12 Şubat 2019 Salı
sitare / dilaver cebeci
nerden çıktın böyle karşıma sitâre
efsaneler dökülüyor gülüşlerinden
kirpiklerin yüreğime batıyor
telaşlı bir kalabalığın ortasında
ayaküstü konuşuyoruz
nedim'im nigehbân nergisleri gibi
üstümüzde bütün nazarlar
çok utanıyorum sitare
dün oturup hesap ettim
sen doğduğun zaman
ben bir askerî mektepte talebeymişim.
sen bilmezsin sitare
burada gündüzler çekip durduğumuz bir mercan tesbih
geceler içinde uyuduğumuz birer siyah buluttu
her akşam dokuzda yat borusu çalardı
yat borusu baştan aşağı hüzün çalardı
bir derin uykuyaatardım kendimi
siyah benli bir kız düşlerime kaçardı
ben de onu alır anamın düşlerine kaçardım
bu azgın kalabalıkta seni tam duyamıyorum
gözlerin mi daha sıcak gülüyor
yoksa dudakların mı anlıyamıyorum
seninle konuşurken sitare
aklıma yıldlzlar dökülüyor
bir çaresiz zühre oluyorsun babil caddelerinde
ateş gözlü kahinler koşuyorlar arkandan
binlerce meşalenin aydınlığı kımıldıyor saçlarında
gökyüzü salkım salkım
zigguratlar tıklım tıklım
dönüp dolaşıp dudaklanna takılıyor aklım
ah benim bu akıldan sıyrılmış aklım
kimi gün boşlukta konacak yer bulamayan
kimi gün inatçı yosunlar gibi
kepez diplerine yapışan aklım
gözlerine baktığım zaman sitare
bütün çöllere ay doğuyor
yoldaş ediyorum kendime
imrül kays'ı antere'yi a'şa'yı,
en kuytu vahalan dolaşıyorum
hangi vahaya gitsem çadırlar sökülmüş sitare
çadırla su arasında bir cılga var,
o cılgada narin ayak izlerin var
durgun suya düşüp kalmış gözlerin var
bu azgın kalabalıkta seni tam duyamıyorum
gözlerin mi daha sıcak gülüyor
yoksa dudaklann mı anlıyamıyorum
bazan sapsan bir benizle geliyorsun
huysuz çizgileri alnında uykusuzluğun
biliyorum içinde bir sızı var
bıçak ağzı gibi ince bir sızı var
bu sızıdır işte seni verimsiz kılan
züheyr'in suad'ı gibi keremsiz kılan
kuzeyden güneye, güneyden kuzeye
hey gidip geliyorum bu çöllerde
kureyş'in heybetli ve inatçı develeri
hiç aldırmadan benim esmer sevdama
geviş getiriyorlar ufuklara bakarak
ben kaçıp yesrib'e sığınıyorum
yesrib bahane bir kitaba sığınıyorum
dağda, ovada, bâdiyede okuduğum hep elif
elif diyorum sitâre, sineme elif çekiyorum
''ah minel aşkı ve halâtihi...''
çok eski bir gerçektir bu biliyorum
bu azgın kalabalıkta seni tam duyamıyorum
gözlerin mi daha sıcak gülüyor
yoksa dudakların mı anlayamıyorum
sinsi bir yağmur altında beraber yürüyoruz
ve ikimiz de ıslanıyoruz
ben ne yağmurlar gördüm sitare
ben kaç kere iliklerime kadar ıslandım
bilmiyorum sen kaç yaşındaydın
ben göğü hep kurşun bir kubbe gibi ağır
o şehirde sırılsıklam gezerdim
bölük bölük insanlar boşanırdı tapınaklardan
tapınaklar insanları safra gibi atardı
sonra hepsi bir yere toplanıp bana bakarlardı
bir gün bu şehrin kirli yağmurlar alıp götürdü beni
gidip bir uygur çadırında göğü dinledim
kara bulutlar kükrerken bir kaşgar sabahında
oturup aprunçur tigin ile seni konuştuk
bakışlarımı sunuyorum tereddütsüz alıyorsun
gizli bir tebessümle çağırıyorum geliyorsun
kaşı karam gözü karam saçı karam
umay gibi yumuşak huylum
nerden çıktın karşıma böyle
sesin ılık bir bahar güneşi gibi
iğıl ığıl akıyor içime
asya’nın bozkırlından ordular düşüyor peşime
yığılıp kalmışım bu anadolu toprağına sitare
adam akıllı yorulmuşum
ellerin böyle olmamalıydı ellerine acıyorum
ve kim bilir kaç yıldan beri kalbimi öğütlüyorum
durup durup ıssız yerlerde
güçlü ol ey kalbim güçlü ol!
daha çok işimiz var diyorum
bu azgın kalabalıkta seni tam duyamıyorum
gözlerin mi daha sıcak gülüyor
yoksa dudakların mı anlayamıyorum.
hazlar ve günler / marcel proust
• hırs insanı şan ve şöhretten daha çok sarhoş eder; arzu her şeyi yeşertirken sahip oluş soldurur; hayatı yaşamaktansa düşlemek yeğdir; kaldı ki yaşamak da bir bakıma hayatı düşlemektir, ama hem gizemi hem de netliği azalmış bir düştür.
• daha az üzüldüğü için üzüldü, sonra bu üzüntü de geçti. sonra bütün üzüntüler geçti gitti, hepsi; hazları göndermeye gerek yoktu, onlar zaten uzun zaman önce, başlarını çevirip bakmadan, ellerinde çiçekli dallarıyla, kanatlı topuklarıyla kaçıp gitmişlerdi; kendileri için yeterince genç olmayan o evden kaçmışlardı. sonra bütün insanlar gibi o da öldü.
• bizi besleyecek olan ekmek acıdır. mutlu bir hayatta benzerlerimizin kaderleri ister çıkarın arkasına gizlenmiş, ister arzuyla şekil değiştirmiş olsun, bize gerçek halleriyle görünmez. ama hayatta ızdırabın getirdiği tarafsızlık, tiyatroda da acılı güzellik duygusu içinde, başkalarının kaderi ve bizzat bizim kaderimiz, nihayet kulak kesilen ruhumuza görevin ve gerçeğin daha önce işitilmemiş ebedi sesini duyurur. gerçek bir sanatçının kederli eseri bize ızdırap çekmiş kişilerin tarzında seslenir; acı çekmiş herkesi başka şeyleri bir yana bırakıp kendisini dinlemeye zorlar.
• aşklarının yaratıcı ve bereketli dehasına düşünmeden teslim olarak tıpkı bir ulusun silah, oyun ve yasalarla donatılışı gibi kendilerine ait bir lisanla donatılmışlardı.
• kendisininkini de hariç tutmadığı bütün bu hayatların geri geri giderek, gözlerini hayattan ayırmadan ölüme doğru ilerleyişleri evrensel bir skandaldı
• sonsuzluk için yaratılmış ve giderek neredeyse hiçliğe hapsolan bir hayatın şaşaalı ve kasvetli manzarasını sunmaya devam ediyordu; gerçek kılabilecekken günbegün uzaklaştığı soylu kaderin hüzünlü gölgeleri kalmıştı sadece geriye.
• cardenio snoptur, pippo ise dostluk iddialarına rağmen çıkarcı bir sahtekârdır. fortunata’ya gelince, herkes hemfikirdir, o iyi kalplidir. şişkoluğu iyi niyetli kişiliğinin garantisidir; bu kadar şişman bir kadının fesat olması mümkün müdür?
• blaudelaire’in sonbahar akşamüzerlerinden bahisle dediği gibi) “muğlaklığı yoğunluğunu azaltmayan duygular vardır ve sonsuzluğun ucu kadar keskin bir nokta yoktur
• daha sonra, annemin yokluğu daha da acı şeyler öğretti bana: insanın yokluğa alışabileceğini.
• ellerinin mutlulukla ya da gerginlikle sıktığı yüzeylerinizdeki kırışıklıkları koruyorsunuz; kitabi ya da hayati bir kederle döktüğünüz gözyaşları belki hala içinizde hapsolmuş duruyor; onun gözlerini ışıldatmış ya da incitmiş gün ışığı sizlere bu sıcak renkleri bahşetmiş. size ürpererek dokunuyorum, ifşaatınızı sabırsızlıkla bekliyor, sessizliğinizden kaygı duyuyorum. heyhat! belki o da siz büyüleyici, narin varlıklar gibi, kendi zarafetinin duyarsız ve bilinçsiz tanığıydı. belki en gerçek güzelliği benim arzumda saklıydı. o hayatını yaşadı ama belki bir tek ben onun hayatını düşledim.
• ellerinin mutlulukla ya da gerginlikle sıktığı yüzeylerinizdeki kırışıklıkları koruyorsunuz; kitabi ya da hayati bir kederle döktüğünüz gözyaşları belki hala içinizde hapsolmuş duruyor; onun gözlerini ışıldatmış ya da incitmiş gün ışığı sizlere bu sıcak renkleri bahşetmiş. size ürpererek dokunuyorum, ifşaatınızı sabırsızlıkla bekliyor, sessizliğinizden kaygı duyuyorum. heyhat! belki o da siz büyüleyici, narin varlıklar gibi, kendi zarafetinin duyarsız ve bilinçsiz tanığıydı. belki en gerçek güzelliği benim arzumda saklıydı. o hayatını yaşadı ama belki bir tek ben onun hayatını düşledim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)