9 Nisan 2022 Cumartesi

dostoyevski yalnızlığın keşfi / stefan zweig



yakup gibi daima melek’le savaşmak zorunda kalır, daima tanrı’ya isyan eder ama yine eyüp gibi sonunda hep o’na boyun eğer. tanrı, onun bir şeylerden emin olmasına ya da miskinleşmesine asla izin vermez. dostoyevski, onu sevdiği için daima cezalandıran tanrı’yı her an hisseder. (s.20)


asil bir soydan gelen babası, tıpkı schiller’inki gibi askeri bir hekimdi, ancak annesi köylü soyundandır. bu sayede rus halkının her iki kaynağı da dostoyevski’nin kanında verimli bir biçimde birleşir ve aldığı katı din eğitimi, yapısındaki şehveti erken yaşlarda esrimeye dönüştürür.


ünlü kısa romanı insancıklar… 1844 yılında, 24 yaşındayken yalnızların en yalnızı dostoyevski, “ateşli bir tutkuyla ve evet, neredeyse göz yaşı içinde” bu ustalık eseri, bu insanlık çalışmasını yazmıştır. (…) el yazmasını gözden geçirmesi için nikolay nekrasov’a emanet eder. iki gün haber çıkmaz nekrasov’dan. geceleri evinde bir başına oturup düşüncelere dalar, gaz lambası sönene kadar çalışır durur. sonra bir gece, saat sabaha karşı dörtte kapı zili hiddetle çalınır. nekrasov, şaşkınlık içinde kapıyı açan dostoyevski’nin kollarına atılır, onu kucaklayıp öper ve coşku içinde alkışlamaya başlar. nekrasov, el yazmalarını bir arkadaşına okumuştur. ikili gece boyunca sırayla birbirlerinin okumalarını dinlemiş, zaman zaman alkış tutup ağlamış ve sonunda ikisi de dayanamamıştır: gidip dostoyevski’yi kucaklamak istemişlerdir. gece vakti çalan nu kapı zili, dostoyevski’nin şöhretinin yeşermeye başladığı ilk andır. bu iki dost, sabahın ilk ışıklarında ateşli sözler ve esrimeyi paylaşırlar onunla. sonrasında nekrasov heyecanla rusya’nın en güçlü eleştirmeni belinski’nin kapısını çalar, el yazmalarını bayrak gibi sallayarak “yeni bir gogol doğdu” diye seslenir daha kapıdan.. böylesine büyük bir coşkuya hiddetlenen şüpheci belinski, “sizin buralarda gogol’lar mantar gibi bitiyor zaten” diye homurdanır. ancak ertesi günü dostoyevski onu görmeye gittiğinde bakışı tamamen değişmiştir. şaşkına dönen genç adama büyük bir heyecanla “bu yazmalarda ne yaratmış olduğunuzun farkında mısınız siz” diye bağırır.


puşkin’in yüzüncü yaş günü anısına rusya’nın büyük yazarları konuşma yapmak üzere davet edilir. öncelikle batı eğilimli turgenyev’e ömrü boyunca dostoyevski’nin şöhretini gasp etmiş olan yazara verilir. konuşması dostane ve nazik bir havada sürdürür. ertesi gün ise konuşma sırası dostoyevski’dedir. o ise doğaüstü bir sarhoşlukla, kıvılcımlar saçan sözler sarf ederi. alçak ve boğuk ses tonu, esrikliğinin alevleri arasında aniden bastıran bir fırtına gibi yer yer yükselir ve rus halkının bütünleşmesinin kutsal bir amaç olduğunu müjdeler. dinleyiciler, heyecan içinde iki büklüm olup dizlerine kapanırlar dostoyevski’nin. tören yapıldığı salon coşku dolu nidalarla sarsılmaktadır, kadınlar ustanın ellerini öperken bir üniversite öğrencisi önünde baygınlık geçirmektedir. bunun ardından diğer konuşmacılar ise söz almaktan vazgeçerler. coşku sonsuza uzanır gibidir; dostoyevski’nin başındaki dikenli tacın üzerinde, zafer halesi ışıl ışıl parlamaya başlamıştır.


tanım olarak her ikisi de yazar olan ve mevkileri itibarıyla de aristokrat bir soydan gelen dostoyevski ve oscar wilde varlıklarını sürdürdükleri burjuva ortamlarından koparılarak hapse atılırlar. fakat wilde bu sınanmasında havanda öğütülürcesine paramparça olurken, dostoyevski kızgın potada eritilen tunç misali ruhunu yeniden biçimlendirir. (…) wilde hapisten çıktığında bitmiş haldedir. dostoyevski içinse çıkışı, yeni bir başlangıçtır. wilde kızgın korlar arasında değersiz bir çamura dönüşürken, dostoyevski’ye pırıl pırıl bir sertlik kazandırır. wilde karşı koyduğu için adete bir köle gibi şiddetle cezalandırılırken, dostoyevski kaderine duyduğu sevgiyle ona galip gelir.


dostoyevski de bu hastalıktan asla şikayet etmez. evet, hastalığını yenmek için herhangi bir zaman diliminde ciddiyetle bir tedavi yöntemi aramış olduğuna dair hiçbir kanıt yoktur. imkansız olanı, yani o sonsuz amor fati sayesinde kendi hastalığını, tüm diğer yüklerde ve tehlikelerde yaptığı gibi kaderi olarak benimseyip sevmiş olduğunu gönül rahatlığıyla kesin gözüyle bakabiliriz.


sanatçı dostoyevski ,en mükemmel ikilik mahsulüdür, sanatın belki de insanlığın en büyük düalistidir.


hararetli sabırsızlığı; yumuşak geçişlere, ahenge, sönük yükselişlere katlanamaz. dostoyevski “salam-sosis üretmekten başka bir şey bilmeyen” alman tüccarlarının mantığına uygun olarak özenle, tutumlulukla ve hesap kitap yaparak para kazanmayı sevmez; onu cezbeden şey tesadüflerdir: kendini bütüne teslim etmektir. o yeşil masanın başında durduğunda dünyevi kaderi bitmek bilmez bir meydan okumayla, bilerek veya bilmeyerek âdeta iradesini taklit etmektedir: kararlarının ufacık anlara sıkıştırılması, kor gibi yanan iğnesini en derin sinire kadar batıran o heyecanın en uç noktaya kadar sivriltilmesi; sara krizini başlamadan sezinlemesiyle sara yıldırımımın bir anda düşmesine ve semenovski meydanında yaşadığı o unutulmaz ana benzer.

çünkü o uçurumları sever; yaşamın derinliğine, tesadüfün doğaüstülüğüne hayrandır. o gözü kara bir tevazu içinde kendi gücünden daha güçlü olan erkleri sever ve onları her seferinde tahrik ederek öldürücü yıldırımları her seferinde üzerine çekmeyi başarır.


… fakat kötü olanı yok ederken kendi gücünün büyük bir kısmını da kaybeder. yaşamında payına düşen her şeyde olduğu gibi ikiliklerinde de tutku dolu olan dostoyevski, onun için donup kalma anlamına gelen uyuma ulaşmayı itemez.


kusurlarını, hastalığını, kumarı, ruhundaki kötülüğünü, hatta şehvet arzusunu bile sever zira o da fani bedenin bir metafiziği; haz almanın sonsuza uzanan iradesidir.


onun için doğru yaşamak şöyledir: güçlü yaşamak ve her şeyi yaşamak, iyiyi de kötüyü de bir arada ve her ikisini de en güçlü en sarhoş edici şekillerde deneyimlemek. bu nedenle dostoyevski asla belirli bir norm değil yalnızca yoğunluk aramıştır. yanı başında ise tolstoy, eserinin tam ortasındayken huzursuzlanarak ayağa fırlar ve nefesini tutup sanatı bir yana bırakarak ömrü boyunca neyin iyi neyin kötü olduğu; doğru mu yoksa yanlış mı yaşadığı sorularıyla kendine acı çektirmektedir. bu nedenle tolstoy’un hayatı didaktiktir, bir tür eğitim kitabı ve bir hiciv yazısıdır. dostoyevski’nin hayatı ise bir sanat eseridir; bir trajedi, bir yazgıdır. o, amaca uygun olarak eylemlerde bulunmaz, bilinçli hareket etmez; kendini sınamak yerine yalnızca güçlendirir. ,


o ızdırapların olduğu kadar hazların da müptelasıdır, adeta içgüdülerin kölesidir.


dostoyevski yaşama üstün gelmeyi istememiştir, onu hissetmeyi istemiştir.

…turgenyev rusya’yı ileriye itmeye çabalarken tolstoy geri çeker durur. kimsenin huzuru kalmamıştır. çarlık rejimi doğrudan komünizm kökenli bir anarşi ile karşı karşıya kalmıştır; eskiden kalma katı ortodoks inancı ise doğrudan fanatik ve çılgınca bir ateizme evrilmektedir. hiçbir şey kesin değildir, bu çağda hiçbir şeyin değeri ve ölçüsü kalmamıştır.


dostoyevski’nin dünyası karşısında dehşete kapılan ünlü bir fransız, orayı bir tür sinir hastalıkları hastanesi olarak tanımlamıştır. gerçekten de yüzeysel bakıldığında burası ilkin öylesine fantastik bir etki alanıdır ki! buram buram konyak kokan meyhaneler, hapishane hücreleri, varoş mahallelerdeki virane odalar, genelevlerle dolu sokaklar, içlerinde rembrandt’ın karanlığında kendinden geçmiş siluetlerin karmaşasının yaşandığı birahaneler, bir katil ve havaya kaldırdığı ellerinde kurbanın kanı; dinleyicilerin kahkahaları altında ezilen bir sarhoş, sokağın alacakaranlığında bekleyen vesikalı kız, sokak köşelerinde dilenen sara hastası çocuk, sibirya’nın katorgasındaki yedi cinayet işlemiş bir katil, sokak serserilerinin yumrukları arasında kalmış kumarbaz, karısının kilitli kapısı önünde bir hayvan gibi debelenen ragojin, kirli yatakta can çekişen dürüst hırsız… duyguların yeraltı dünyasıdır burası, tutkuların cehennemidir! ah öylesine trajik bir insanlık; bu suretler üzerine çökmüş öylesine rus kılıklı, öylesine gri ve öylesine aydınlanmak nedir bilmeyen boğucu bir gökyüzü; yüreklere ve toprakların üzerine çökmüş öylesine bir karanlık ki! bahtsızlığın vatanı, çaresizliğin çölleri, merhametin ve adaletin olmadığı bir araf gibi.


cogito ergo sum yerine “acı çekiyorum öyleyse varım”


keza dostoyevski’nin sadece kendi zıtlığının esiri olmadığı, aynı zamanda onun vaizi olduğunu da asla unutulmamalıdır.


nasıl ki dostoyevski rus çiftçilerinden kendi azizlerini yaratmışsa, rembrant da incil’dekileri andıran kendi figürlerini liman sokaklarında karşılaştığı örneklerden yola çıkarak şekillendirmiştir. her ilkesine göre de yaşamın en bayağı şekillerinde esrarengiz ve bilinmedik güzellikler gizlidir. her ikisi de halkın döküntüleri içinde kendi isalarını bulmuştur. her ikisi de yerküre güçlerinin daimi oyununun ve zıtlıklarının farkındadır. her ikisi de hem dünyevi olana hem de ruhsal olana aynı güçle etki eden aydınlığı ve karanlığı tanır. ışık, burada da orada da yaşamın nihai karanlığından türemiştir.


her sanat, yaratmak için itici güç olarak huzursuzluğa ihtiyaç duyar. keza yaratımını nihayet erdirirken en az onun kadar üstün bir dinginliğe ihtiyaç duyar.


oysa tutku dolu dostoyevski, sadece merakımızı, ilgimizi istemez, bizi bütün olarak ister. tüm ruhumuzu, hatta bedenimizi arzular. önce içsel boyutu elektrikle yükler ve arından ince zekayla duyarlılığımızı artırır. bir tür hipnoza girer ve onun tutku dolu iradesi karşısında kendi irademizi kaybederiz: bir büyücünün belirsiz mırıldanışı gibi, bitmeyen anlamsız konuşmalarla duyularımızı kuşatır, sırlar ve imalarla bizi efsunlayarak derinlere kadar ona eşlik etmemizi sağlar.


“hangi şartlar altında çalıştığımı görselerdi keşke. benden kusursuz başyapıtlar bekliyorlar ama ben bütün bu acı, çileli sıkıntılar nedeniyle acele etmek zorundayım” diye haykırır acıyla. huzur içinde kendi mülkilerinde yaşayarak satırlarını mükemmelleştirip düzenleyebilen, ancak bunun dışında başka hiçbir şeylerini kıskanmadığı tolstoy ile turgenyev’e lanetler okur.


… yoksulluğun kamçısı altındayken dahi sayfaları adeta tek tek özenle inceler; karısı açlıktan ölmek üzereyken ve ebenin parasını bile ödeyememişken budala eserini iki kez yok eder. kendisi bitmez tükenmez bir kusursuzlaştırma arzusuna sahiptir ama içinde bulunduğu yoksulluk da bitmek bilmez.


karamazov’un şehveti ise bir yaşam hazzıdır, sefahati kendini kirletmeye kadar götürür. onun şehveti, yaşamın en alt katmanına kadar inerek ona karışma isteğini yaratan derin bir dürtüdür; sırf yaşam olduğu için, canlılığın esrimesi içinde onun en sefil halini, özünü tatma arzusudur.


bitmeyen bir huzursuzluk içinde olan dostoyevski, sakin ve aydınlanmış insanda yaşamın en üst formunu görmesi; ikilemlerin adamı nihai ideal olarak birliği talep ederken, bir isyancı olarak da teslimiyeti şart koşması ne gariptir. dostoyevski’nin tanrı çilesi, karakterlerinde tanrı hazzına, şüpheleri hakikate, histerisi esenliğe, ıstırabıysa evrensel bir saadete dönüşmüştür. dostoyevski için nihai ve en güzel varoluş hali, saflıktır, çocuksu bir yüreğe ve doğal bir neşeye sahip olmaktır ki bu farkındalık hatta yüksek bir farkındalık kazanmış olan ama bunu hiçbir zaman tadamamıştır ve bu nedenle de insan için en yüce olanın özlemini duymuştur.