. yaralar dinmişti. araya zaman dediğimiz büyük yapıcı girmişti. insan ömrü, unutmanın şerbetine yiyecek kadar muhtaç.

bir öğle yemeğini yediğimiz germeşevi sırtlarında iki bin hayvan otluyordu. küçük bir kaynak başında halkalanarak geviş getiren on beş kadar öküze baktım: ebediyetlerinde vakarlı, arızasız sessizlikleri içinde dalgın duran olimposlulara benziyorlardı. geniş gövdeleri ara sıra bir sarsıntı geçiriyor, adaleli boyunları geriliyor, şöyle bir gerdan kırışla bir sineği kovalıyorlar, sonra siyah, ıslak çeneleri gene eski yerine dönüyor; gene aynı rüya bir iplik hâlinde ağızlarında sarkıyordu.

iki cinisli'den bahsedeyim: bunlardan biri, düveninde arslanların çektiği arabasında bir semiramis gibi kurulmuş on iki, on üç yaşlarında bir küçük kızdır. etrafında parlayan, uçuşan, yüzünü okşayan samanın altın parıltısı içinde kumral saçları, daha koyu görünüyordu. küçücük esmer yüzü, sanki topraktan yeni çıkarılmış bir eski madalyondu. çok temiz, düzgün profili, vakarın, güzellik şuurunun yarattığı bir hava içinde yüzüyor gibiydi. düveninde üstünde hiç kimseye bakmadan, dimdik duruyor, rüzgâr çarptıkça vücuduna daha sıkı sarılan yırtık entarisinin içinde küçük, ölçülü vücudu, bir midye kabuğunun düzgün inhinasıyla, birkaç sene sonra gelişecek kadınlığın bütün güzelliğini müjdeliyordu. ertesi gün ona yolda rastgeldik. düve-ninden inmiş olması kendisini küçültmemişti. karpuz tarlaları arası-naki küçük yolda aynı sade vakarla yanımızdan geçip gitti.

ikincisi, mutahhar'ın bahçesinin duvarından konuştuğumuz ihtiyar çiftçi idi. dinç, kır sakallı, gür kaşlı, uzun boylu bir ihtiyar. seksen yaşında imiş. hâlâ bir toprak tanrısı gibi sağlamdı. elindeki değneğe dayanarak bizimle vakarlı, saygılı konuştu. yanında ortakçı olarak çalıştığı mutahhar'a onun dostları bildiği bizlere gösterdiği saygı içinde, toprağa yakın olduğu için kendisini tann'ya daha yakın bulmanın şuurunu, gururunu duymamak kabil değildi. bu bir insan değil, âdeta, yaşlı bir çınardı. bir ara yerden bir avuç saman aldı,ellerinin arasında bir nezri yerine getirir gibi oğuşturup havaya üfledi. bütün hareketlerine baktım; tabiatın yetiştirici kuvvetlerine bir ibadet gibiydi. geleceğimiz gün onu oğluyla, torunlarıyla gene aynı yerde çalışırken gördük. soyunun sopunun içinde mesut bir kitab-ı mukaddes ihtiyarı sandık. bu iki cinisli bana insanoğlunun sadece toprakla temas ederek yaptığı bir arınmanın muzaffer, ilâhî mahsulleri gibi geldi.

cinis'ten içimde, biri ölümünün eşiğinde bekleyen, öbürü hayatın kapısından henüz girmiş bu iki insanın bende uyandırdığı bir yığın düşünce ile ayrıldım. harp yıllarının iskelet takırtılarıyla dolu dünyası içinde, dört bir yanı kavrayan yangın ortasında, onlar benim için yeni bir âlemin, asıl insanlığın dersini verir gibiydiler. insanlar çalışırken ne kadar mesut oluyorlar! yaratmanın hızı, onları içlerinde kavrayıp kurduğu zaman bu ölüm makinesi ne kadar güzel, ne temiz bir ahenkle işliyor! sonra insanoğlu mesut olunca bütün varlık nasıl değişiyor, ölüme kadar her şey nasıl sevimli, can yakın oluyor, hiçbir şey kendi alın teri kadar bir insanı tatmin edemez. çalışan insan kendi varlığında hüküm süren bir ahengi bütün kâinata nakleder. hayatın biricik nizamı bu ahengin kendisi olmalıdır. böyle olunca her şey değişir, peşinde koştuğumuz muvazeneyi buluruz. şüphesiz bugünün büyük meseleleri var. fakat hiçbiri kanla halledilemeyecek, insan ruhu kendi gerçeklerine erişene kadar bu acıyı çekecek.

erzincan ile erzurum arasında her gün işleyen küçük trende -sadece bu trenin varlığını düşünmek aradaki bu yirmi yılın nasıl geçtiğini gösterir- izinli asker, tedaviye giden çocuk, iş adamı, düğün davetlisi, hepsi ayrı ayrı sebeplerle bu trene binmiş bir yığın kadın, erkek, köylü, kasabalı halk arasında zihnim hep bu düşüncelerle doluydu. ayakta zengin ovayı seyrediyorduk. ikide bir, karasu'nun bir yanından bir pelikan kalkıyor, havada geniş bir kavisle etrafı şöyle bir kolaçan ettikten sonra ovanın içinde süzülüp gidiyordu.

trene bir yığın insan bindi. hepsinin yüzünde açık havanın, sıcak suyun izleri var. çocukların yüzleri bir meyva gibi taze.tren yavaş yavaş şehre giriyor. yayla gecesi avının üstüne sıçramış büyük bir kuş gibi her yanı sarıyor. dört yanımı alan büyük insan kalabalığına rağmen derin bir gurbetle mumyalaşmış, küçük, çok küçük bir şey oluyorum. bir yığın sezişler arasında, geniş, karanlık bir suda imişim gibi, bu su ile beraber akıyorum.


“biz dil gibi bir turfa muammâda nihânız”neşatî'nin "turfa muamma" diye adlandırdığı insan ruhu, en tabiî iklimlerinden


"ne diye bunun böyle olmasından mustaribim?" diyordum. "niçin mutlaka hayatta bir devam istemeli ve neden bir ihtiras sahibi olmalı? bütün bunların lüzumu ne? bütün pınarlardan içmiş olsam bile ne çıkar? lezzetle bitirdiğimiz her kadehin dibinde hep aynı ifrit, kül rengi hade-kalarında hiç bir aydınlığın gülmediği kayıtsız, sabit gözlerle sarhoşluğumuzda gülecek olduktan sonra... ömrümüzü idare eden kudretler arzularımıza ne kadar uygun olurlarsa olsunlar, bizi ondan kurtaramazlar. bütün hilkat, geniş ve eşsiz kudretinde canı sıkılan bir tanrının kendi kendini eğlendirmek için icat ettiği bir oyundur. hayat nimetlerinin değişikliği içinde bize, yaratıcı işaretten kalan en büyük miras bu can sıkıntısıdır. diyarlar fethedelim, mucizesine erilmez eserler verelim, her ânımıza bir ebediyet derinliği veren ihsasların birinden öbürüne

27 Ağustos 2022 Cumartesi

çakıl / bedri rahmi eyüpoğlu

seni düşünürken
bir çakıl taşı ısınır içimde
bir kuş gelir yüreğimin ucuna konar
bir gelincik açılır ansızın
bir gelincik sinsi sinsi kanar

seni düşünürken
bir erik ağacı tepeden tırnağa donanır
deliler gibi dönmeğe başlar
döndükçe yumak yumak çözülür
çözüldükçe ufalır küçülür
çekirdeği henüz süt bağlamış
masmavi bir erik kesilir ağzımda
dokundukça yanar dudaklarım

seni düşünürken
bir çakıl taşı ısınır içimde.

17 Temmuz 2022 Pazar

4 Temmuz 2022 Pazartesi

hannibal

 











"algı, iki ucu keskin bir araçtır."

"aşk ve nefret, tüm insanların anlayışlarının üzerinde döndüğü büyük menteşelerdir."

"doğası gereği özgür olan bir enstrümana geleneksel bir kompozisyon empoze edemezsiniz." (theremin)

"ölüm fikrini her zaman rahatlatıcı bulmuşumdur. hayatımın her an sona erebileceği fikri, beni hayatın sunduğu şeylerin güzelliğini, sanatını ve korkusunu tamamen kucaklamam için özgür kılıyor."

"yaptığımız veya inandığımız şeylerin temelindeki motivasyon kaynağı ölümdür."

"aşk ve ölüm insanların ilgisini çeken esas terimlerdir. kendimiz için yaptıklarımız bizimle birlikte ölür. başkaları için yaptıklarımız bizden uzun yaşar."


10 Nisan 2022 Pazar

bir yüzün diyorum / ırmak eriş

 yüzün diyorum bir bir bir bir,

yüzün diyorum iyi bir gün başlıyor.
çoktan durmuş gibi bir şeyler orda.
saatler durmuş, sesler durmuş, savaşlar durmuş.
ne geç kalma telaşı işçi duraklarında kadınların,
ne bir köpek havlaması sokaklarda,
ne de ölü bir çocuk sokulmuş fotoğraflara.
uyanmayı beklemiş sanki bir dağ yüzyıl boyunca,
boynunla saçların arasında.

yüzün bu âlemmiş de sanki
davud sana gelmiş, musa sana, isa sana.
salmışsın kendini bir hamağa yatar gibi maviyede.
gökyüzü sanki senden esinlenmiş,
zebur senden, tevrat senden, incil senden.
binlerce renge doğru koşmuş yüzün,
bilinmez renklere, çizilmez renklere.

yüzün adsız bir mevsimi kiralamış,
ne zemheriler gibi soğuk,
ne kavurgan yazlar gibi sıcak.
bir bulut kaçmış da göğünden,
sanki yüzüne konmuş.
yüzün, koca bir dünyayı
ıslatacak, ıslatacak, ıslatacak.

insan ölmek için yaratıldı korkuya inanma,
ateşe inanma, suya, havaya inanma,
aşk bile ölüyor aşka inanma.
bir ceket al üstüne,
bir geyiği düşle, bir ağacı hatırla,
insan düşmek için yaratıldı, kuşlara da inanma.
sen sıkı sarıl kalbime dünya sandığın yer değil,
sandığın yer değil en güzel yerin,
en güzel yerinde değiliz biz bu şiirin.

yüzün diyorum bir bir bir bir,
yüzün diyorum huysuz bir yağmur başlıyor.
olsun, ben böyle yağmurları da severim,
böyle yağmurlarda büyür insan,
fırıncılar en güzel ekmekleri çıkarır.
acısız bir selam verir,
silinmiş sloganlar içinden duvarlar,
duyulur en güzel vapurun sesi,
en güzel trene binilir,
ve gidilir bir cehennemden bir cehenneme.
ve adına yolculuk denilir.
zaten insan bir yolculuk değil midir?

durdur içinde büyüyen hüsran ordusunu,
kışla bekçilerini, silah çatanları,
silahşörleri durdur ve bekle.
işgal edilmeli yüzün bir deniz kokusuyla,
çocuklar uçurtma uçurmalı,
taze çaylar demlenmeli kahvelerde,
yüzüne taptaze bir sabah gibi bakmalıyım.

yüzün diyorum kayboluyorum.
bir kuş bir fili boğuyor sanki, kayboluyorum.
yükünü boşaltıyor kızıl atlar, kayboluyorum.
kim bulmuş ki zaten kendini kaybolduğu yerde.
kim anlamış insanı.
yüzün diyorum yüzünde memleket telaşı.

binlerce yoldaşım öldürülmüş,
binlerce çiçek büyüyor ama hâlâ
pınar ağaçları, çınar gölgeleri büyüyor,
büyüyor kar bakışlı bir kadın.
susamış bir nehir yatağıyla gidiyorum ona,
ve yüzün diyorum bir bir bir bir
bir yüzün diyorum,
yüzüne bir geçiş bulmalıyım.

 

9 Nisan 2022 Cumartesi

dostoyevski yalnızlığın keşfi / stefan zweig



yakup gibi daima melek’le savaşmak zorunda kalır, daima tanrı’ya isyan eder ama yine eyüp gibi sonunda hep o’na boyun eğer. tanrı, onun bir şeylerden emin olmasına ya da miskinleşmesine asla izin vermez. dostoyevski, onu sevdiği için daima cezalandıran tanrı’yı her an hisseder. (s.20)


asil bir soydan gelen babası, tıpkı schiller’inki gibi askeri bir hekimdi, ancak annesi köylü soyundandır. bu sayede rus halkının her iki kaynağı da dostoyevski’nin kanında verimli bir biçimde birleşir ve aldığı katı din eğitimi, yapısındaki şehveti erken yaşlarda esrimeye dönüştürür.


ünlü kısa romanı insancıklar… 1844 yılında, 24 yaşındayken yalnızların en yalnızı dostoyevski, “ateşli bir tutkuyla ve evet, neredeyse göz yaşı içinde” bu ustalık eseri, bu insanlık çalışmasını yazmıştır. (…) el yazmasını gözden geçirmesi için nikolay nekrasov’a emanet eder. iki gün haber çıkmaz nekrasov’dan. geceleri evinde bir başına oturup düşüncelere dalar, gaz lambası sönene kadar çalışır durur. sonra bir gece, saat sabaha karşı dörtte kapı zili hiddetle çalınır. nekrasov, şaşkınlık içinde kapıyı açan dostoyevski’nin kollarına atılır, onu kucaklayıp öper ve coşku içinde alkışlamaya başlar. nekrasov, el yazmalarını bir arkadaşına okumuştur. ikili gece boyunca sırayla birbirlerinin okumalarını dinlemiş, zaman zaman alkış tutup ağlamış ve sonunda ikisi de dayanamamıştır: gidip dostoyevski’yi kucaklamak istemişlerdir. gece vakti çalan nu kapı zili, dostoyevski’nin şöhretinin yeşermeye başladığı ilk andır. bu iki dost, sabahın ilk ışıklarında ateşli sözler ve esrimeyi paylaşırlar onunla. sonrasında nekrasov heyecanla rusya’nın en güçlü eleştirmeni belinski’nin kapısını çalar, el yazmalarını bayrak gibi sallayarak “yeni bir gogol doğdu” diye seslenir daha kapıdan.. böylesine büyük bir coşkuya hiddetlenen şüpheci belinski, “sizin buralarda gogol’lar mantar gibi bitiyor zaten” diye homurdanır. ancak ertesi günü dostoyevski onu görmeye gittiğinde bakışı tamamen değişmiştir. şaşkına dönen genç adama büyük bir heyecanla “bu yazmalarda ne yaratmış olduğunuzun farkında mısınız siz” diye bağırır.


puşkin’in yüzüncü yaş günü anısına rusya’nın büyük yazarları konuşma yapmak üzere davet edilir. öncelikle batı eğilimli turgenyev’e ömrü boyunca dostoyevski’nin şöhretini gasp etmiş olan yazara verilir. konuşması dostane ve nazik bir havada sürdürür. ertesi gün ise konuşma sırası dostoyevski’dedir. o ise doğaüstü bir sarhoşlukla, kıvılcımlar saçan sözler sarf ederi. alçak ve boğuk ses tonu, esrikliğinin alevleri arasında aniden bastıran bir fırtına gibi yer yer yükselir ve rus halkının bütünleşmesinin kutsal bir amaç olduğunu müjdeler. dinleyiciler, heyecan içinde iki büklüm olup dizlerine kapanırlar dostoyevski’nin. tören yapıldığı salon coşku dolu nidalarla sarsılmaktadır, kadınlar ustanın ellerini öperken bir üniversite öğrencisi önünde baygınlık geçirmektedir. bunun ardından diğer konuşmacılar ise söz almaktan vazgeçerler. coşku sonsuza uzanır gibidir; dostoyevski’nin başındaki dikenli tacın üzerinde, zafer halesi ışıl ışıl parlamaya başlamıştır.


tanım olarak her ikisi de yazar olan ve mevkileri itibarıyla de aristokrat bir soydan gelen dostoyevski ve oscar wilde varlıklarını sürdürdükleri burjuva ortamlarından koparılarak hapse atılırlar. fakat wilde bu sınanmasında havanda öğütülürcesine paramparça olurken, dostoyevski kızgın potada eritilen tunç misali ruhunu yeniden biçimlendirir. (…) wilde hapisten çıktığında bitmiş haldedir. dostoyevski içinse çıkışı, yeni bir başlangıçtır. wilde kızgın korlar arasında değersiz bir çamura dönüşürken, dostoyevski’ye pırıl pırıl bir sertlik kazandırır. wilde karşı koyduğu için adete bir köle gibi şiddetle cezalandırılırken, dostoyevski kaderine duyduğu sevgiyle ona galip gelir.


dostoyevski de bu hastalıktan asla şikayet etmez. evet, hastalığını yenmek için herhangi bir zaman diliminde ciddiyetle bir tedavi yöntemi aramış olduğuna dair hiçbir kanıt yoktur. imkansız olanı, yani o sonsuz amor fati sayesinde kendi hastalığını, tüm diğer yüklerde ve tehlikelerde yaptığı gibi kaderi olarak benimseyip sevmiş olduğunu gönül rahatlığıyla kesin gözüyle bakabiliriz.


sanatçı dostoyevski ,en mükemmel ikilik mahsulüdür, sanatın belki de insanlığın en büyük düalistidir.


hararetli sabırsızlığı; yumuşak geçişlere, ahenge, sönük yükselişlere katlanamaz. dostoyevski “salam-sosis üretmekten başka bir şey bilmeyen” alman tüccarlarının mantığına uygun olarak özenle, tutumlulukla ve hesap kitap yaparak para kazanmayı sevmez; onu cezbeden şey tesadüflerdir: kendini bütüne teslim etmektir. o yeşil masanın başında durduğunda dünyevi kaderi bitmek bilmez bir meydan okumayla, bilerek veya bilmeyerek âdeta iradesini taklit etmektedir: kararlarının ufacık anlara sıkıştırılması, kor gibi yanan iğnesini en derin sinire kadar batıran o heyecanın en uç noktaya kadar sivriltilmesi; sara krizini başlamadan sezinlemesiyle sara yıldırımımın bir anda düşmesine ve semenovski meydanında yaşadığı o unutulmaz ana benzer.

çünkü o uçurumları sever; yaşamın derinliğine, tesadüfün doğaüstülüğüne hayrandır. o gözü kara bir tevazu içinde kendi gücünden daha güçlü olan erkleri sever ve onları her seferinde tahrik ederek öldürücü yıldırımları her seferinde üzerine çekmeyi başarır.


… fakat kötü olanı yok ederken kendi gücünün büyük bir kısmını da kaybeder. yaşamında payına düşen her şeyde olduğu gibi ikiliklerinde de tutku dolu olan dostoyevski, onun için donup kalma anlamına gelen uyuma ulaşmayı itemez.


kusurlarını, hastalığını, kumarı, ruhundaki kötülüğünü, hatta şehvet arzusunu bile sever zira o da fani bedenin bir metafiziği; haz almanın sonsuza uzanan iradesidir.


onun için doğru yaşamak şöyledir: güçlü yaşamak ve her şeyi yaşamak, iyiyi de kötüyü de bir arada ve her ikisini de en güçlü en sarhoş edici şekillerde deneyimlemek. bu nedenle dostoyevski asla belirli bir norm değil yalnızca yoğunluk aramıştır. yanı başında ise tolstoy, eserinin tam ortasındayken huzursuzlanarak ayağa fırlar ve nefesini tutup sanatı bir yana bırakarak ömrü boyunca neyin iyi neyin kötü olduğu; doğru mu yoksa yanlış mı yaşadığı sorularıyla kendine acı çektirmektedir. bu nedenle tolstoy’un hayatı didaktiktir, bir tür eğitim kitabı ve bir hiciv yazısıdır. dostoyevski’nin hayatı ise bir sanat eseridir; bir trajedi, bir yazgıdır. o, amaca uygun olarak eylemlerde bulunmaz, bilinçli hareket etmez; kendini sınamak yerine yalnızca güçlendirir. ,


o ızdırapların olduğu kadar hazların da müptelasıdır, adeta içgüdülerin kölesidir.


dostoyevski yaşama üstün gelmeyi istememiştir, onu hissetmeyi istemiştir.

…turgenyev rusya’yı ileriye itmeye çabalarken tolstoy geri çeker durur. kimsenin huzuru kalmamıştır. çarlık rejimi doğrudan komünizm kökenli bir anarşi ile karşı karşıya kalmıştır; eskiden kalma katı ortodoks inancı ise doğrudan fanatik ve çılgınca bir ateizme evrilmektedir. hiçbir şey kesin değildir, bu çağda hiçbir şeyin değeri ve ölçüsü kalmamıştır.


dostoyevski’nin dünyası karşısında dehşete kapılan ünlü bir fransız, orayı bir tür sinir hastalıkları hastanesi olarak tanımlamıştır. gerçekten de yüzeysel bakıldığında burası ilkin öylesine fantastik bir etki alanıdır ki! buram buram konyak kokan meyhaneler, hapishane hücreleri, varoş mahallelerdeki virane odalar, genelevlerle dolu sokaklar, içlerinde rembrandt’ın karanlığında kendinden geçmiş siluetlerin karmaşasının yaşandığı birahaneler, bir katil ve havaya kaldırdığı ellerinde kurbanın kanı; dinleyicilerin kahkahaları altında ezilen bir sarhoş, sokağın alacakaranlığında bekleyen vesikalı kız, sokak köşelerinde dilenen sara hastası çocuk, sibirya’nın katorgasındaki yedi cinayet işlemiş bir katil, sokak serserilerinin yumrukları arasında kalmış kumarbaz, karısının kilitli kapısı önünde bir hayvan gibi debelenen ragojin, kirli yatakta can çekişen dürüst hırsız… duyguların yeraltı dünyasıdır burası, tutkuların cehennemidir! ah öylesine trajik bir insanlık; bu suretler üzerine çökmüş öylesine rus kılıklı, öylesine gri ve öylesine aydınlanmak nedir bilmeyen boğucu bir gökyüzü; yüreklere ve toprakların üzerine çökmüş öylesine bir karanlık ki! bahtsızlığın vatanı, çaresizliğin çölleri, merhametin ve adaletin olmadığı bir araf gibi.


cogito ergo sum yerine “acı çekiyorum öyleyse varım”


keza dostoyevski’nin sadece kendi zıtlığının esiri olmadığı, aynı zamanda onun vaizi olduğunu da asla unutulmamalıdır.


nasıl ki dostoyevski rus çiftçilerinden kendi azizlerini yaratmışsa, rembrant da incil’dekileri andıran kendi figürlerini liman sokaklarında karşılaştığı örneklerden yola çıkarak şekillendirmiştir. her ilkesine göre de yaşamın en bayağı şekillerinde esrarengiz ve bilinmedik güzellikler gizlidir. her ikisi de halkın döküntüleri içinde kendi isalarını bulmuştur. her ikisi de yerküre güçlerinin daimi oyununun ve zıtlıklarının farkındadır. her ikisi de hem dünyevi olana hem de ruhsal olana aynı güçle etki eden aydınlığı ve karanlığı tanır. ışık, burada da orada da yaşamın nihai karanlığından türemiştir.


her sanat, yaratmak için itici güç olarak huzursuzluğa ihtiyaç duyar. keza yaratımını nihayet erdirirken en az onun kadar üstün bir dinginliğe ihtiyaç duyar.


oysa tutku dolu dostoyevski, sadece merakımızı, ilgimizi istemez, bizi bütün olarak ister. tüm ruhumuzu, hatta bedenimizi arzular. önce içsel boyutu elektrikle yükler ve arından ince zekayla duyarlılığımızı artırır. bir tür hipnoza girer ve onun tutku dolu iradesi karşısında kendi irademizi kaybederiz: bir büyücünün belirsiz mırıldanışı gibi, bitmeyen anlamsız konuşmalarla duyularımızı kuşatır, sırlar ve imalarla bizi efsunlayarak derinlere kadar ona eşlik etmemizi sağlar.


“hangi şartlar altında çalıştığımı görselerdi keşke. benden kusursuz başyapıtlar bekliyorlar ama ben bütün bu acı, çileli sıkıntılar nedeniyle acele etmek zorundayım” diye haykırır acıyla. huzur içinde kendi mülkilerinde yaşayarak satırlarını mükemmelleştirip düzenleyebilen, ancak bunun dışında başka hiçbir şeylerini kıskanmadığı tolstoy ile turgenyev’e lanetler okur.


… yoksulluğun kamçısı altındayken dahi sayfaları adeta tek tek özenle inceler; karısı açlıktan ölmek üzereyken ve ebenin parasını bile ödeyememişken budala eserini iki kez yok eder. kendisi bitmez tükenmez bir kusursuzlaştırma arzusuna sahiptir ama içinde bulunduğu yoksulluk da bitmek bilmez.


karamazov’un şehveti ise bir yaşam hazzıdır, sefahati kendini kirletmeye kadar götürür. onun şehveti, yaşamın en alt katmanına kadar inerek ona karışma isteğini yaratan derin bir dürtüdür; sırf yaşam olduğu için, canlılığın esrimesi içinde onun en sefil halini, özünü tatma arzusudur.


bitmeyen bir huzursuzluk içinde olan dostoyevski, sakin ve aydınlanmış insanda yaşamın en üst formunu görmesi; ikilemlerin adamı nihai ideal olarak birliği talep ederken, bir isyancı olarak da teslimiyeti şart koşması ne gariptir. dostoyevski’nin tanrı çilesi, karakterlerinde tanrı hazzına, şüpheleri hakikate, histerisi esenliğe, ıstırabıysa evrensel bir saadete dönüşmüştür. dostoyevski için nihai ve en güzel varoluş hali, saflıktır, çocuksu bir yüreğe ve doğal bir neşeye sahip olmaktır ki bu farkındalık hatta yüksek bir farkındalık kazanmış olan ama bunu hiçbir zaman tadamamıştır ve bu nedenle de insan için en yüce olanın özlemini duymuştur.



7 Nisan 2022 Perşembe

istanbul / sunay akın


asma köprülerin 
halatlarıyla bağlı ellerini çözerek
gökdelenlerin arasından 
seni kurtarmak isteyen çocuklar 
örgüt kurmasın diye 
arka bahçeli bütün evlerini yıktılar İstanbul  

sokaklarında artık anarşisttir onlar 
sigara reklamı bahanesiyle 
sarmaşıkların vatanı olan duvarlarda 
at koşturan kovboyları kovmak için savaşırlar 
ki vurulduklarında 
karışır kanlarına 
ceplerinde taşıdıkları 
tohumlar  

şiirler okuyacağız kulelerinden İstanbul 
ve yalnızca 
körler olacak sokaklarında eli sopalı gezen 

bırakacağız rüzgara şiirlerimizi 
bildiri atılıyor diye 
ihbarlar yağacak telefonlardan 
bir kez daha kırılacak 
IV. Murat'ın elindeki kafes 
ve koltuklarınıza 
bağlandığınız ipleri koparın 
duyurusunu yapacak 
hezarfen ahmet çelebi'nin torunlarından 
bir hostes 

ölmesin diye Deniz 
bir anlık 
ayaklarını tutan 
idam masasının tahtalarıyla 
sana iskeleler yapacağız İstanbul 
denize doğru 
uzanan 

meydanlar ki gamzelerindir istanbul 
bak, göreceksin; 
bir mayıs gününde tutuşacağız elele 
ve sen bizlere yeniden 
gülümseyeceksin!..

28 Şubat 2022 Pazartesi

dostoyevski'nin kadınları

 

nastenka 


nastasya flippovna


gruşenka



Illustrations, Ilya Glazunov

gülşen-i raz


 









her şey karşıtı ile bilinir!
oysa allah'ın ne benzeri vardır ne de zıddı
akıl yoluyla giden, benzeri ve karşıtı olmayanı
bilebilir mi?
...
öze inersen, anlarsın ki,
gören de o'dur, görünende,
göz de!
...
tutuklu gibi bir hücreye
hapsolup kalmışsın!
...
zalim ve cahildir insan,
bu nitelikler nurun karşıtıdır;
lakin nurun gizlerine de sahiptir.
...
söz arasında 'ben' dedikçe
bu söz cana imadır dersin!

30 Ocak 2022 Pazar

ikaros'un sayıklamaları / m.t.



sonuçlar her zaman hikayelerden daha önemlidir.
çok hayati kararlar vereceği zamanlarda hep bu dağ evine kaçardı. alp dağlarının bilinmeyen derinliklerinde yıllar öncesinde bir kaşif tarafından keşfedilen bu yeri hiç kimseler bilmezdi. burayı ziyaret ettiği ilk gün heyecandan bir süre konuşamamış, kendisini bıraktığı bu güzelliklerden uzun süre sonra uyanınca da buraya hemen bir dağ evi yapılması emrini vermişti. daha sonraları kâşifin planını çizdiği gezi patikaları dağ evinin etrafına inşa edilmişti. evden çıkıp patikayı takip edip büyük bir yay çizerek dereleri, tepeleri ve dahi bin bir renkli güzellikleri aşıp eve geri dönebilirdiniz. bu çapta bir tur yaklaşık 6 saat kadar sürer ve eve dönüldüğünde turu yapanlar yeniden doğmuş gibi mutlu ve zinde olurlardı.
1939 yılı yaz ayının son günlerinde yeniden bu dağ evine yolu düşmüştü. vermesi gereken bir karar vardı ve bu karar birçokları için hayati olabilirdi. sabah erken saatlerde evden ayrılacağını ve patikada yapacağı gezinti sonucunda kafası rahatlamış bir şekilde kararını vereceğini etrafındakilere iletti.
önceki yüksek tempoda başladığı yürüyüşü ufak bir şelalenin ufacık bir dereye dönüştüğü bir noktada durdu. ufacık şelalenin düştüğü yerde oluşan oyukta kıpır kıpır kıpırdanan birkaç büyüleyici renge sahip balık onu adeta yere çiviledi. hayatında ilk defa şahit olduğu bu balık türü ve üzerlerindeki tanımsız renkler başını döndürdü. oyuğun üzerine hafiften eğilmiş, yeşilin en koyu tonlarına sahip bir çam ağacının kanatlarında gördüğü bir garip kuşun mırıldandığı şark onu çocukluğuna götürdü. aynen güzel annesinin o uyusun diye arada bir söylediği ninni gibiydi adeta. kuşun hafifçe kıpırdayışı sonrası dalgalanan ağaçtan enfes bir koku yayıldı etrafa. bu müthiş koku tanımlanmayacak bir baş dönmesi yaptı onda ve sonrasındaki derin sessizliği bir hafif rüzgar fısıltısı bozdu. rüzgar adamın üzerinde hafifçe bir reverans sonrası salıverdi kendisi ovaya. sapsarı papatyanın başını okşadı nazikçe, papatyalar kaldırdı başını teşekkür edercesine. ve belki de yağmur dilendiler bu cömert rüzgardan. rüzgar yükselip tutuverdi kar beyazı bir bulutun bacaklarından. bulut rahmet olup yağmaya başladı papatyaların üzerine. ve usul usul kayboldu sessizce. ta ki o zaman fark etti adam, bulutun arkasında takılıp ta dağ evine kadar geldiğini. yaşamın verdiği bu heyecan onu müthiş rahatlatmış ve alması gereken kararı çoktan vermişti.
adolf hitler hızlıca girdiği dağ evindeki çalışma odasına derhal telgraf çekmesini emretti. almanya bir sonraki günün sabahın polonya’yı işgal etme kararı almıştı. 1 eylül 1939 sabahı saat 04.45’de almanya’nın polonya’yı işgali ile 4 sene sürecek ve 72 milyon cana mal olacak ikinci dünya savaşı başlamıştı.

• kesin olan tek şey kesin bir şeyin olmaması. bu sebepledir ki insanın kendisini arada bir belirsizliğin kucağına bırakması gerekir. hayatın en güzel bölümleri bazen başlıksız ve o bölüme çok çok sonraları anlamlı bir başlık bulabilirsiniz.

•  "bütün sorunlarımızı, bizzat kaynağı olan beyinlerimizle çözmeye çalıştığımız için var zaten 'umut' "

•  kimine öğretilen, kimine ezberletilen ve kimine ise tattırılan korkular her yanımızda. daha çok köleleşerek daha da özgürleşeceğimizi düşündüğümüz bir dünyada yaşıyoruz artık.

•  beni korkutan karanlıkta bir şey görememek değil, karanlığın kendisini görememekti.

•  insan evladı egosu şişirilip akıl ve zekası söndürülmüş ilkel bir varlıktır.

•  çocuk, başta sadece rüya vardı, uyuyordu bütün evren, insan da… fakat doyumsuzdu insan evladı, gerçeklik talep etti, uykudan uyanıp medeniyet kurmak istedi. dinlerin yasak meyve ile metaforlaştırdıkları durumdu bu. talep düzen kurucu tarafından kabul edildi ve iyi niyet göstergesi olarak evren insanoğluna hediye edildi. insanoğlu tabiata karşı dayanıklı olup hayat kalabilmesi için “hırs” ve birbirlerini sürekli sevebilsinler diye “aşk” yüklendi. öne sürülen tek şart, verien sürede medeniyetin kurulmaması durumunda dünyaya geri dönmekti. insan evladı medeniyet inşa etmek yerine kendisine bahşedilen hırsı vahşileştirdi, aşkı güce peşkeş çekti. verilen süre insan evladına göre binlerce yıl olsa da bahsedilen düzeyde anlıktı, hızlıca doldu ve rüyaya geri çağrılıyoruz. rüyadan gerçekliğe geçiş sancılı bir süreçti, gerçeklikte kalabilmek daha sancılı, gerçeklikten rüyaya dönmek ise en sancılısı… çevremizde gördüğümüz bütün problemlerin ana kaynağı gerçekliğin silikleşmeye başladığı ilk nesil olmamız. ve yine son zamanlarda meydana gelen olaylarda sebep sonuç ilişkisinin tamamen ortadan kalkıp olayların alabildiğine anlamsızlaşması da uykuya dalmak üzere olduğumuz sırada gördüğümüz anlamsız yarı uyanık rüyalardan ibaret… zavallı. dön artık uykuna

•  yapay zeka kurgusu, akıllı makinelerin insanların işlerini ellerinden alması demek değildir. yapay zeka kurgusu bu akıllı makinelerin dünyanın yönetimine geçmesi demek de değildir.

•   yapay zeka kurgusunun karşılığının aslında gerçekteki ‘siz’in bizzat sanal ortamdaki ‘siz’ tarafından yönetilmek olduğunu anladığımızda takvimler 2030’ları gösterecek.

•  gelecek bütün pazarlama stratejilerinin, siyasal hamlelerin, gelecek tahminlerinin, kitle psikolojisi deneylerinin, bilinçaltı yönlendirmelerininin... üzerine oturacağı platform yapay zeka’nın üzerinde yükseleceği ‘big data’ olacak. iyi yönlendirmesi durumunda bizlere daha iyi bir dünya vaad edecek olan bu tarzdan bir kurgu kötü yönlendirmesi durumunda atom bombasının etkisinin kat be kat aşacak ir kuvvet.

•  … iplerin sıkılığı zaman denilen akışın en son noktasında bütün dünya insanlarını tek vücut yapacaktır. diğer bir tabirle zamanın sonunda bütün insanlar birbirlerinin kopyası varlıklara dönüşeceklerdir. hayatlar sıradanlaşacak ve basitleşecektir.  

27 Ocak 2022 Perşembe

insan vücuduna seyahat / gavin francis

 


· bilinci yerinde olmayan hastanın şakaklarına elektrik uygulanarak epilektik nöbet uyarılır; tıbbi tedavi olarak dramatik, hatta kimilerine göre ürkütücü bir fikirdir. sara krizleri yıllar yılı vücuttaki bir dönüşümün habericisi olarak düşünülmüşi hatta eski yunanlılar tarafından, insan dünyasıyla ruhlar alemi arasında kurulan doğrudan iletişimin kanıtı olduğu düşüncesiyle “kutsal hastalık” olarak adlandırılmıştır.

· o, insan yüzününün güzelliğini görür ve o güzelliğin nedenini araştırır ki nedeni, yüzün kendisinden de güzel olsa gerek (ralph waldo emerson, montaigne

·… ancak günümüze kadar gelen az sayıda eskiz, leonardo’nun gerek bir anatomist geekse teknik ressam olarka konuya getirdiği vizyon, hayal gücü ve müthiş hünerini açıkça göstermektedir. anatomiyle ilgilenmesinin altında, insan vücudunu idealize edildiği biçinde değil, olduğu gibi takdir etmek yatar. o’nun bakış açısıyla insan vücudu tanrı’nın yarattıkları arasında en üst mertebededir.

· gözün en mutlu olduğu zaman, kapalı olduğu anlardır; oysa işe yaraması için açık olması gerekir.”

· kemikler arasındaki eklemler, sinirlerin emrine, sinir kasa, kas kirişe ve kiriş ise sağduyu'ya uyar. ve sağduyu, ruhun makamıdır."

· yaşam saf alevdir ve bizi içimizdeki görünmez güneş yaşatır


21 Ocak 2022 Cuma

geçer / neyzen tevfik

 


bu tecelli-i hayat aşk ile büktü belimi,
çağlıyan göz yaşı mı, yoksa bu hicran seli mi?
inleyen saz-ı kazanın acaba bam teli mi?
çevrilen dest-i kaderle bu şuurun fi'limi,
ney susar, mey dökülür, gulgule-i cem de geçer.

ibret aldın okudunsa şu yaman dünyadan,
nefsini kurtarıgör masiva-vü mafihadan,
niyyet-i hılkati bul aşk-ı çıkar aradan,
önü yoktan, sonu bo..dan bu kuru davadan,
utanır gayret-i şefkatle cehennem de geçer.

ne şeriat, ne tarikat, ne hakikat, ne türe,
süremez hükmünü bunlar yaşadıkça bu küre,
cahilin korku kokan defterini tanrı düre!
marifet mahkemesinde verilen hükme göre,
cennet iflâs eder, efsane-i adem de geçer.

serseri neyzen'in aşkınla kulak ver sözüne,
girmemiştir bu avalim, bu bedayi gözüne.
cehlinin kudreti baktırmadı kendi özüne .
pir olur sâki-i gülçehre, bakılmaz yüzüne,
hak olur pir-i mugan, sohbet-i hemdem de geçer...



hande-i hurrem: şen gülüşler
devr-i şadi: mutluluk, sevinçlilik devri
gussa-i matem: matemin kederi
an-ı dem adem: insanın soluk alma anı
tecelli-i hayat: hayatın cilvesi
saz-ı kaza : (mealen) kaderin sazı
dest-i kader : kaderin yardımıyla
gulgule : şamata, gürültü
niyyet-i hilkat : yaradılışın amacı
ara : mıntıka bölge
türe : hak hukuk adalet
efsane-i adem : hz. adem efsanesi
avalim : dünyalar
bedayi :güzellikler
cehlinin : cehaletinin
pir olmak : yaşlanmak, ihtiyar olmak
saki-i gülçehre: içki sunan gül yüzlü kişi
hak : toprak
pir-i mugan : meyhaneci
sohbet-i hemdem : canciğer arkadaş sohbeti

13 Ocak 2022 Perşembe

anna karenina / tolstoy


kitabın başında incil'den bir alıntı: "içim nefretle dolu, öcümü alacağım." (dedi rab - romalılar, xıı, satır 19)

· mutlu aileler birbirine benzerler, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.

· aşağı indi. inerken kiti'ye –genç kız bir güneşmiş gibi– uzun süre bakmamaya çalışıyordu. ama –güneş gibi– bakmadan da görüyordu onu.

· belki öyledir. ama ne dersen de, şu anda ikimizin, karnımızın doymasını geciktirmek için istiridye yememiz de tuhafıma gidiyor. oysa köyde biz, işimizi yapacak gücü kazanmak için bir an önce karnımızı doyurmaya çalışırız... stepan arkadyeviç sözünü kesti: — elbette öyle, karnımızın doymasını geciktirmek istiyoruz. ama kültürün amacı da her şeyden zevk almanın yollarını araştırmak değil midir?  — kültürün amacı bu ise bir yabani olmayı yeğlerim. — yabanisin zaten. bütün levinler yabanidir.

· stepan arkadyeviç gülümsedi. levin'in bu duygusu hiç de yabancı değildi ona. levin için dünyada kızların ikiye ayrıldığım biliyordu. birinci bölümde kiti'den başka dünyanın bütün kızları bulunuyordu. bu kızlar, insana vergi bütün zayıflıkları olan insanlardı. her yerde görülen, hiçbir özelliği olmayan kızlardı bunlar. ikinci bölümdeyse kiti yalnız başınaydı. hiçbir zayıf yanı yoktu onun, insanların hepsinden çok çok üstündü.

·... evet, kardeşim, kadın dediğin, her şeyin üzerinde döndüğü bir burgudur. benim işler de çok kötü söz gelimi. gene kadınların yüzünden.

· görüyorsun ya, dedi. her şeyinle tam bir insansın. bu senin hem üstün özelliğindir hem eksik yanın. yaradılışın tam günlük yaşamda her şeyin tam olmasını istiyorsun. ama olmuyor. söz gelimi, her işin her zaman amacına uygun biçimde yürütülmesini istediğin devlet hizmetinde bunu bulamadığın için küçük görüyorsun devlet hizmetini. sonra, bir insanın çalışmasının her zaman bir amacının olmasını, aşk ve aile yaşamının her zaman bir olmasını istiyorsun. bu da olmuyor... yaşamın güzelliği, çeşitliliği, olağanüstülüğü gölgelerden, ışıktan oluşur.

· anna arkadyevna. kiti daha ilk anda farkına varmıştı bunun. onun güzelliği, gençliği, anna'nın pek hoşuna gitmişti. kiti daha ne oluyor anlamadan, anna'nın yalnızca etkisi altında kalmadığını, ona genç kızların, evli, yaşlı kadınlara tutuldukları biçimde tutulduğunu da hissetmişti. sonra kiti'ye döndü: 
— benim baloya gelmemi niçin böylesine istediğinizi biliyorum. bu balodan çok şeyler bekliyorsunuz. bu yüzden herkesin orada olmasını, baloya katılmasını istiyorsunuz. 
— doğru, nereden biliyorsunuz bunu? anna:
— oh! dedi. en güzel çağınızdır bu. isviçre dağlarındakinin aynı o koyu mavi dumanı anımsarım. çok iyi bilirim onu... o mutlu çağda her şeyi kaplayan bu duman, çocukluk yavaş yavaş sona ermeye yüz tuttuğunda; bu engin, mutlu, neşeli çevreden çıkan yol daraldıkça bu duman da dağılır. bu yol hem aydınlık hem güzel görünmesine karşın, içine girmek ürperti verir insana... bu yoldan geçmeyenimiz oldu mu

· dünyaya engel tanımaz yaradılışı, bilinmeyen bir şeyin zorladığı aklı olan bir insan olarak gelmenin suçu onun değildi. ama iyi olmayı istemişti hep.

· anna arkadyevna okuyor, okuduğunu da anlıyordu. ama okumak, yani başkalarının yaşamlarının yansımalarını izlemek hoşuna gitmezdi. kendi yaşamak isterdi. romanın kadın kahramanının hasta kocasına hizmet ettiğini okurken, hastanın odasında parmaklarının ucuna basarak kendisinin dolaşmasını isterdi

· şimdi sözünü ettiğiniz şey aşk değil, bir yanılmaydı, dedi. anna ürperdi.
— size bu sözcüğü, bu iğrenç sözcüğü ağzınıza almayı yasakladığımı unuttunuz mu? dedi.
ama yalnızca bu yasakladığımı sözcüğüyle vronski üzerinde bilinen hakları olduğunu kabul ettiğini, böylece de vronski'ye aşktan söz etmek cesaretini verdiğini anlamakta gecikmemişti

· gerçek yaşamda da karşılaşabiliyorsun işte öyleleriyle... felaket bir şey oluyorlar. kadın dediğin öyle bir yaratık ki, istediğin kadar incele, gene de hiç bilmediğin yanlarıyla karşılaşıyorsun... 
— onun için en iyisi hiç incelememek. 
— hayır... bir matematikçi, "zevk, bilinmezi çözmekte değil, onu aramaktadır," demiş... 

· vronski, kareninlerin terasında saatine baktığında öylesine heyecanlıydı, kendini düşüncelerine öylesine kaptırmıştı ki, kadranda yalnızca akreple yelkovanı görmüş, saatin kaç olduğunu anlamamıştı

· konstantin levin doğanın güzelliklerinden söz etmeyi de, söz edeni dinlemeyi de sevmezdi. sözler gördüğü şeylerin güzelliğini çıkarıp atıyorlardı sanki.

· ikisinin de yüzünde, yeni uyanmış güçlü, genç bir aşk okunuyordu

· levin, üşüdüğü için omuzlarını kaldırmış, yere bakarak hızlı hızlı yürüyordu. bir çıngırak sesi duydu. "ne bu? biri geliyor," diye geçirdi içinden, başım kaldırdı. şosede kırk adım önünde karşıdan dört atlı bir kupa arabası geliyordu. yandaki atlar tekerlek izlerinden kaçmak için içeri kaçıyorlar; ama arabacı yerinde yan oturmuş usta arabacı, tekerlekler düz yere gelecek biçimde sürmeyi başarıyordu arabayı. levin arabayı görmüş, arabanın kimin olabileceğini düşünmeden içine dalgın bakmıştı.

· köşede yaşlı bir kadın uyuyordu. pencerenin önünde –besbelli uykudan yeni uyanmış– bir kız, iki eliyle beyaz şapkasının kurdelelerini tutmuş, oturuyordu. kızın aydınlık, dalgın yüzünde levin'e yabancı, karmakarışık, çok güzel bir ruhsal dünyanın izleri vardı. pencereden kızıl ufka bakıyordu.

· araba tam geçiyordu ki, içtenlik okunan bir çift göz levin'e döndü. kız tanımıştı onu, güzel yüzünü şaşkınlık dolu bir sevinç aydınlatmıştı. yanılmış olamazdı levin. bu bir çift göz tekti dünyada. onun için yaşamın bütün anlamını da, ışığını da kendinde toplayabilecek tek yaratık vardı dünyada. o idi bu. kiti idi. levin onun tren istasyonundan yerguşovo'ya gittiğini anlamıştı. uykusuz geçen bu gecede levin'i heyecanlandıran her şey, verdiği bütün kararlar bir anda yitip gitmişti. bir köylü kadınla evlenmeyi kurduğunu tiksintiyle anımsadı. ona son zamanlarda öylesine acı veren yaşamla ilgili soruların yanıtı yalnızca oradaydı.

· kiti dönüp bakmadı ona. arabanın yay sesleri duyulmaz olmuştu artık. uzaktan çıngırak sesi işitiliyordu yalnızca. köpeklerin havlamalarından arabanın köyü de geçtiği anlaşılıyordu. sonra bomboş tarlalar kaldı, her yanda. köyden uzakta, ıssız şosede yalnız başına yürüyen, her şeye yabancı, her şeyden uzak levin

· bu söz oyunu, sırrını böyle saklayış, bütün kadınlar için olduğu gibi anna için de çok hoş bir şeydi. sırrını saklama zorunluluğu, o andaki amacı değildi onu çeken, saklayışının kendisiydi

· levin, yürütmekte olduğu çiftlik işlerinin, onunla işçiler arasında sürüp gitmekte olan amansız, inatçı bir savaş olduğunu görüyordu şimdi. bu durumun tek nedeni işçilerin neşeyle bir şeyi umursamadan çalışmak eğilimleri levin'in çıkarlarının onlara yalnızca yabancı, anlaşılmaz olmayıp onların çok haklı çıkarlarına taban tabana zıt düşmesiydi

· ağabey kardeş birbirlerine o denli yakındılar, birbirine o denli benziyorlardı ki, en küçük bir davranış, sesin en küçük bir yükselip alçalışı onlar için sözcüklerin anlatamayacağından çok şey anlatıyordu.

· şimdi ikisinin aklında da aynı şey vardı: öteki düşüncelerin hepsini ezen, nikolay'ın, hastalığı, ölümünün yakın olduğu düşüncesi. ikisi de söz edemiyorlardı bundan. dolayısıyla düşündükleri tek şeye değinmeden konuştuklarının tümü yapmacıktı. akşamın bittiğine, yatma zamanının geldiğine levin hiçbir zaman o akşamki kadar sevinmemişti. hiçbir yabancının yanında, hiçbir resmi toplantıda o akşamki kadar yapmacık davranmamıştı, ikiyüzlü olmamıştı. üzüyordu onu bu. ölümü yakın olan sevgili ağabeyi için ağlamak geliyordu içinden. oysa onun ileride neler yapacağı, yaşamını nasıl düzene sokacağı üzerine anlattıklarını dinlemek, doğrulamak zorundaydı.

· dengi olanlara karşı rahat, doğaldı. kendinden küçüklere karşı ise küçümseme dolu bir hoşgörüsü vardı

· karısını, baldızını sordu sviyajski'ye. belleğinde sviyajski'nin baldızı üzerine düşüncesiyle evlilik düşüncesi arasında bir bağıntı olduğu için tuhaf bir çağrışımla, mutluluğunu sviyajski'nin karısıyla baldızından daha iyi hiç kimseye anlatamazmış gibi geldi ona. onlarla görüşeceğine seviniyordu şimdi

· bütün gece ve sabah kendinde değildi. maddesel yaşamın koşullarının bütünüyle dışında hissediyordu kendini. bütün gün bir şey yememiş, iki gece uyumamış, birkaç saat bir gömlekle soğukta oturmuştu; ama her zamankinden daha dinç, daha sağlıklı hissediyordu kendini. bedeninden apayrı, bağımsız olduğunu da hissediyordu. kaslarını zorlamadan yürüyor, her şeyi yapacak güçte hissediyordu kendini. gerekirse uçabileceğine ya da şu evin duvarını bir omuzda yıkabileceğine kesin inancı vardı. kalan iki saati doldurmak için sokaklarda dolaştı. ikide bir saatine bakıyor, çevresini seyrediyordu.

· o sabah gördüklerini bir daha hiç görmedi ömründe. özellikle, okula giden çocuklar, çatılardan uçarak kaldırıma inen kül rengi güvercinler, görünmeyen bir elin sergilediği, una bulanmış ekmekler çok duygulandırmıştı

· inanacak mısın, onun iyi yürekli, yüce gönüllü, soylu bir insan olduğunu, onun tırnağı kadar değerim olmadığını bile bile nefret ediyorum ondan. yüce gönüllülüğü için nefret ediyorum

· şimdi ise yeteneklerinin yarısı kendi kendini aldatmaya, öteki yarısı da bu aldatışı haklı göstermeye yönelmiş durumda

· bu nedenle vronski de –aç bir hayvanın, yiyecek bir şeydir umuduyla önüne gelen her şeye saldırdığı gibi– bilinçsizce bir politikaya, bir yeni kitaplara, bir resme sarılıyordu.

· … bu izlenimi de nasıl kapıp içine sindirdiğini, gerektiğinde kullanmak üzere belleğinin derinliklerine gizlediğini fark etmemişti. golenişçef'in daha önce anlattıklarından zaten iyi bir izlenim edinmemiş olan ziyaretçiler ressamı görünce daha büyük bir düşkırıklığına uğradılar. kahverengi şapkasının, zeytin yeşili pardösüsünün, dar pantolonunun –oysa geniş pantolon modası çıkalı çok oluyordu– içinde mihaylof orta boyuyla, kalın bedeniyle, hantal yürüyüşüyle, özellikle de yüzündeki ürkeklik ve değerinin anlaşılması isteğiyle birleşmiş o bayağı anlatımla ziyaretçiler üzerinde tatsız bir izlenim bırakmıştı.

· mutluydu; ama aile yaşamının içine girince her an, hayal ettiği şeyin bu olmadığını hissediyordu. sıkça, durgun bir gölde küçücük bir kayığın düzgün, mutlu gidişini seyreden bir insanın, bu kayığa kendi bindiği anda hissedeceklerini hissediyordu

· karavana atmıştı. vurduğu çulluğu aramaya gittiğinde onu da bulamadı. sazlığı adım adım dolaştı. ama onun kuşu vurduğuna inanmıyordu laska. sahibi onu avı aramaya yollayınca da arıyor gibi yapıyor; ama aramıyordu

· şimdi anna'nın yüzünde gördüğü, yalnız âşık kadınlarda görülen o geçici güzelliğe hayran

· onlar oyun oynarlarken hiç eğlenememişti. anna ile vasenka veslovski arasında oyunda da sürüp giden o flört havası ile bir çocuk oyununu çocuksuz, kendi başlarına oynayan bu koca insanların davranışlarındaki yapmacıklık hiç hoşuna gitmemişti. ama başkalarının neşesini kaçırmamak, zamanı şöyle ya da böyle geçirmek için bir süre dinlendikten sonra yeniden katılmıştı oyuna. eğleniyormuş gibi davranmıştı. o gün kendini, bütün gün tiyatroda sahnede, kendinden iyi artistlerle oynuyor, yeteneksizliğiyle oyunu berbat ediyor sanmıştı.

· kalabilirse, iki gün kalmak amacıyla gelmişti buraya. ama akşam üzeri oyun oynarken, devrisi gün dönmeye karar vermişti. gelirken yolda öylesine nefret ettiği o acı dolu annelik endişeleri şimdi, onlarsız geçirdiği bir günün sonunda bambaşka görünüyorlardı ona. kendilerine çekiyorlardı onu.

· onun güzelliğine, zekâsına, kültürüne, aynı zamanda sadeliğine, içtenliğine hayran kalmıştı

· ama kanıt değil benim için gerekli olan. sevgi istiyorum ben

· hiç beklenmedik bir biçimde dilinin ucuna gelen sözcükler döküldü ağzından: — tanrım sen acı bize! bağışla, yardım et! tanrı'ya inanmayan levin yalnız ağzıyla söylemiyordu bunu. şimdi, o anda, içindeki kuşkuların değil, içinde olduğunu bildiği, aklıyla inanmasının olanaksızlığının bile tanrı'ya yalvarmasına engel olamayacağını biliyordu. bunların hepsi yok olmuş, uçup gitmişti ruhundan şimdi. kendini, ruhunu, sevgisini elinde hissettiği ona yalvarmayıp da kime yalvaracaktı o anda

· ... bence maaş herhangi bir şeyin ücretidir. bu ücretin de arz talep yasasına uyması gerekir. maaş bağlanmasında bu yasaya uyulmazsa, –söz gelimi, görüyorum, okulu bitiren iki mühendisten, aynı şeyleri bilen, aynı derecede yetenekli iki mühendisten biri kırk bin alıyor, öteki iki binle yetinmek zorunda kalıyor. ya da birtakım hukukçuları, süvari subaylarını büyük maaşlarla, hiç anlamadıkları işlere, banka müdürlüklerine getiriyorlar– evet, bütün bunlardan maaşların arz talep yasasına göre değil, doğrudan doğruya keyfe göre bağlandığı sonucunu çıkarıyorum. burada çok önemli, devlet hizmetinde kötü etkileri görülen bir kötüye kullanmadır söz konusu olan. bence...

· aile yaşamında bir şey yapabilmesi için karı koca arasında ya kesin bir anlaşmazlık ya da sevgi dolu bir anlaşma olmalıdır. karı koca arasında ilişki belirsizse, anlaşmazlık da, sevgi dolu anlaşma da yoksa, bu durumda hiçbir şey yapılamaz.

· çok aile, sırf karı koca arasında tam bir anlaşmazlık ya da anlaşma olmadığı için ikisinin de çoktan bıktıkları yeri yıllarca değiştiremezler

· anna kompartıman arkadaşlarını unutmuş, vagonun hafif sallanışları arasında, tertemiz havayı ciğerlerine çekerek düşünmeye başlamıştı gene. "evet, nerede kalmıştım? kendime, benim için yaşamanın acı olmayacağı bir durum düşünemeyeceğimde. hepimizin acı çekmek için yaratıldığımızda. bunu hepimizin bildiğinde, kendi kendimizi aldatmak için birtakım şeyler düşündüğümüzde. ama gerçeği görünce ne yapmalı?"
anna'nın karşısında oturan kadın dudaklarını büzerek fransızca: — insana akıl, onu huzursuz eden şeylerden kurtulması için verilmiştir, dedi. söylediği bu cümleyi pek sevdiği belliydi. kadın anna'nın düşüncelerine yanıt vermişti sanki.
"onu huzursuz eden şeylerden kurtulması için," diye yineledi içinden. al yanaklı adamla sıska karısına bir göz atınca hastalıklı kadının kendini anlaşılmamış bir kadın saydığını, kocasınınsa onu aldattığını, karısının kendi için bu düşüncesini benimsediğini anladı. anna, düşünce ışığını üzerlerine çevirince onların bütün serüvenlerini, ruhlarının en gizli köşelerini

· ayrıca, karısı doğum yaparken hiç beklenmedik bir şey olmuştu levin'e. tanrı'ya inanmıyordu; ama o anda, inanan bir insan gibi dua etmeye başlamıştı. ama o an gelip geçmişti. o andaki ruhsal durumuna ruhunda bir yer veremiyordu şimdi. o zaman gerçeği gördüğünü, şimdi yanıldığını kabul edemiyordu. çünkü bunu serinkanlılıkla, sakin sakin düşünmeye başlayınca düşünceleri darmadağın oluyordu. yanıldığını da kabul edemiyordu. çünkü o andaki ruhsal durumuna değer veriyordu. bunu zayıflığın bir sonucu olarak kabul etmekle o dakikaların anısını kirletmiş oluyordu. acı dolu bir çelişki içindeydi. kendi kendiyle bu çelişkiden kurtulmak için ruhunun bütün gücünü seferber etmişti.moskova'da köyde geçirdiği son aylar içinde, aradığı yanıtı materyalistlerde bulamayacağı kanısına varınca eflatun'u, spinoza'yı, kant'ı, schelling'i, hegel'i, schopenhauer'i yaşamı maddeci olmayan bir görüşle inceleyen filozofların hepsini tekrar tekrar okudu.ama sorunların çözümünün nasıl olacağını okumaya ya da düşünmeye başlar başlamaz, hep aynı şey oluyordu. ruh gibi, irade, özgürlük, maddenin özü gibi kesin anlamı olmayan sözcüklerin uzadıkça uzayan açıklamalarından giderek, filozofların ona kurduğu (ya da kendi kendine hazırladığı) söz tuzaklarına bile bile düşerek, bir şeyler anlar gibi oluyordu. ama düşüncelerin yapay zincirini unutması, yaşamı bırakıp belirli bir düşünce zincirine bağlı kaldığında onu doyuran şeye dönmesi yetiyordu bütün bu yapının iskambil kâğıtlarından bir ev gibi birden yıkılmasına; bu yapının, yaşamda akıldan önemli bir şeye bağlı kalınmadan, çeşitli anlamlar verilebilecek sözcüklerden kurulduğu gerçeğinin birden açıkça anlaşılmasına. bir gün, schopenhauer'i okurken ilkbahar boyunca kendinde değildi levin. korkunç anlar yaşadı. kendi kendine "neyin nesi olduğumu, bu dünyaya niçin geldiğimi bilmeden yaşamam olanaksız, diyordu. öğrenemeyeceğim bunu. öyleyse yaşayamam."

· "sonsuz zamanın bir anında, maddenin sonsuzluğunda, küçücük bir hücre kopuyor organizmadan, bir süre öyle duruyor, sonra patlıyor... ben bu hücreyim işte.

· insana acı veren bir yalandı bu. ama insan düşüncesinin bu yönde yüzyıllar boyu çalışmasının vardığı son ve tek sonuçtu "neyim ben? neredeydim? niçin buradayım?"

insanlar çeşit çeşit

· başkalarını sevmeyi mantık bulmuş olamaz. mantığa aykırıdır çünkü sevmek.


rus düzyazısının en büyük sanatçılarını şöyle sıralayabiliriz; bir, tolstoy; iki, gogol; üç, çehov; dört, turgenyev dostoyevski ile saltikov. çok kişi açıklayamadığı duygularla yaklaşır tolstoy'a. ondaki sanatçıyı sever, vaizden ise son derece sıkılır; ama aynı zamanda, vaiz tolstoy'u sanatçı tolstoy'dan ayırmak da son derece zordur. tolstoy bir bütündür, tektir ve özellikle yaşlılık yıllarında kara toprağın, beyaz tenin, mavi karın, yeşil çayırların, mor fırtına bulutlarının güzelliğine bakıp da içi giden adamla edebiyatın günahkârlık, sanatın ahlâkdışı olduğunu ileri süren adam arasındaki çatışma, aynı adamın içinde yaşanmaktadır. birçok rus yazarı onun nereden gelip nereye gittiğini, temel özelliklerini merak edip durmuşlardır. puşkin için soylu bir güneşin altında parıldayan mermerdendi; çok daha alt düzeyde bir sanatçı olan dostoyevski, onu kan, gözyaşı, histerik ve güncel politika ve tere bulanmış bir şey olarak gördü; çehov, çevresini saran sisler içindeki dekorla ilgilenir gibi görünürken şakacı bakışlarını onun üzerinden hiç ayırmadı; tolstoy ise başını eğip yumruklarını sıkarak dosdoğru üzerine yürüdü. gerçeğin ve bir zamanlar isa'nın çarmıhının durduğu yeri buldu ya da kendi benliğinin imgesini... vronski'yi sevdiği kadar onu da sever; her ikisinin de adları aleksey'dir, her ikisi de ona âşık erkekler olarak anna'nın rüyalarını paylaşmışlardır. levin'in evliliği yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda metafizik bir aşk anlayışı üzerine, her an özveriye hazır olmak üzerine, karşılıklı sevgi üzerine kuruludur. anna-vronski birlikteliği ise yalnızca cinsel aşk üzerine kuruludur ve yıkılmasına neden olan da budur. (…) tolstoy'u ilgilendiren ise ahlâkın ebedi isterleridir. ve vurgulamak istediği gerçek ahlâki ders de şudur; aşk yalnızca cinsel olamaz, çünkü o zaman bencilcedir ve bencilce olduğu için de yaratmaz, yıkar. böylelikle de günahı içerir. tolstoy bu dersi sanatsal açıdan olabildiğince açık seçik kılmak üzere olağanüstü bir imgeler akışı içinde, birbirine taban tabana zıt iki aşkı yan yana getirir; vronski-anna çiftinin cinsel aşkları (duyumsal açıdan zengin; ama bahtsız, tinselliği kısır heyecanlar içinde debelenip duran bir aşk), öte yanda adını tolstoy'un koyduğu otantik, hıristiyanca sevgi, duyumsallığın zenginliğinden yoksun olmayan; ama sorumluluğun, sevecenliğin, gerçeğin ve aile sevinçlerinin katışıksız atmosferinde denge ve uyum bulan levin-kiti çiftinin aşkları...

tolstoy yaşamı, çok hoşa gidecek bir biçimde, tastamam, biz insanoğullarının zaman duygusuna denk düşecek biçimde canlandırmak gibi olağanüstü bir yöntem keşfetmişti. ... vladimir nabokov

4 Ocak 2022 Salı

the body of the dead christ in the tomb (1521) / hans holbein



tablo isa’nın çarmıhtan indiriliş anını gösteriyordu. genelde ressamlar çarmıhta ve çarmıhtan indirilmiş isa’yı daima eşsiz bir güzellikte resmetmişlerdir. en korkunç işkenceler bile bu güzelliği yok edememiştir. oysa rogojin’in evinde gördüğüm tabloda, bu güzellikten eser yoktu. bu, çarmıha gerilmeden evvel de sonsuz acılar içinde kıvranmış, işkence görmüş, yaralanış, taşıdığı çarmıhın ağırlığıyla ezilmiş, askerlerle halkın dayağını, sonunda da (en azından benim hesabıma göre) altı saat süren çarmıhın azabını çekmiş bir insanın ölüsüydü. bu gerçekten de çarmıhtan yeni indirilmiş bir adamın yüzüydü… ölümün sertliği başlamamıştı henüz. yüzünden sanki hâlâ acı çektiği okunuyordu. sanatçı bunu büyük bir ustalıkla yansıtmıştı. böyle işkencelerden sonra, kim olursa olsun, kesinlikle böyle görünürdü. hıristiyan kilisesi’nin, isa’nın çektiği ıstırabın sembolik değil gerçek olduğunu savunduğunu biliyorum. buna göre onun bedeni tabiat yasalarının etkisindedir. tabloda, darbelerden bozulmuş, çok şişmiş, kanlı çürüklerle dolu bir yüz gösteriliyordu. açık gözlerinde ölüm okunuyordu; göz bebekleri kaymıştı. ama işin garibi, işkence çekmiş bu insanın ölüsüne bakarken insanın aklına çok ilginç bir soru beliriyordu: onun müritleri, gelecekteki havarileri, onu izleyen ve kendilerini çarmıhın dibine atan kadınlar, ona inanan bütün insanlar önlerinde böyle bir ölü gördükleri halde nasıl oldu da onun dirileceğine inanabildiler? eğer ölüm böyle korkunç ise ve tabiat yasaları bu denli güçlüyse, bunları nasıl alt ederiz? yaşarken tabiata hükmedebilen, “talifa kumi!” diyerek bir genç kızı, “lazar, dışarı çık!” diyerek bir erkeği dirilten, yasaları yenemediğine göre bizim elimizden ne gelir? insan bu tabloya bakınca, tabiatı, kocaman, acımasız sessiz bir hayvan ya da ne denli tuhaf olsa da, yeni icat edilmiş kocaman bir makine olarak hayal ediyor. bu makine, ulu, değeri hiçbir şeyle kıyaslanamaz bir varlığı, bütün tabiata, onun yasalarına ve belki de sırf o varlığın vücut bulması için yaratılmış bütün evrene bedel o varlığı duygusuzca yakalamış, parçalamış, yutuvermiştir. bu tabloda her şeye hükmeden o karanlık, çirkin ve anlamsız, ölümsüz güç canlandırılmaktadır; ister istemez sizi de etkisi altına alan bir güç… tabloda yer almayan ama o anda ölüyü çevreleyen insanlar, bütün umutlarını ve belki de inançlarını parçalayan o gece, büyük bir acı duymuş olmalılar. her biri, içlerinde asla peşlerini bırakmayacak bir düşünceyi yanında götürmüş olsa da, korku içinde dağılmış olmalıydılar. kendisi de işkence sonrası hayalini görebilseydi, çarmıha kendisi çıkar, böyle bir ölüme katlanabilir miydi? tabloya baktığınızda, aklınıza ister istemez böyle bir soru da geliyordu. (budala)

"bu tabloda belki de, özellikle, herkesin boyun eğdiği ve sizi de ister istemez etkisi altına alan o karanlık, küstah, anlamsız-sonsuz güç canlandırılmış. ölünün çevresinde yer alan ve hiçbirini tabloda görmediğimiz insanlar o akşam bir anda bütün umutlarını, hatta belki de inançlarını paramparça eden korkunç bir acıyı ve kuşkuyu yaşamış olmalıydılar. asla kurtulamayacakları bir düşünceyi de içlerinde götürerek her biri bir yana dağılıp gitmişti belki de.

isa da öldürülmeden önce kendisinin şu tablodaki halini görebilseydi, çarmıha kendiliğinden çıkar ve şimdi olduğu gibi ölür müydü? tabloya baktığınızda işte bu soru da karşınıza dikiliyordu.” (ippolit - dostoyevski, budala)

"cenevre’ye giderken müzeyi ziyaret etmek için bir gün basel’de kaldık; kocama, bu müzede bulunan bir tablodan çok söz edilmişti. holbein’ın bir tablosuydu bu, tabloda mesih’in, haçtan indirilen, insan görünümünü yitirmiş, çürümeye yüz tutmuş bir din şehidini sırtında taşıması resmedilmişti. kanlar içindeki şişmiş yüzün görüntüsü feciydi; o sıradaki ruhsal durumum tablonun önünde daha uzun süre kalmama elvermedi, bir başka salona geçtim. fakat kocam resmin önünde donup kalmıştı. tablonun fiyodor mihailoviç üzerinde bıraktığı izlenimin bir yansımasını budala’da bulmak mümkündür. yirmi dakika sonra tablonun yer aldığı salona döndüğümde, kocam sanki zincirle bağlanmış gibi hala orada, aynı yerdeydi. aşırı heyecanlı yüzü çoğu kez sara nöbetleri öncesi dikkatimi çekmiş olan o müthiş korkunun izlerini taşıyordu. usulca koluna girdim, salondan çıkardım, bir sıraya oturttum, sara nöbeti geldi gelecekti; neyseki beklediğim gerçekleşmedi. yavaş yavaş sakinleşti, fakat müzeden çıkarken tabloyu ısrarla bir kez daha görmek istedi” fyodor dostoyevski: bir yaşam - anılar, anna dostoyevski

22 Aralık 2021 Çarşamba

akılla bir konuşmam oldu / ömer hayyam

akılla bir konuşmam oldu dün gece;
sana soracaklarım var, dedim;
sen ki her bilginin temelisin,
bana yol göstermelisin.
yaşamaktan bezdim, ne yapsam?
birkaç yıl daha katlan, dedi.
nedir; dedim bu yaşamak?
bir düş, dedi; birkaç görüntü.
evi barkı olmak nedir? dedim;
biraz keyfetmek için
yıllar yılı dert çekmek, dedi.
bu zorbalar ne biçim adamlar? dedim;
kurt, köpek, çakal makal, dedi.
ne dersin bu adamlara, dedim;
yüreksizler, kafasızlar, soysuzlar, dedi.
benim bu deli gönlüm, dedim;
ne zaman akıllanacak?
biraz daha kulağı burkulunca, dedi.
hayyam'ın bu sözlerine ne dersin, dedim:
dizmiş alt alta sözleri,
hoşbeş etmiş derim, dedi.

7 Haziran 2021 Pazartesi

taş parçaları / birhan keskin


III
madem arkandan ağlamamı bile çok gördün bana
al bu taşlar senin olsun...o halde ve bundan böyle
bütün davullar vursun, telleri kopsun sazların
boşluğa bağırsınlar, birlikte;
kan kusacağız.
kan kusacağız.
madem dünya bunca zalim
madem yakışmıyor kalbimize.

bütün davullar gümlesin
boşluktan gelen, boşluğu dolduranı
boşluğa böğüreni
vursunnnn.

bak! nasıl kan kusuyor külde uyuyan
dünya görsün.

VI
ben seni hep sevgilim ben seni hep
yüzünden geçen dalgalardan okudum.
ellerine sevgi okudum gözlerine şefkat okudum
annen seni inkar etmişti
aldım etime dokudum.

V
Yanmamı bekleme benden
Ben ne çok yandım, biliyorsun.
Yanamam ben yanamam
yanamam küllerim uçuyor.
Rüyamda sapladığın jiletler etimde
Kanamıyor acımıyor.
Acımıyor
Bu dünya buz, bu buzzzzz
zzzzzzzzzzzda
Hiçbir şey acımıyor.

Bunlar yalan,
Yalan söylediklerim
Yalan söylediklerin
Bunlar ancak dünyaya yakışıyor.

Küldüm ben zaten
Küldüm zaten küldüm zaaaateeeen
Kalmışsa eğer
Külün içinde şimdi insanım
uyanıyor.

Dünya görsün şimdi.
Bembeyazzzz
dünyaaaaaaaaaaaa
Yoluna baş koyup buzzzdaaaaaaa
Kan kusanı.

VII
Dünya ne ki sevgilim,
Benim sana yaptığım kubbe yanında?
Düşsün, olsun, bırak,
içinde yıldızlar patlıyor.
Kolaydır inanmak kadar inanmamak da.
İster sal kendini dünyaya, ister kal yanımda
Her şeyden öte öyle sevdim ki ben seni
Yoluna baş koymak diyoruz
Biz barbarlar buna.

VIII
Kırdım, evet, o yalan mekânı kırdım
Çıksın diye ortaya
Çırrrrrrrıııllçıpplaaaaaaak:

Sen benim yuvamsın
Yuvanım ben senin.

IX
Beni bilmediğim bir dünyaya attı...

Bir cümlem yok, darrrrğğmadaaaaaaanıım, bundan.

Bir düşümüz vardı, "birlikte yaşamak" koymuştuk adını,
çok acıyor, belki bundan. Aşkî bir cümle mi bekliyorsun benden.
Beklemeeeeeeee.
Mutfakta reçel yapan iki kadın. Kırmızı biberleri filan.
Rüzgâr alan biraz tepe bir yer. Bakınca, iki yandan
uffffffffffffuk filan.
Dünya yuvarlak değil de hafif elipsmiş gibi.
kaldı ki iki kadın, dünyanın yuvarlağını zaten anlamayan.
böyle. kendime inandığım gibi inanmıştım ona da.
aşk olanın ötesinde bir aşktan söz etmek, aaaaaaah
bir inançtı desem.
bu kadar dağılmam kendimi şimdi
bu dünyaya fırlatılmış gibi hissetmem, bundan.
ne söylememi bekliyorsunhava aldıkça sızlayan bir diş var içimde.
susmam bundan, konuşmam bundan.
ben zaten o ilk acıyla ölmediğimde çok gücenmiştim hayata.
insan olmuştum ilk o zaman.
ya da bozmuşlardı ben yenidoğandan.
kendimi acıya teslim ettiğimde hatırladım,
ölünmüyordu, hatırladım.
ölünmüyoooooorrrrrrrrrrrdu.

XI
acı çekerken de adil ol, diyor bana.
adil ol. sen değil misin inanan
hayatın büyük bir kader olduğuna,
kaderi yönlendirmek bile o büyük kader' in
içindedir filllllllllllan.
o yüzden şimdi adil ol.
sus. söyleme böyle şeyler! adil ol.

inanmıyorsun değil mi?
beni bilmediğim bir dünyaya attı,
diyyyyyyyorum.

diyorum ki,
sözde kalır her şey. sözzzzzzzzde kalıyor.
bir de bana adil ol, diyorsun.

X
ey duymayan insanı,
ey hayat dedikleri büyük kusur.
...

ey kimselere değişmediğim
ayrılığın neden bunca ağır?

hani adalet?
bir kasım' dan öteki kasım' a
bir yanım kör bir yanım sağır.
XV
ben başka bir şey olmak istememmm
istemedim başka şey.

sabırla sevgilim sabırla
acılarımız eşitlensin bu şehirde
diye diye.
bu şehirde etten geçip kalbe erişene
dek sabırla. tek, sabırla.

kaç kişi var bu şehirde
ruhunu sana kubbe,
kubbeeeeeeeeeeeeeeeee
etmiş!

XIV
büyük keder içerirmiş, gördüm, anladım
etten geçip aşka varanın sevgisi.
bunun yanında sevgilim bunun yanında
etin ihaneti, kısaca
hiçbir şeydir.

XII
şimdi bir masaldan bir peri
sessizce dinlesin beni,
alsın yorgun başımı

alsın cümlemi
usulca kalbine koysun.

benim cümle taşıyacak halim
yooooooğğğğğğğ.

XXXI
Katlanan, insanın birbirine yapışan yaralarından
bir yuva inşa etmektir aşk da, varla yok arasından
Ve ahşabı kemiren de ahşaba dahildir,
değil dışarıdan.
Beyhude insanın yuva arayışı ama
yine de yuva arar insan.

dışarısı sevgilim, dışarısı senin
kendini sürekli kaçak kılacağın yollardan başka nedir?
yollar ki hep gider, hep yatay.
ah ben bu kubbe fikrine o yüzden
takılmışım; kubbe ki yüzseksen derece bir şey,
büyük bir arzuyla mümkün.
gayret' in bildiğimiz ve unuttuğumuz anlamıyla örülen.

XVI
in ordan, in ordan
innnnnnnnn, diyor bana
zamanın ensesinden.

ay adalet' ten söz eden zalim
şimdi bi dur, düşün:
ev ki, en büyük mahremiyetti
kimdi vuran, kimi, en mahreminden?

XVIII
en acısını sevgilim en acısını
tadayım istedin:

en acısı buydu.

XVII
omurgamı aldın benim.
omurgamı aldın.
omurgamı aldın.
omurgamı.

niye?

XIX
Varla yok arasındayım
Varla yok arasındayım
Hep, varla yok arasındaydım.
Zaten.
Ben bilmedim ki
niye teyelliyim, niye?

Varla yok arasında
Varla yok arasında
Elimde bir kırık testi

Elimde bir kırık testi
Nereye bırakayım!

XX
Gitmek mi yitmektir kalmak mı artık bilmiyorum
yerini yadırgayan eşyalar gibiydim ya ben hep
ve inançlı, gitmenin bir şeyi değiştirmediğine.

bilemem, belki bu yüzden
ben sana yanlış bir yerden edilmiş
bir büyük yemin gibiydim.
beni hep aynı yerimden yaralayan o eve
yine de döneyim döneyim istedim.

XXI
ah benim sesimle
söylesem de, inanmazlar
benzemiyor çünkü bir dile.

döndüğüm, döndüğüm ama döndüğüm
döndüğüm bu sema sensin. dönnnnnnnnn
düğüm.

sen benim kara ömrüme vuran
suyumu harelendiren sevincimdin.

XXXV
onu sevebileceğinin en yücesiyle sevdin.
titreme daha fazla kalbim.

bağışla kendini artık onu da
bırak gitsin.
bırak gitsin.

o senin en ezel gününden kaderin
sen onu nasılsa bin kere daha
seveceksin.

XXII
günler öylece kendi kendine geçsin diye
bir camın arkasında durdum
bana dokunmasın hiçbir şey
hiçbir şey yarama merhem olmasın
iyileşecekse, hiçbir şeysiz iyileşsin diye
bir camın arkasında durup
akan hayata ve zaman baktım.

bilirdim, biliyordum, biliyorum,
bittiğinde, geçtiğinde,
azaldığında sızı, iyileştiğimde,
o saman tadıyla karıştığında;
her şey daha acı olacak.

XXXIII
ne sanıyorsun?
ne sanıyorsun?
benim olan artık
senin de kaderin:

dağbaşı,
oradaki yaralı ıssızlık.

XXIII
biz iyileşmeyiz diyor ilhan
biz iyileşmeyiz bunu bil, diyor.
biliyordum: ağırdı
biliyordum: çok ağrıdı
biliyordum: adım adım
...

ben seninle sevgilim
mutsuz ama bahtiyardım.

XXIV
bir masal
bir taş ağırlığında olabilir mi?
olurmuş meğer.

birlikte bir masala inanmak istedim
ben seninle, sadece bu.
sen beni tek
tek
tek
bıraktın.

benim artık taş taşıyacak,
taş kaldıracak, taş atacak
halim mi var!

XXV
evet kara bir ömür bu benimki.
kara bir toprak.
gerçekle değil, hakikatle değil,
kalbimin aklıyla kurduğum
kara bir ömür.

yalnız değilim, biliyorum
binlercesi var, onbinlercesi vardı.
kara bir ömürle buradan geçen.

sen bundan böyle
gerçeğin yan yana getirilmiş
yamalarıyla yaşayacaksın.
ben çoktan çıvdırılmış bir şeydim
sevgilim.

XXVII
gözlerimde bir çita oturuyor birazdan deppppp
parrrrrrrrrrrrrrrrrr.

içimdeki çilekeş fuji' yi tırmanıyor sana
eski bir mektuptan gözlerime yağma
dünyanın bütün neonları yanıyor sönüyor
ve bir fotoğraf iki jiletle paramparça.

bir su aygırı kadar yaralıyım dünyadan
anlıyor musun?
içimde uzağa bakan bir zürafa var
hayat orda burda her yerde kaynıyor.


birazdan öleceğim, içeceğim su nerde?

XXX
kar şiddetle rüzgârla büyük bir kırgınlıkla
vardı gece yarısı dağlarına. gelemem artık yanına.
ben kaybettiğime ağlayayım sen kaybettiğine ağla

XXVIII
ömrümü adadımdı.
elimden aldığın ve parçaladığın şey bu!
adaletin adını neden anmıyorsun burada da?
o yüzden büyük yaram
o yüzden büyük öfkem
o yüzden dinmiyor
içimde hepsi, hınca hınç.

hıncahıııııııııııınnnnnç.

XXVI
o kadar uzun yol geldik ki seninle
şimdi, sen ayrı ben ayrı olan o yolu
nasıl yürüyeceğiz?

(biz seninle yoldayken
yanımızdan ovalar, ağaçlar; titreşen
rüzgârlar akmıştı. bir yolumuz olduğunu,
yol kazalarını, yol yorgunluğunu
o zamanlar biliyor muyduk?)

XXXII
ömrü gurbette geçenler gibiydim senin yanında
duymadın mı, çok söyledim?
o uzun gurbette,
ben senin "adalet" diye diye nasıl unufak olduğunu
gördüm.
göre göre, duya duya,
yine de bigâne olarak her şeye.

bilmedin ki; ben senin gurbetinde delirmemek için
kalbimin aklıyla ördüğüm bir yıldızlı kubbede
yaşadım.

tecellinin içinde ecel durur sevgilim, görmedin mi?

adaletin içinde bir zalim oturur.

XXIX
sonra, çoook sonra, bu parçaların sonunda
sen beni kızını çok seven
bir anne olarak hatırla.

ben ki hiç kavuşamamıştım sana.

XXXXII
ve huzurla, içerde bir yumuşak ışık
dışarda dağların etrafını saran kızıllık vardı.
durmak için dünyanın dışında iyi bir sebep
ve bir ana enstrüman;
incecik bir müzikle piyanonun tuşlarına vuran.
yüzünde yeryüzünü gördüğüme duyduğum bir şükran.
her şeyin sertliğini gömen ve uyutan bir kış,
sen ki, de ki grand teton' a kar yağdı.
o karın ortasında önümüzden bir nehir
karla karışık akardı.

sarartma beni
sarartma beniiiiiiiiiiiiiiiiiii..sarartma.

XXXXIII
fazla insansın sen sevgilim fazla insan
bir barbarım ben oysa, bir hayvan
dilim bağışlamaktan söz eder benim
seninki adalet ve intikam.

söylemeye gerek var mı sevgilim
söylemeye gerek var mı şimdi
yetiştirdiğim en iyi nişancı vurdu beni
klimanjaro' nun karları sevgilim
klimanjaro' nun karları
innnniiiiiyor aşağı.

XXXIV
birini seviyorsan onu öldürme! demek kolay
oysa her âşık önce kendine sonra yanındakine cellat.
ve aşkta ölümün bir anlamı vardır, görklü kılınan
bozulsun diye im
her ateş önce yanını yoklar sevgilim.

bundan böyle ne vakit bir yangından artakalan
isle kararmış bir şair gölgesi görsen
başıboş, duran, susan, içinden yanan:
ya da bir kızkardeş, ağlayan kekliğine,
uzak ve göğsüne klarnet sesiyle dolaşan.

XXXVI
bunca zaman sonra, neden ona dokunmadığımı
neden çekmediğimi silahlarımı kınından
olanı biteni kalbime koyup kendimi çektiğimi
soruyorsan...
ona dokunmadıysam,

dokunmadıysam tek bir sebepledir...

bir barbar ancak eşitine dokunur.

XXXVII
akan sokaklarda yan yatmış otlara benziyorum
rüzgârla yana savrulan dallara.
aşk için ihanetle vuran aşk aşkm'ola?
ah ciğerimin köşesi, kavrula kavrula
kopuyor gönülbağım, sen bağla.

XXXXI
Bir nefeslik can kalsaydı sana üflerdim canımdan
Diyecekler; çok yüksekti ondaki zindan
Görmeli, eline almalı, sıvazlamıydın, öğretemeden
Yazgına kanat ol kol ol diyemeden ayrı düştüysem senden.
Buna yanarım çok, en çok buna yanarım inan.
Onaramazdım kırdığım yerleri
Onaramazdın kırdığın yerleri

Son bir nefesle sana sarıldımdı.
En acısı buydu.
En acısı buydu.

XXXIX
aşk iki kişi arasında asla eşitlenmeyendir.
ben bir divan şairi değilim ki sevgilim
sana bercesteler düzeyim
yine de giderayak, gözlerine, ellerine, ayaklarına
tutulmuşluğumu herkes bilsin isterim.
ben bu çıldırmış vaktin, ben bu yılan zamanının
paramparça edilmiş şairiyim.ne diyeyim!
yine de içimde, çooook eskiden kalma bir
ya leyl...ya leyyylllllllllle
bir çöl gecesine ismini bırakayım.

XXXVIII
bir dalda iki kiraz gibi
aşk ile öfke arasında
yanayana,
dursun bu aşk. aşk, mola!
ey yaban!
ayaklanacağım
ayaklanacağım!

dizlerimin bağını bağla.

XXXX
sözde kalır sevgilim
sözde kalır bütün sözler
aşk çünkü, aşk çünkü kendine
bir yol, bir ideoloji ister.

bilirim, çöl rüzgârında çalıdır bazı yaşlar.
sen sevgilim ilerde, biraz daha ilerde
bir tarihe başlayacaksın, orası işte
benim tarihimle başlar.

ve say, geriye doğru, tek tek
sende kalsın şimdi al bu taşlar.

24 Mayıs 2021 Pazartesi

Kitlelerin Dehası / Charles Bukowski

 KİTLELERİN DEHASI


  

Ortalama insanda

herhangi bir günde herhangi bir orduya

yetecek kadar ihanet,

nefret, şiddet

ve saçmalık vardır.

Ve cinayet konusunda en becerikliler,

cinayet karşıtı vaaz verenlerdir.

Ve nefreti en iyi becerenler,

sevmeyi vaaz edenlerdir.

Ve son olarak;

savaşı en iyi becerenler,

barış vaazı verenlerdir.

 



Tanrı'yı vaaz edenlerin,

Tanrı'ya ihtiyacı var.

Barış vaaz edenlerin,

huzuru yok.

Sevgiyi vaaz edenler,

sevgisizdirler.

Vaaz edenlerden sakının.

Bilmişlerden sakının.

 



Durmadan kitap okuyanlardan sakının.

Yoksulluktan nefret edenlerden,

ya da gurur duyanlardan sakının.

Övgü göstermekte hızlı davrananlardan sakının.

Karşılığında övgü beklerler.

 



Sansürlemekte hızlı davrananlardan sakının.

Bil medikleri şeylerden korkarlar.

 



Sürekli kalabalıkları arayanlardan sakının;

Tek başlarına bir hiçtirler.

 



Ortalama erkekten,

ortalama kadından sakının.

Sevgilerinden sakının.

 



Sevgileri vasattır,

vasatı aranır dururlar.

Ama nefretleri dahiyanedir.

Nefretleri seni beni,

herkesi öldürebilecek kadar dahiyanedir..

 



Yalnızlığı istemezler.

Yalnızlığı anlamazlar.

Kendilerinden farklı herşeyi yoketmeye çalışırlar.

 



Sanat yaratamadıklarından,

sanatı anlayamazlar.

Yaratma başarısızlıklarını,

dünyanın beceriksizliğine yorarlar.

 



Kendileri tam sevemedikleri için,

senin sevginin eksik olduğuna inanırlar.

Ve senden nefret ederler.

 



Ve nefretleri

parlak bir elmas,

bir bıçak,

bir dağ,

bir kaplan,

bir baldıranotu gibi mükemmeldir.

 



En usta oldukları sanattır nefret!



Charles Bukowski

( 1920 – 1994 )