9 Eylül 2017 Cumartesi

kör baykuş / sadık hidayet



... çünkü benim çok yükseğimdeydi tanrı.

• yalnız cismim değil, ruhum da, aralarında bir uyuşma olmaksızın, kalbimle sürekli zıt gidiyorlardı. garip bir dağılma ve bölünmeden geçiyordum sürekli. bazen bir şey düşünüyor, buna kendim de inanmıyordum. bazen içimde kendime karşı bir acıma duygusu beliriyor, ama aklım ayıplıyordu beni. birisiyle konuşsam, bir şey yapsam, türlü konularda söze karışsam gönlüm başka yerde oluyordu, aklım başka yerde, ve ayıplıyordum kendimi. dağılan, çözülen bir kitleydim ben. sanki ben hep böyleydim, böyle de kalacağım: acayip, biçimsiz bir karışım.

• annesi "salgı salamaz ol!" diye beddua eder yavru örümceğe. küçük örümcek ağ yapamayınca ölüme kurban gider. 

• tanrı gerçekten var mı, yoksa kutsal imtiyazlarının korunmasını gözeten bu yeryüzü güçlüleri tarafından, vatandaşlarını daha da rahat sömürebilmek için, kendi taşanlarına göre mi yaratılmıştır; yeryüzünün gökyüzüne bir yansıması mıdır; bu gibi şeyleri artık umursamıyor, ben yalnız sabaha çıkıp çıkmayacağımı bilmek istiyordum. ölümün karşısında mezhebin, imanın, itikadın ne kadar gevşek ve çocukça olduğunu hissediyordum. sağlığı yerinde ve mutlu olanlar için, eğlencelik şeylerdi bunlar. ölümün ve çektiklerimin korkunç gerçeği karşısında, kıyamet günü üzerine, ruhun ahretteki mükâfatları üzerine bana telkin ettikleri şeyler, tatsız bir aldatmaca oluyordu. bana öğrettikleri dualar, ölüm korkusu karşısında etkisizdiler. 

• benim mayam ve yüz ifadem, esrarlı bir içgüdüden, ataların günaha girmelerinden, sevişmeleri ve ümitsizliklerinden oluşmamış mıydı? ben ki bu kalıtım yükünün gözeticisiydim, delice ve gülünç bir his yüzünden, yüzümdeki bu ifadeleri ister istemez sürdürmüyor muydum? yüzüm belki ancak ölümle bu ayartılışlardan kurtulur, acaba o zaman kendi doğal haline kavuşur muydu? 

kışın bir deliğe gizlenen hayvanlar gibi kendi içime ne kadar çekilsem, başkalarının seslerini o kadar net duyuyor, kendi sesimi boğazımda işitiyordum. yalnızlık ve inziva sonsuz, koyu yoğun gecelere benziyordu. koyu, yapışkan, bulaşıcı karanlıkları olan ve boş kentlere çökerek şehvet ve kin uykuları yaymayı bekleyen gecelere benziyordu.

•  damı sınırlayan dört duvar arasında, varlığımı ve düşüncelerimi kuşatan hisarın içinde ömrüm azar azar eriyor bir mum gibi, hayır, yanlışım var, ömrüm bir oduna benziyor, ocaktan düşen bir oduna: öteki odunların ateşinde kavrulmuş, kömürleşmiş, ama ne yanmış, ne olduğu gibi kalmış bir oduna benziyor. fakat diğerlerinin dumanından, soluğundan boğulmuş.

• varlığın sırları saklı senden, benden, bir düğüm ki ne sen çözebilirsen, ne ben. bizimki perde arkasında dedikodu bir indi mi perde, ne sen kalırsın, ne ben. (hayyam)

• sonsöz,
dikkatle incelendiğinde ustasının ölümsüzleştirdiği aynı simgeleri bilinçle kullandığı görülür. olayın merkezindeki o, bir kadındır; ebedî güzelliğin cisimlenmiş şekli, bütün sezgilerin kaynağı olan kadın. bu yeryüzünde erkek, onu boşuna arar, bulacak olsa, aşkı kire ve ölüme yapışık bir kahpedir bulduğu. erkekte ona ancak -burada karamsarlığı doruk noktasına varıyor- cinayette ve çarpıtılmış görüntüsünde yaklaşabiliriz. ama erkek onu rüyalarında seyretmiştir. siyah entarili kızın tasviri, iran minyatürlerindeki rüya görüntülerine çekiyor dikkatimizi. erkek, o kızı ilk gördüğünde, kız, kambur ihtiyara, tez solan bir gündüzsefası biçiminde güzelliği uzatıyordu. erkek, kızı eski bir rey testisinde tekrar görür, aynı resimdir testinin üstünde gördüğü; tekrar tekrar yaptığı bir tablo. kendiliğinden, hayyam'ın ünlü tasviri geliyor akla: şu testi de benim gibi biriydi; o da bir güzele vurgun, dertliydi. kim bilir, belki boynundaki kulp da bir sevgilinin bembeyaz eliydi.