30 Ocak 2022 Pazar

ikaros'un sayıklamaları / m.t.



sonuçlar her zaman hikayelerden daha önemlidir.
çok hayati kararlar vereceği zamanlarda hep bu dağ evine kaçardı. alp dağlarının bilinmeyen derinliklerinde yıllar öncesinde bir kaşif tarafından keşfedilen bu yeri hiç kimseler bilmezdi. burayı ziyaret ettiği ilk gün heyecandan bir süre konuşamamış, kendisini bıraktığı bu güzelliklerden uzun süre sonra uyanınca da buraya hemen bir dağ evi yapılması emrini vermişti. daha sonraları kâşifin planını çizdiği gezi patikaları dağ evinin etrafına inşa edilmişti. evden çıkıp patikayı takip edip büyük bir yay çizerek dereleri, tepeleri ve dahi bin bir renkli güzellikleri aşıp eve geri dönebilirdiniz. bu çapta bir tur yaklaşık 6 saat kadar sürer ve eve dönüldüğünde turu yapanlar yeniden doğmuş gibi mutlu ve zinde olurlardı.
1939 yılı yaz ayının son günlerinde yeniden bu dağ evine yolu düşmüştü. vermesi gereken bir karar vardı ve bu karar birçokları için hayati olabilirdi. sabah erken saatlerde evden ayrılacağını ve patikada yapacağı gezinti sonucunda kafası rahatlamış bir şekilde kararını vereceğini etrafındakilere iletti.
önceki yüksek tempoda başladığı yürüyüşü ufak bir şelalenin ufacık bir dereye dönüştüğü bir noktada durdu. ufacık şelalenin düştüğü yerde oluşan oyukta kıpır kıpır kıpırdanan birkaç büyüleyici renge sahip balık onu adeta yere çiviledi. hayatında ilk defa şahit olduğu bu balık türü ve üzerlerindeki tanımsız renkler başını döndürdü. oyuğun üzerine hafiften eğilmiş, yeşilin en koyu tonlarına sahip bir çam ağacının kanatlarında gördüğü bir garip kuşun mırıldandığı şark onu çocukluğuna götürdü. aynen güzel annesinin o uyusun diye arada bir söylediği ninni gibiydi adeta. kuşun hafifçe kıpırdayışı sonrası dalgalanan ağaçtan enfes bir koku yayıldı etrafa. bu müthiş koku tanımlanmayacak bir baş dönmesi yaptı onda ve sonrasındaki derin sessizliği bir hafif rüzgar fısıltısı bozdu. rüzgar adamın üzerinde hafifçe bir reverans sonrası salıverdi kendisi ovaya. sapsarı papatyanın başını okşadı nazikçe, papatyalar kaldırdı başını teşekkür edercesine. ve belki de yağmur dilendiler bu cömert rüzgardan. rüzgar yükselip tutuverdi kar beyazı bir bulutun bacaklarından. bulut rahmet olup yağmaya başladı papatyaların üzerine. ve usul usul kayboldu sessizce. ta ki o zaman fark etti adam, bulutun arkasında takılıp ta dağ evine kadar geldiğini. yaşamın verdiği bu heyecan onu müthiş rahatlatmış ve alması gereken kararı çoktan vermişti.
adolf hitler hızlıca girdiği dağ evindeki çalışma odasına derhal telgraf çekmesini emretti. almanya bir sonraki günün sabahın polonya’yı işgal etme kararı almıştı. 1 eylül 1939 sabahı saat 04.45’de almanya’nın polonya’yı işgali ile 4 sene sürecek ve 72 milyon cana mal olacak ikinci dünya savaşı başlamıştı.

• kesin olan tek şey kesin bir şeyin olmaması. bu sebepledir ki insanın kendisini arada bir belirsizliğin kucağına bırakması gerekir. hayatın en güzel bölümleri bazen başlıksız ve o bölüme çok çok sonraları anlamlı bir başlık bulabilirsiniz.

•  "bütün sorunlarımızı, bizzat kaynağı olan beyinlerimizle çözmeye çalıştığımız için var zaten 'umut' "

•  kimine öğretilen, kimine ezberletilen ve kimine ise tattırılan korkular her yanımızda. daha çok köleleşerek daha da özgürleşeceğimizi düşündüğümüz bir dünyada yaşıyoruz artık.

•  beni korkutan karanlıkta bir şey görememek değil, karanlığın kendisini görememekti.

•  insan evladı egosu şişirilip akıl ve zekası söndürülmüş ilkel bir varlıktır.

•  çocuk, başta sadece rüya vardı, uyuyordu bütün evren, insan da… fakat doyumsuzdu insan evladı, gerçeklik talep etti, uykudan uyanıp medeniyet kurmak istedi. dinlerin yasak meyve ile metaforlaştırdıkları durumdu bu. talep düzen kurucu tarafından kabul edildi ve iyi niyet göstergesi olarak evren insanoğluna hediye edildi. insanoğlu tabiata karşı dayanıklı olup hayat kalabilmesi için “hırs” ve birbirlerini sürekli sevebilsinler diye “aşk” yüklendi. öne sürülen tek şart, verien sürede medeniyetin kurulmaması durumunda dünyaya geri dönmekti. insan evladı medeniyet inşa etmek yerine kendisine bahşedilen hırsı vahşileştirdi, aşkı güce peşkeş çekti. verilen süre insan evladına göre binlerce yıl olsa da bahsedilen düzeyde anlıktı, hızlıca doldu ve rüyaya geri çağrılıyoruz. rüyadan gerçekliğe geçiş sancılı bir süreçti, gerçeklikte kalabilmek daha sancılı, gerçeklikten rüyaya dönmek ise en sancılısı… çevremizde gördüğümüz bütün problemlerin ana kaynağı gerçekliğin silikleşmeye başladığı ilk nesil olmamız. ve yine son zamanlarda meydana gelen olaylarda sebep sonuç ilişkisinin tamamen ortadan kalkıp olayların alabildiğine anlamsızlaşması da uykuya dalmak üzere olduğumuz sırada gördüğümüz anlamsız yarı uyanık rüyalardan ibaret… zavallı. dön artık uykuna

•  yapay zeka kurgusu, akıllı makinelerin insanların işlerini ellerinden alması demek değildir. yapay zeka kurgusu bu akıllı makinelerin dünyanın yönetimine geçmesi demek de değildir.

•   yapay zeka kurgusunun karşılığının aslında gerçekteki ‘siz’in bizzat sanal ortamdaki ‘siz’ tarafından yönetilmek olduğunu anladığımızda takvimler 2030’ları gösterecek.

•  gelecek bütün pazarlama stratejilerinin, siyasal hamlelerin, gelecek tahminlerinin, kitle psikolojisi deneylerinin, bilinçaltı yönlendirmelerininin... üzerine oturacağı platform yapay zeka’nın üzerinde yükseleceği ‘big data’ olacak. iyi yönlendirmesi durumunda bizlere daha iyi bir dünya vaad edecek olan bu tarzdan bir kurgu kötü yönlendirmesi durumunda atom bombasının etkisinin kat be kat aşacak ir kuvvet.

•  … iplerin sıkılığı zaman denilen akışın en son noktasında bütün dünya insanlarını tek vücut yapacaktır. diğer bir tabirle zamanın sonunda bütün insanlar birbirlerinin kopyası varlıklara dönüşeceklerdir. hayatlar sıradanlaşacak ve basitleşecektir.  

27 Ocak 2022 Perşembe

insan vücuduna seyahat / gavin francis

 


· bilinci yerinde olmayan hastanın şakaklarına elektrik uygulanarak epilektik nöbet uyarılır; tıbbi tedavi olarak dramatik, hatta kimilerine göre ürkütücü bir fikirdir. sara krizleri yıllar yılı vücuttaki bir dönüşümün habericisi olarak düşünülmüşi hatta eski yunanlılar tarafından, insan dünyasıyla ruhlar alemi arasında kurulan doğrudan iletişimin kanıtı olduğu düşüncesiyle “kutsal hastalık” olarak adlandırılmıştır.

· o, insan yüzününün güzelliğini görür ve o güzelliğin nedenini araştırır ki nedeni, yüzün kendisinden de güzel olsa gerek (ralph waldo emerson, montaigne

·… ancak günümüze kadar gelen az sayıda eskiz, leonardo’nun gerek bir anatomist geekse teknik ressam olarka konuya getirdiği vizyon, hayal gücü ve müthiş hünerini açıkça göstermektedir. anatomiyle ilgilenmesinin altında, insan vücudunu idealize edildiği biçinde değil, olduğu gibi takdir etmek yatar. o’nun bakış açısıyla insan vücudu tanrı’nın yarattıkları arasında en üst mertebededir.

· gözün en mutlu olduğu zaman, kapalı olduğu anlardır; oysa işe yaraması için açık olması gerekir.”

· kemikler arasındaki eklemler, sinirlerin emrine, sinir kasa, kas kirişe ve kiriş ise sağduyu'ya uyar. ve sağduyu, ruhun makamıdır."

· yaşam saf alevdir ve bizi içimizdeki görünmez güneş yaşatır


21 Ocak 2022 Cuma

geçer / neyzen tevfik

 


bu tecelli-i hayat aşk ile büktü belimi,
çağlıyan göz yaşı mı, yoksa bu hicran seli mi?
inleyen saz-ı kazanın acaba bam teli mi?
çevrilen dest-i kaderle bu şuurun fi'limi,
ney susar, mey dökülür, gulgule-i cem de geçer.

ibret aldın okudunsa şu yaman dünyadan,
nefsini kurtarıgör masiva-vü mafihadan,
niyyet-i hılkati bul aşk-ı çıkar aradan,
önü yoktan, sonu bo..dan bu kuru davadan,
utanır gayret-i şefkatle cehennem de geçer.

ne şeriat, ne tarikat, ne hakikat, ne türe,
süremez hükmünü bunlar yaşadıkça bu küre,
cahilin korku kokan defterini tanrı düre!
marifet mahkemesinde verilen hükme göre,
cennet iflâs eder, efsane-i adem de geçer.

serseri neyzen'in aşkınla kulak ver sözüne,
girmemiştir bu avalim, bu bedayi gözüne.
cehlinin kudreti baktırmadı kendi özüne .
pir olur sâki-i gülçehre, bakılmaz yüzüne,
hak olur pir-i mugan, sohbet-i hemdem de geçer...



hande-i hurrem: şen gülüşler
devr-i şadi: mutluluk, sevinçlilik devri
gussa-i matem: matemin kederi
an-ı dem adem: insanın soluk alma anı
tecelli-i hayat: hayatın cilvesi
saz-ı kaza : (mealen) kaderin sazı
dest-i kader : kaderin yardımıyla
gulgule : şamata, gürültü
niyyet-i hilkat : yaradılışın amacı
ara : mıntıka bölge
türe : hak hukuk adalet
efsane-i adem : hz. adem efsanesi
avalim : dünyalar
bedayi :güzellikler
cehlinin : cehaletinin
pir olmak : yaşlanmak, ihtiyar olmak
saki-i gülçehre: içki sunan gül yüzlü kişi
hak : toprak
pir-i mugan : meyhaneci
sohbet-i hemdem : canciğer arkadaş sohbeti

13 Ocak 2022 Perşembe

anna karenina / tolstoy


kitabın başında incil'den bir alıntı: "içim nefretle dolu, öcümü alacağım." (dedi rab - romalılar, xıı, satır 19)

· mutlu aileler birbirine benzerler, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.

· aşağı indi. inerken kiti'ye –genç kız bir güneşmiş gibi– uzun süre bakmamaya çalışıyordu. ama –güneş gibi– bakmadan da görüyordu onu.

· belki öyledir. ama ne dersen de, şu anda ikimizin, karnımızın doymasını geciktirmek için istiridye yememiz de tuhafıma gidiyor. oysa köyde biz, işimizi yapacak gücü kazanmak için bir an önce karnımızı doyurmaya çalışırız... stepan arkadyeviç sözünü kesti: — elbette öyle, karnımızın doymasını geciktirmek istiyoruz. ama kültürün amacı da her şeyden zevk almanın yollarını araştırmak değil midir?  — kültürün amacı bu ise bir yabani olmayı yeğlerim. — yabanisin zaten. bütün levinler yabanidir.

· stepan arkadyeviç gülümsedi. levin'in bu duygusu hiç de yabancı değildi ona. levin için dünyada kızların ikiye ayrıldığım biliyordu. birinci bölümde kiti'den başka dünyanın bütün kızları bulunuyordu. bu kızlar, insana vergi bütün zayıflıkları olan insanlardı. her yerde görülen, hiçbir özelliği olmayan kızlardı bunlar. ikinci bölümdeyse kiti yalnız başınaydı. hiçbir zayıf yanı yoktu onun, insanların hepsinden çok çok üstündü.

·... evet, kardeşim, kadın dediğin, her şeyin üzerinde döndüğü bir burgudur. benim işler de çok kötü söz gelimi. gene kadınların yüzünden.

· görüyorsun ya, dedi. her şeyinle tam bir insansın. bu senin hem üstün özelliğindir hem eksik yanın. yaradılışın tam günlük yaşamda her şeyin tam olmasını istiyorsun. ama olmuyor. söz gelimi, her işin her zaman amacına uygun biçimde yürütülmesini istediğin devlet hizmetinde bunu bulamadığın için küçük görüyorsun devlet hizmetini. sonra, bir insanın çalışmasının her zaman bir amacının olmasını, aşk ve aile yaşamının her zaman bir olmasını istiyorsun. bu da olmuyor... yaşamın güzelliği, çeşitliliği, olağanüstülüğü gölgelerden, ışıktan oluşur.

· anna arkadyevna. kiti daha ilk anda farkına varmıştı bunun. onun güzelliği, gençliği, anna'nın pek hoşuna gitmişti. kiti daha ne oluyor anlamadan, anna'nın yalnızca etkisi altında kalmadığını, ona genç kızların, evli, yaşlı kadınlara tutuldukları biçimde tutulduğunu da hissetmişti. sonra kiti'ye döndü: 
— benim baloya gelmemi niçin böylesine istediğinizi biliyorum. bu balodan çok şeyler bekliyorsunuz. bu yüzden herkesin orada olmasını, baloya katılmasını istiyorsunuz. 
— doğru, nereden biliyorsunuz bunu? anna:
— oh! dedi. en güzel çağınızdır bu. isviçre dağlarındakinin aynı o koyu mavi dumanı anımsarım. çok iyi bilirim onu... o mutlu çağda her şeyi kaplayan bu duman, çocukluk yavaş yavaş sona ermeye yüz tuttuğunda; bu engin, mutlu, neşeli çevreden çıkan yol daraldıkça bu duman da dağılır. bu yol hem aydınlık hem güzel görünmesine karşın, içine girmek ürperti verir insana... bu yoldan geçmeyenimiz oldu mu

· dünyaya engel tanımaz yaradılışı, bilinmeyen bir şeyin zorladığı aklı olan bir insan olarak gelmenin suçu onun değildi. ama iyi olmayı istemişti hep.

· anna arkadyevna okuyor, okuduğunu da anlıyordu. ama okumak, yani başkalarının yaşamlarının yansımalarını izlemek hoşuna gitmezdi. kendi yaşamak isterdi. romanın kadın kahramanının hasta kocasına hizmet ettiğini okurken, hastanın odasında parmaklarının ucuna basarak kendisinin dolaşmasını isterdi

· şimdi sözünü ettiğiniz şey aşk değil, bir yanılmaydı, dedi. anna ürperdi.
— size bu sözcüğü, bu iğrenç sözcüğü ağzınıza almayı yasakladığımı unuttunuz mu? dedi.
ama yalnızca bu yasakladığımı sözcüğüyle vronski üzerinde bilinen hakları olduğunu kabul ettiğini, böylece de vronski'ye aşktan söz etmek cesaretini verdiğini anlamakta gecikmemişti

· gerçek yaşamda da karşılaşabiliyorsun işte öyleleriyle... felaket bir şey oluyorlar. kadın dediğin öyle bir yaratık ki, istediğin kadar incele, gene de hiç bilmediğin yanlarıyla karşılaşıyorsun... 
— onun için en iyisi hiç incelememek. 
— hayır... bir matematikçi, "zevk, bilinmezi çözmekte değil, onu aramaktadır," demiş... 

· vronski, kareninlerin terasında saatine baktığında öylesine heyecanlıydı, kendini düşüncelerine öylesine kaptırmıştı ki, kadranda yalnızca akreple yelkovanı görmüş, saatin kaç olduğunu anlamamıştı

· konstantin levin doğanın güzelliklerinden söz etmeyi de, söz edeni dinlemeyi de sevmezdi. sözler gördüğü şeylerin güzelliğini çıkarıp atıyorlardı sanki.

· ikisinin de yüzünde, yeni uyanmış güçlü, genç bir aşk okunuyordu

· levin, üşüdüğü için omuzlarını kaldırmış, yere bakarak hızlı hızlı yürüyordu. bir çıngırak sesi duydu. "ne bu? biri geliyor," diye geçirdi içinden, başım kaldırdı. şosede kırk adım önünde karşıdan dört atlı bir kupa arabası geliyordu. yandaki atlar tekerlek izlerinden kaçmak için içeri kaçıyorlar; ama arabacı yerinde yan oturmuş usta arabacı, tekerlekler düz yere gelecek biçimde sürmeyi başarıyordu arabayı. levin arabayı görmüş, arabanın kimin olabileceğini düşünmeden içine dalgın bakmıştı.

· köşede yaşlı bir kadın uyuyordu. pencerenin önünde –besbelli uykudan yeni uyanmış– bir kız, iki eliyle beyaz şapkasının kurdelelerini tutmuş, oturuyordu. kızın aydınlık, dalgın yüzünde levin'e yabancı, karmakarışık, çok güzel bir ruhsal dünyanın izleri vardı. pencereden kızıl ufka bakıyordu.

· araba tam geçiyordu ki, içtenlik okunan bir çift göz levin'e döndü. kız tanımıştı onu, güzel yüzünü şaşkınlık dolu bir sevinç aydınlatmıştı. yanılmış olamazdı levin. bu bir çift göz tekti dünyada. onun için yaşamın bütün anlamını da, ışığını da kendinde toplayabilecek tek yaratık vardı dünyada. o idi bu. kiti idi. levin onun tren istasyonundan yerguşovo'ya gittiğini anlamıştı. uykusuz geçen bu gecede levin'i heyecanlandıran her şey, verdiği bütün kararlar bir anda yitip gitmişti. bir köylü kadınla evlenmeyi kurduğunu tiksintiyle anımsadı. ona son zamanlarda öylesine acı veren yaşamla ilgili soruların yanıtı yalnızca oradaydı.

· kiti dönüp bakmadı ona. arabanın yay sesleri duyulmaz olmuştu artık. uzaktan çıngırak sesi işitiliyordu yalnızca. köpeklerin havlamalarından arabanın köyü de geçtiği anlaşılıyordu. sonra bomboş tarlalar kaldı, her yanda. köyden uzakta, ıssız şosede yalnız başına yürüyen, her şeye yabancı, her şeyden uzak levin

· bu söz oyunu, sırrını böyle saklayış, bütün kadınlar için olduğu gibi anna için de çok hoş bir şeydi. sırrını saklama zorunluluğu, o andaki amacı değildi onu çeken, saklayışının kendisiydi

· levin, yürütmekte olduğu çiftlik işlerinin, onunla işçiler arasında sürüp gitmekte olan amansız, inatçı bir savaş olduğunu görüyordu şimdi. bu durumun tek nedeni işçilerin neşeyle bir şeyi umursamadan çalışmak eğilimleri levin'in çıkarlarının onlara yalnızca yabancı, anlaşılmaz olmayıp onların çok haklı çıkarlarına taban tabana zıt düşmesiydi

· ağabey kardeş birbirlerine o denli yakındılar, birbirine o denli benziyorlardı ki, en küçük bir davranış, sesin en küçük bir yükselip alçalışı onlar için sözcüklerin anlatamayacağından çok şey anlatıyordu.

· şimdi ikisinin aklında da aynı şey vardı: öteki düşüncelerin hepsini ezen, nikolay'ın, hastalığı, ölümünün yakın olduğu düşüncesi. ikisi de söz edemiyorlardı bundan. dolayısıyla düşündükleri tek şeye değinmeden konuştuklarının tümü yapmacıktı. akşamın bittiğine, yatma zamanının geldiğine levin hiçbir zaman o akşamki kadar sevinmemişti. hiçbir yabancının yanında, hiçbir resmi toplantıda o akşamki kadar yapmacık davranmamıştı, ikiyüzlü olmamıştı. üzüyordu onu bu. ölümü yakın olan sevgili ağabeyi için ağlamak geliyordu içinden. oysa onun ileride neler yapacağı, yaşamını nasıl düzene sokacağı üzerine anlattıklarını dinlemek, doğrulamak zorundaydı.

· dengi olanlara karşı rahat, doğaldı. kendinden küçüklere karşı ise küçümseme dolu bir hoşgörüsü vardı

· karısını, baldızını sordu sviyajski'ye. belleğinde sviyajski'nin baldızı üzerine düşüncesiyle evlilik düşüncesi arasında bir bağıntı olduğu için tuhaf bir çağrışımla, mutluluğunu sviyajski'nin karısıyla baldızından daha iyi hiç kimseye anlatamazmış gibi geldi ona. onlarla görüşeceğine seviniyordu şimdi

· bütün gece ve sabah kendinde değildi. maddesel yaşamın koşullarının bütünüyle dışında hissediyordu kendini. bütün gün bir şey yememiş, iki gece uyumamış, birkaç saat bir gömlekle soğukta oturmuştu; ama her zamankinden daha dinç, daha sağlıklı hissediyordu kendini. bedeninden apayrı, bağımsız olduğunu da hissediyordu. kaslarını zorlamadan yürüyor, her şeyi yapacak güçte hissediyordu kendini. gerekirse uçabileceğine ya da şu evin duvarını bir omuzda yıkabileceğine kesin inancı vardı. kalan iki saati doldurmak için sokaklarda dolaştı. ikide bir saatine bakıyor, çevresini seyrediyordu.

· o sabah gördüklerini bir daha hiç görmedi ömründe. özellikle, okula giden çocuklar, çatılardan uçarak kaldırıma inen kül rengi güvercinler, görünmeyen bir elin sergilediği, una bulanmış ekmekler çok duygulandırmıştı

· inanacak mısın, onun iyi yürekli, yüce gönüllü, soylu bir insan olduğunu, onun tırnağı kadar değerim olmadığını bile bile nefret ediyorum ondan. yüce gönüllülüğü için nefret ediyorum

· şimdi ise yeteneklerinin yarısı kendi kendini aldatmaya, öteki yarısı da bu aldatışı haklı göstermeye yönelmiş durumda

· bu nedenle vronski de –aç bir hayvanın, yiyecek bir şeydir umuduyla önüne gelen her şeye saldırdığı gibi– bilinçsizce bir politikaya, bir yeni kitaplara, bir resme sarılıyordu.

· … bu izlenimi de nasıl kapıp içine sindirdiğini, gerektiğinde kullanmak üzere belleğinin derinliklerine gizlediğini fark etmemişti. golenişçef'in daha önce anlattıklarından zaten iyi bir izlenim edinmemiş olan ziyaretçiler ressamı görünce daha büyük bir düşkırıklığına uğradılar. kahverengi şapkasının, zeytin yeşili pardösüsünün, dar pantolonunun –oysa geniş pantolon modası çıkalı çok oluyordu– içinde mihaylof orta boyuyla, kalın bedeniyle, hantal yürüyüşüyle, özellikle de yüzündeki ürkeklik ve değerinin anlaşılması isteğiyle birleşmiş o bayağı anlatımla ziyaretçiler üzerinde tatsız bir izlenim bırakmıştı.

· mutluydu; ama aile yaşamının içine girince her an, hayal ettiği şeyin bu olmadığını hissediyordu. sıkça, durgun bir gölde küçücük bir kayığın düzgün, mutlu gidişini seyreden bir insanın, bu kayığa kendi bindiği anda hissedeceklerini hissediyordu

· karavana atmıştı. vurduğu çulluğu aramaya gittiğinde onu da bulamadı. sazlığı adım adım dolaştı. ama onun kuşu vurduğuna inanmıyordu laska. sahibi onu avı aramaya yollayınca da arıyor gibi yapıyor; ama aramıyordu

· şimdi anna'nın yüzünde gördüğü, yalnız âşık kadınlarda görülen o geçici güzelliğe hayran

· onlar oyun oynarlarken hiç eğlenememişti. anna ile vasenka veslovski arasında oyunda da sürüp giden o flört havası ile bir çocuk oyununu çocuksuz, kendi başlarına oynayan bu koca insanların davranışlarındaki yapmacıklık hiç hoşuna gitmemişti. ama başkalarının neşesini kaçırmamak, zamanı şöyle ya da böyle geçirmek için bir süre dinlendikten sonra yeniden katılmıştı oyuna. eğleniyormuş gibi davranmıştı. o gün kendini, bütün gün tiyatroda sahnede, kendinden iyi artistlerle oynuyor, yeteneksizliğiyle oyunu berbat ediyor sanmıştı.

· kalabilirse, iki gün kalmak amacıyla gelmişti buraya. ama akşam üzeri oyun oynarken, devrisi gün dönmeye karar vermişti. gelirken yolda öylesine nefret ettiği o acı dolu annelik endişeleri şimdi, onlarsız geçirdiği bir günün sonunda bambaşka görünüyorlardı ona. kendilerine çekiyorlardı onu.

· onun güzelliğine, zekâsına, kültürüne, aynı zamanda sadeliğine, içtenliğine hayran kalmıştı

· ama kanıt değil benim için gerekli olan. sevgi istiyorum ben

· hiç beklenmedik bir biçimde dilinin ucuna gelen sözcükler döküldü ağzından: — tanrım sen acı bize! bağışla, yardım et! tanrı'ya inanmayan levin yalnız ağzıyla söylemiyordu bunu. şimdi, o anda, içindeki kuşkuların değil, içinde olduğunu bildiği, aklıyla inanmasının olanaksızlığının bile tanrı'ya yalvarmasına engel olamayacağını biliyordu. bunların hepsi yok olmuş, uçup gitmişti ruhundan şimdi. kendini, ruhunu, sevgisini elinde hissettiği ona yalvarmayıp da kime yalvaracaktı o anda

· ... bence maaş herhangi bir şeyin ücretidir. bu ücretin de arz talep yasasına uyması gerekir. maaş bağlanmasında bu yasaya uyulmazsa, –söz gelimi, görüyorum, okulu bitiren iki mühendisten, aynı şeyleri bilen, aynı derecede yetenekli iki mühendisten biri kırk bin alıyor, öteki iki binle yetinmek zorunda kalıyor. ya da birtakım hukukçuları, süvari subaylarını büyük maaşlarla, hiç anlamadıkları işlere, banka müdürlüklerine getiriyorlar– evet, bütün bunlardan maaşların arz talep yasasına göre değil, doğrudan doğruya keyfe göre bağlandığı sonucunu çıkarıyorum. burada çok önemli, devlet hizmetinde kötü etkileri görülen bir kötüye kullanmadır söz konusu olan. bence...

· aile yaşamında bir şey yapabilmesi için karı koca arasında ya kesin bir anlaşmazlık ya da sevgi dolu bir anlaşma olmalıdır. karı koca arasında ilişki belirsizse, anlaşmazlık da, sevgi dolu anlaşma da yoksa, bu durumda hiçbir şey yapılamaz.

· çok aile, sırf karı koca arasında tam bir anlaşmazlık ya da anlaşma olmadığı için ikisinin de çoktan bıktıkları yeri yıllarca değiştiremezler

· anna kompartıman arkadaşlarını unutmuş, vagonun hafif sallanışları arasında, tertemiz havayı ciğerlerine çekerek düşünmeye başlamıştı gene. "evet, nerede kalmıştım? kendime, benim için yaşamanın acı olmayacağı bir durum düşünemeyeceğimde. hepimizin acı çekmek için yaratıldığımızda. bunu hepimizin bildiğinde, kendi kendimizi aldatmak için birtakım şeyler düşündüğümüzde. ama gerçeği görünce ne yapmalı?"
anna'nın karşısında oturan kadın dudaklarını büzerek fransızca: — insana akıl, onu huzursuz eden şeylerden kurtulması için verilmiştir, dedi. söylediği bu cümleyi pek sevdiği belliydi. kadın anna'nın düşüncelerine yanıt vermişti sanki.
"onu huzursuz eden şeylerden kurtulması için," diye yineledi içinden. al yanaklı adamla sıska karısına bir göz atınca hastalıklı kadının kendini anlaşılmamış bir kadın saydığını, kocasınınsa onu aldattığını, karısının kendi için bu düşüncesini benimsediğini anladı. anna, düşünce ışığını üzerlerine çevirince onların bütün serüvenlerini, ruhlarının en gizli köşelerini

· ayrıca, karısı doğum yaparken hiç beklenmedik bir şey olmuştu levin'e. tanrı'ya inanmıyordu; ama o anda, inanan bir insan gibi dua etmeye başlamıştı. ama o an gelip geçmişti. o andaki ruhsal durumuna ruhunda bir yer veremiyordu şimdi. o zaman gerçeği gördüğünü, şimdi yanıldığını kabul edemiyordu. çünkü bunu serinkanlılıkla, sakin sakin düşünmeye başlayınca düşünceleri darmadağın oluyordu. yanıldığını da kabul edemiyordu. çünkü o andaki ruhsal durumuna değer veriyordu. bunu zayıflığın bir sonucu olarak kabul etmekle o dakikaların anısını kirletmiş oluyordu. acı dolu bir çelişki içindeydi. kendi kendiyle bu çelişkiden kurtulmak için ruhunun bütün gücünü seferber etmişti.moskova'da köyde geçirdiği son aylar içinde, aradığı yanıtı materyalistlerde bulamayacağı kanısına varınca eflatun'u, spinoza'yı, kant'ı, schelling'i, hegel'i, schopenhauer'i yaşamı maddeci olmayan bir görüşle inceleyen filozofların hepsini tekrar tekrar okudu.ama sorunların çözümünün nasıl olacağını okumaya ya da düşünmeye başlar başlamaz, hep aynı şey oluyordu. ruh gibi, irade, özgürlük, maddenin özü gibi kesin anlamı olmayan sözcüklerin uzadıkça uzayan açıklamalarından giderek, filozofların ona kurduğu (ya da kendi kendine hazırladığı) söz tuzaklarına bile bile düşerek, bir şeyler anlar gibi oluyordu. ama düşüncelerin yapay zincirini unutması, yaşamı bırakıp belirli bir düşünce zincirine bağlı kaldığında onu doyuran şeye dönmesi yetiyordu bütün bu yapının iskambil kâğıtlarından bir ev gibi birden yıkılmasına; bu yapının, yaşamda akıldan önemli bir şeye bağlı kalınmadan, çeşitli anlamlar verilebilecek sözcüklerden kurulduğu gerçeğinin birden açıkça anlaşılmasına. bir gün, schopenhauer'i okurken ilkbahar boyunca kendinde değildi levin. korkunç anlar yaşadı. kendi kendine "neyin nesi olduğumu, bu dünyaya niçin geldiğimi bilmeden yaşamam olanaksız, diyordu. öğrenemeyeceğim bunu. öyleyse yaşayamam."

· "sonsuz zamanın bir anında, maddenin sonsuzluğunda, küçücük bir hücre kopuyor organizmadan, bir süre öyle duruyor, sonra patlıyor... ben bu hücreyim işte.

· insana acı veren bir yalandı bu. ama insan düşüncesinin bu yönde yüzyıllar boyu çalışmasının vardığı son ve tek sonuçtu "neyim ben? neredeydim? niçin buradayım?"

insanlar çeşit çeşit

· başkalarını sevmeyi mantık bulmuş olamaz. mantığa aykırıdır çünkü sevmek.


rus düzyazısının en büyük sanatçılarını şöyle sıralayabiliriz; bir, tolstoy; iki, gogol; üç, çehov; dört, turgenyev dostoyevski ile saltikov. çok kişi açıklayamadığı duygularla yaklaşır tolstoy'a. ondaki sanatçıyı sever, vaizden ise son derece sıkılır; ama aynı zamanda, vaiz tolstoy'u sanatçı tolstoy'dan ayırmak da son derece zordur. tolstoy bir bütündür, tektir ve özellikle yaşlılık yıllarında kara toprağın, beyaz tenin, mavi karın, yeşil çayırların, mor fırtına bulutlarının güzelliğine bakıp da içi giden adamla edebiyatın günahkârlık, sanatın ahlâkdışı olduğunu ileri süren adam arasındaki çatışma, aynı adamın içinde yaşanmaktadır. birçok rus yazarı onun nereden gelip nereye gittiğini, temel özelliklerini merak edip durmuşlardır. puşkin için soylu bir güneşin altında parıldayan mermerdendi; çok daha alt düzeyde bir sanatçı olan dostoyevski, onu kan, gözyaşı, histerik ve güncel politika ve tere bulanmış bir şey olarak gördü; çehov, çevresini saran sisler içindeki dekorla ilgilenir gibi görünürken şakacı bakışlarını onun üzerinden hiç ayırmadı; tolstoy ise başını eğip yumruklarını sıkarak dosdoğru üzerine yürüdü. gerçeğin ve bir zamanlar isa'nın çarmıhının durduğu yeri buldu ya da kendi benliğinin imgesini... vronski'yi sevdiği kadar onu da sever; her ikisinin de adları aleksey'dir, her ikisi de ona âşık erkekler olarak anna'nın rüyalarını paylaşmışlardır. levin'in evliliği yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda metafizik bir aşk anlayışı üzerine, her an özveriye hazır olmak üzerine, karşılıklı sevgi üzerine kuruludur. anna-vronski birlikteliği ise yalnızca cinsel aşk üzerine kuruludur ve yıkılmasına neden olan da budur. (…) tolstoy'u ilgilendiren ise ahlâkın ebedi isterleridir. ve vurgulamak istediği gerçek ahlâki ders de şudur; aşk yalnızca cinsel olamaz, çünkü o zaman bencilcedir ve bencilce olduğu için de yaratmaz, yıkar. böylelikle de günahı içerir. tolstoy bu dersi sanatsal açıdan olabildiğince açık seçik kılmak üzere olağanüstü bir imgeler akışı içinde, birbirine taban tabana zıt iki aşkı yan yana getirir; vronski-anna çiftinin cinsel aşkları (duyumsal açıdan zengin; ama bahtsız, tinselliği kısır heyecanlar içinde debelenip duran bir aşk), öte yanda adını tolstoy'un koyduğu otantik, hıristiyanca sevgi, duyumsallığın zenginliğinden yoksun olmayan; ama sorumluluğun, sevecenliğin, gerçeğin ve aile sevinçlerinin katışıksız atmosferinde denge ve uyum bulan levin-kiti çiftinin aşkları...

tolstoy yaşamı, çok hoşa gidecek bir biçimde, tastamam, biz insanoğullarının zaman duygusuna denk düşecek biçimde canlandırmak gibi olağanüstü bir yöntem keşfetmişti. ... vladimir nabokov

4 Ocak 2022 Salı

the body of the dead christ in the tomb (1521) / hans holbein



tablo isa’nın çarmıhtan indiriliş anını gösteriyordu. genelde ressamlar çarmıhta ve çarmıhtan indirilmiş isa’yı daima eşsiz bir güzellikte resmetmişlerdir. en korkunç işkenceler bile bu güzelliği yok edememiştir. oysa rogojin’in evinde gördüğüm tabloda, bu güzellikten eser yoktu. bu, çarmıha gerilmeden evvel de sonsuz acılar içinde kıvranmış, işkence görmüş, yaralanış, taşıdığı çarmıhın ağırlığıyla ezilmiş, askerlerle halkın dayağını, sonunda da (en azından benim hesabıma göre) altı saat süren çarmıhın azabını çekmiş bir insanın ölüsüydü. bu gerçekten de çarmıhtan yeni indirilmiş bir adamın yüzüydü… ölümün sertliği başlamamıştı henüz. yüzünden sanki hâlâ acı çektiği okunuyordu. sanatçı bunu büyük bir ustalıkla yansıtmıştı. böyle işkencelerden sonra, kim olursa olsun, kesinlikle böyle görünürdü. hıristiyan kilisesi’nin, isa’nın çektiği ıstırabın sembolik değil gerçek olduğunu savunduğunu biliyorum. buna göre onun bedeni tabiat yasalarının etkisindedir. tabloda, darbelerden bozulmuş, çok şişmiş, kanlı çürüklerle dolu bir yüz gösteriliyordu. açık gözlerinde ölüm okunuyordu; göz bebekleri kaymıştı. ama işin garibi, işkence çekmiş bu insanın ölüsüne bakarken insanın aklına çok ilginç bir soru beliriyordu: onun müritleri, gelecekteki havarileri, onu izleyen ve kendilerini çarmıhın dibine atan kadınlar, ona inanan bütün insanlar önlerinde böyle bir ölü gördükleri halde nasıl oldu da onun dirileceğine inanabildiler? eğer ölüm böyle korkunç ise ve tabiat yasaları bu denli güçlüyse, bunları nasıl alt ederiz? yaşarken tabiata hükmedebilen, “talifa kumi!” diyerek bir genç kızı, “lazar, dışarı çık!” diyerek bir erkeği dirilten, yasaları yenemediğine göre bizim elimizden ne gelir? insan bu tabloya bakınca, tabiatı, kocaman, acımasız sessiz bir hayvan ya da ne denli tuhaf olsa da, yeni icat edilmiş kocaman bir makine olarak hayal ediyor. bu makine, ulu, değeri hiçbir şeyle kıyaslanamaz bir varlığı, bütün tabiata, onun yasalarına ve belki de sırf o varlığın vücut bulması için yaratılmış bütün evrene bedel o varlığı duygusuzca yakalamış, parçalamış, yutuvermiştir. bu tabloda her şeye hükmeden o karanlık, çirkin ve anlamsız, ölümsüz güç canlandırılmaktadır; ister istemez sizi de etkisi altına alan bir güç… tabloda yer almayan ama o anda ölüyü çevreleyen insanlar, bütün umutlarını ve belki de inançlarını parçalayan o gece, büyük bir acı duymuş olmalılar. her biri, içlerinde asla peşlerini bırakmayacak bir düşünceyi yanında götürmüş olsa da, korku içinde dağılmış olmalıydılar. kendisi de işkence sonrası hayalini görebilseydi, çarmıha kendisi çıkar, böyle bir ölüme katlanabilir miydi? tabloya baktığınızda, aklınıza ister istemez böyle bir soru da geliyordu. (budala)

"bu tabloda belki de, özellikle, herkesin boyun eğdiği ve sizi de ister istemez etkisi altına alan o karanlık, küstah, anlamsız-sonsuz güç canlandırılmış. ölünün çevresinde yer alan ve hiçbirini tabloda görmediğimiz insanlar o akşam bir anda bütün umutlarını, hatta belki de inançlarını paramparça eden korkunç bir acıyı ve kuşkuyu yaşamış olmalıydılar. asla kurtulamayacakları bir düşünceyi de içlerinde götürerek her biri bir yana dağılıp gitmişti belki de.

isa da öldürülmeden önce kendisinin şu tablodaki halini görebilseydi, çarmıha kendiliğinden çıkar ve şimdi olduğu gibi ölür müydü? tabloya baktığınızda işte bu soru da karşınıza dikiliyordu.” (ippolit - dostoyevski, budala)

"cenevre’ye giderken müzeyi ziyaret etmek için bir gün basel’de kaldık; kocama, bu müzede bulunan bir tablodan çok söz edilmişti. holbein’ın bir tablosuydu bu, tabloda mesih’in, haçtan indirilen, insan görünümünü yitirmiş, çürümeye yüz tutmuş bir din şehidini sırtında taşıması resmedilmişti. kanlar içindeki şişmiş yüzün görüntüsü feciydi; o sıradaki ruhsal durumum tablonun önünde daha uzun süre kalmama elvermedi, bir başka salona geçtim. fakat kocam resmin önünde donup kalmıştı. tablonun fiyodor mihailoviç üzerinde bıraktığı izlenimin bir yansımasını budala’da bulmak mümkündür. yirmi dakika sonra tablonun yer aldığı salona döndüğümde, kocam sanki zincirle bağlanmış gibi hala orada, aynı yerdeydi. aşırı heyecanlı yüzü çoğu kez sara nöbetleri öncesi dikkatimi çekmiş olan o müthiş korkunun izlerini taşıyordu. usulca koluna girdim, salondan çıkardım, bir sıraya oturttum, sara nöbeti geldi gelecekti; neyseki beklediğim gerçekleşmedi. yavaş yavaş sakinleşti, fakat müzeden çıkarken tabloyu ısrarla bir kez daha görmek istedi” fyodor dostoyevski: bir yaşam - anılar, anna dostoyevski