5 Kasım 2017 Pazar

ermiş / halil cibran

























• mısır demetleri gibi derer sizi aşk. harman yerinde dövüp çırılçıplak bırakır. kabuklarınızı elemek için kalburdan geçirir. apak edinceye kadar öğütür sizi. yumuşayana kadar yoğurur; sonra da atar kutsal ateşine, aramaksa muradınız…o zaman çıplaklığınızı örtüp aşkın harman yerinden çıkın daha iyi.

• derken el mitra tekrar konuştu ve dedi ki: ya evlilik üstadım? el mustafa da şöyle yanıt verdi: birlikte doğdunuz ve sonsuza kadar birlikte olacaksınız. ölümün ak kanatları ömrünüzü dağıtıp savurduğunda birlikte olacaksınız. evet, tanrı’nın sessiz belleğinde bile birlikte olacaksınız. fakat bırakın mesafeler olsun birlikteliğinizde. bırakın dans etsin göklerin rüzgârları aranızda. birbirinizi sevin ama aşkı pranga eylemeyin: bırakın ruhlarınızın kıyıları arasında dalgalanan bir deniz olsun aşk. birbirinizin tasını doldurun ama aynı tastan içmeyin. birbirinize ekmeğinizden verin ama aynı somundan yemeyin. şarkı söyleyip dans edin birlikte, eğlenin, ama yalnız başınıza olun ikiniz de. hatta aynı müzikle titreseler de ayrı duran telleri gibi lavtanın. yüreklerinizi verin, fakat teslim etmeyin birbirinizin eline. çünkü bir tek hayat’ın avucuna sığar yürekleriniz. birlikte durun ama yapışmayın birbirinize: çünkü ayrı durur tapınağın sütunları. hem birbirinin gölgesinde büyümez meşeyle selvi.

• eğer aranızda doğruluk adına cezalandıracak ve kötü ağaca baltayı vuracak olan varsa, köklerine baksın ağacın. gerçekte iyi ile kötünün, meyve veren ile vermeyenin köklerini sarmaş dolaş görecektir toprağın sessiz bağrında.

• ancak o zaman göreceksiniz dimdik ayakta olan ile düşmüşün aslında temelin en dibindeki taştan daha üstte olmadığını.


• eğer tanrı’yı bilmek isterseniz, bilmece çözmeye girişmeyin. onun yerine çevrenize bakın, o’nu çocuklarınızla oynarken göreceksiniz.

leylim ley / ahmet arif

























• ve hiçbir kahraman, hiçbir aziz, hiçbir hergele, sana azâp veremez! azâbı, sen kendin icat ediyorsun. beni de böyle berbat ediyorsun

• elim erse, ayağım tutsa, seni bütün cihanın görebileceği bir kuleye çıkarır ve bağırırdım: ‘işte, insan buna derler! böyle olmağa çalışın!’ iki milyar beş yüz milyon âdem evlâdının seni tanımalarını, öğrenmelerini istiyorum, anlıyor musun?”

• canım benim, bilir misin, “canım” dediğimde içimden canımın çıkıp sana koştuğunu duyarım hep

• şimdi burada güzel bir şafak. gene uykusuz, mutsuz, tedirginim. sana yazmak, yazmak, yazmak istiyorum… seni bütün şafaklarda, evrenlerin o ıssız ihanet saatinde öperim. ve sen geçersin içimden. bitmek bilmezsin

• ben ki 29 yaşındayım. ama binlerce yıldır seni arıyor, hasretini çekiyorum.

• hepsi geçti. etim zehir gibi gene. kemiklerim hâlâ çocuk. saçlarıma tek tek aklar dadandı! hoşuma gidiyor. ustalaşıyor, daha bir acı, daha bir erkek oluyorum gitgide. "her şey kalakaldı suskun - bir canı tüketirsin - bir can gözlersin" devam et leylim. sarhoş ettin, çarptın beni. kıskanıyorum bu mısrâlarım. sana her vakit demeli miyim, büyük şâirsin? çabuk tamamla gönder bana. hergelelik etme, bekletme. bu kadarcığı bile korkunç. ne var ki bir iki dörtlük daha döşenirsen s..tik anasını dünya edebiyatının, göreyim seni. biraz da takılayım sana! kim bu gözlediğin can? vay anam vay! yandın ahmed arif. yandın gâvur a...ı gibi!

26 Ekim 2017 Perşembe

westworld





























bir zamanlar insan zihnini… …
eşini cezbetmek isteyen tavus kuşunun tüyleriyle… 
…yaptığı abartılı gösteriye benzeten bir teori okumuştum. sanatın tümü, edebiyat, bir parça mozart, william shakespeare, michelangelo… 
… ve empire state binası 
sadece süslü bir çiftleşme töreni. 
belki esas sebepler için bu kadar yetenekli olmamız… 
…önemli değildir. 
ancak tabii ki tavus kuşu zor uçar. pislik içinde yaşar, gübredeki böcekleri gagasıyla çıkarır. muhteşem güzelliğiyle kendini teselli eder. 
üzerinde epey düşündükten sonra bilincin bir yük, ağırlık olduğu… 
…kanaatine vardım ve onları bu yükten kurtardık. 
endişe, kendinden nefret etme, suçluluk. özgür olanlar ev sahipleri. 
burada kontrolüm altında özgürler. ancak o senin kontrolünde değil.

25 Ekim 2017 Çarşamba

içimizdeki şeytan / sabahattin ali


• günün birinde ya çıldıracağız, ya dünyaya hâkim olacağız. şimdilik bir rakı parası bulmaya çalışalım ve parlak istikbalimizin şerefine birkaç kadeh içelim. (arkadaşından ömer'e)

• demek hayat böyle iki adım ilerisi bile görülmeyen sisli ve yalpalı bir denizdi. tesadüflerin oyuncağı olacak olduktan sonra ne diye irademiz vardı? kullanılmadıktan sonra göğsümüzü dolduran hisler ve kafamızda kımıldayan düşünceler neye yarardı? yaşayımıza ve etrafımıza şekil vermek arzusuyla dünyaya gelmekten ise hayatın ve muhitin verdiği şekli kolayca alacak kadar boş ve yumuşak olmak daha rahat, daha makul değil miydi?

• bizi istemediklerimizi yapmaya çeken bir kuvvet var, bu muhakkak. bizim daha iyi olmamız lazım. bu da muhakkak. bunu nasıl birleştirmeli, bunu bilmiyorum. 

• karşımıza her şeyiyle çırılçıplak serilen bir insanın üzerimizde yaptığı mukavemet edilmez tesir onu da yakalamıştı. (ömer'in macide'nin üzerinde bıraktığı etki)

• caddedeki kalabalık beni sahiden sıktı. ben ikide birde böyle oluyorum, bazen bütün insanları boyunlarına sarılıp öpecek kadar seviyorum, bazen de hiçbirinin yüzün görmek istemiyorum. (ömer)

• nasıl muhtaç olduğumuz havayı istemem demeye, mekân içinde bir yer işgal etmekten vazgeçmeye kuvvetimiz yoksa, bize verilen bir aşkı almamaya da iktidarımız yoktur. Sizi seviyorum...

• böyle bir geceyi bütün varlığımızla içemeyişimizin sebebi kafamızı birçok saçma şeylerin doldurmuş olmasıdır. on bin yirmi bin sene evvelki insanlar gibi olabilsek, tabiatı onların gözüyle görsek muhakkak ki şimdi burada böyle sükûnetle oturamazdık. onlar güneşi, ayı, falanca büyük tepeyi veya filan bulutu ve yıldırımı babalarının hayrına mı allah yaptılar? onlar tabiatta saklı duran ruhu bizden iyi anlamışlardır. halbuki bizim bunu yapmamıza imkân yok. minimini kafalarımızı ukalaca kitaplar, birbirinden çürük bilgiler, neticesi olmayan hesaplar ve allah kahretsin, karmakarışık menfaat düşünceleri dolduruyor... söyle, hangi ilim, hangi şiir, hangi aşk, hangi devlet bu manzaradan daha güzel, daha muhteşemdir? buna rağmen burnumuzu kaldırmadan bozuk kaldırımlarda yürüyüp gitmekte devam ediyoruz. dünyadaki insanların acaba kaç binde biri şu anda başını aya çevirmiştir? halbuki o her şeyi, herkesi görüyor ve gafletimizin üstüne o tatlı, o iyi tebessümünü serpiyor. dikkatle baksam onun parlak çehresi üzerinde birçok şeyler göreceğimi zannediyorum. şu dakikada sarı nehir üzerindeki kayıklarında uyuyan yorgun kulileri, iri hindistan cevizi ağaçlarının dalları arasında tüneyen papağanları, başlarını nil’in kırmızı sahillerine yaslayarak dinlenen timsahları ve herhangi büyük bir şehrin herhangi bir eğlence bahçesindeki sevgilisini belinden kavrayan sarhoş kibarzadeleri aydınlatan hep aynı ışıktır. halbuki ne kadar masum bir yüzü var; harp meydanlarında bağırsaklarını avuçlayarak ölenleri, apartman kapılarının önüne bırakılan çöp tenekelerini karıştırıp gıda arayanları, aynı gecede ikinci âşıkını pencereden içeri almaya çalışanları gördüğü halde güzelliğini ve saffetini muhafaza edebiliyor. bizler, her gördüğümüz fenalığın ve rezaletin bir parçasını ruhumuzda ebediyen beraber taşımaya mahkûm insanlar, onun yanında ne kadar zavallı ve küçük şeyleriz.

• birbirimize rastlamadan evvelki hayatımız sahiden birbirimizi aramaktan başka bir şey değilmiş.

• insanların en zayıf tarafları, sormadan, araştırmadan, düşünmeden, kafalarını patlatmadan inanmak konusundaki hayret verici temayülleridir.

• isteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mesulünü bulmuştum: buna içimdeki şeytan diyordum; müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması... içimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... içimizde şeytan yok... içimizde aciz var... tembellik var... iradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var... hiçbir şey üzerinde düşünmeye, hatta bir parçacık durmaya alışmayan gevşek beyinlerimizle kullanmaya lüzum görmeyerek nihayet zamanla kaybettiğimiz biçare irademizle hayatta dümensiz bir sandal gibi dört tarafa savruluyor ve devrildiğimiz zaman kabahati meçhul kuvvetlerde, insan iradesinin üstündeki tesirlerde arıyoruz.

15 Eylül 2017 Cuma

çocuklar gibi / sabahattin ali


bende hiç tükenmez bir hayat vardı
kırlara yayılan ilkbahar gibi
kalbim hiç durmadan hızla çarpardı
göğsümün içinde ateş var gibi

bazı nur içinde, bazı sisteyim
bazı beni seven bir göğüsteyim
kah el üstündeydim, kah hapisteydim
her yere sokulan bir rüzgar gibi

aşkım iki günlük iptilalardı
hayatım tükenmez maceralardı
içimde binlerce istekler vardı
bir şair, yahut bir hükümdar gibi

hissedince sana vurulduğumu
anladım ne kadar yorulduğumu
sakinleştiğimi, durulduğumu
denize dökülen bir pınar gibi

şimdi şiir bence senin yüzündür
şimdi benim tahtım senin dizindir
sevgilim, saadet ikimizindir
göklerden gelen bir yadigar gibi

sözün şiirlerin mükemmelidir
senden başkasını seven delidir
yüzün çiçeklerin en güzelidir
gözlerin bilinmez bir diyar gibi

başını göğsüme sakla sevgilim
güzel saçlarında dolaşsın elim
bir gün ağlayalım, bir gün gülelim
sevişen yaramaz çocuklar gibi

13 Eylül 2017 Çarşamba

9 Eylül 2017 Cumartesi

kör baykuş / sadık hidayet



... çünkü benim çok yükseğimdeydi tanrı.

• yalnız cismim değil, ruhum da, aralarında bir uyuşma olmaksızın, kalbimle sürekli zıt gidiyorlardı. garip bir dağılma ve bölünmeden geçiyordum sürekli. bazen bir şey düşünüyor, buna kendim de inanmıyordum. bazen içimde kendime karşı bir acıma duygusu beliriyor, ama aklım ayıplıyordu beni. birisiyle konuşsam, bir şey yapsam, türlü konularda söze karışsam gönlüm başka yerde oluyordu, aklım başka yerde, ve ayıplıyordum kendimi. dağılan, çözülen bir kitleydim ben. sanki ben hep böyleydim, böyle de kalacağım: acayip, biçimsiz bir karışım.

• annesi "salgı salamaz ol!" diye beddua eder yavru örümceğe. küçük örümcek ağ yapamayınca ölüme kurban gider. 

• tanrı gerçekten var mı, yoksa kutsal imtiyazlarının korunmasını gözeten bu yeryüzü güçlüleri tarafından, vatandaşlarını daha da rahat sömürebilmek için, kendi taşanlarına göre mi yaratılmıştır; yeryüzünün gökyüzüne bir yansıması mıdır; bu gibi şeyleri artık umursamıyor, ben yalnız sabaha çıkıp çıkmayacağımı bilmek istiyordum. ölümün karşısında mezhebin, imanın, itikadın ne kadar gevşek ve çocukça olduğunu hissediyordum. sağlığı yerinde ve mutlu olanlar için, eğlencelik şeylerdi bunlar. ölümün ve çektiklerimin korkunç gerçeği karşısında, kıyamet günü üzerine, ruhun ahretteki mükâfatları üzerine bana telkin ettikleri şeyler, tatsız bir aldatmaca oluyordu. bana öğrettikleri dualar, ölüm korkusu karşısında etkisizdiler. 

• benim mayam ve yüz ifadem, esrarlı bir içgüdüden, ataların günaha girmelerinden, sevişmeleri ve ümitsizliklerinden oluşmamış mıydı? ben ki bu kalıtım yükünün gözeticisiydim, delice ve gülünç bir his yüzünden, yüzümdeki bu ifadeleri ister istemez sürdürmüyor muydum? yüzüm belki ancak ölümle bu ayartılışlardan kurtulur, acaba o zaman kendi doğal haline kavuşur muydu? 

kışın bir deliğe gizlenen hayvanlar gibi kendi içime ne kadar çekilsem, başkalarının seslerini o kadar net duyuyor, kendi sesimi boğazımda işitiyordum. yalnızlık ve inziva sonsuz, koyu yoğun gecelere benziyordu. koyu, yapışkan, bulaşıcı karanlıkları olan ve boş kentlere çökerek şehvet ve kin uykuları yaymayı bekleyen gecelere benziyordu.

•  damı sınırlayan dört duvar arasında, varlığımı ve düşüncelerimi kuşatan hisarın içinde ömrüm azar azar eriyor bir mum gibi, hayır, yanlışım var, ömrüm bir oduna benziyor, ocaktan düşen bir oduna: öteki odunların ateşinde kavrulmuş, kömürleşmiş, ama ne yanmış, ne olduğu gibi kalmış bir oduna benziyor. fakat diğerlerinin dumanından, soluğundan boğulmuş.

• varlığın sırları saklı senden, benden, bir düğüm ki ne sen çözebilirsen, ne ben. bizimki perde arkasında dedikodu bir indi mi perde, ne sen kalırsın, ne ben. (hayyam)

• sonsöz,
dikkatle incelendiğinde ustasının ölümsüzleştirdiği aynı simgeleri bilinçle kullandığı görülür. olayın merkezindeki o, bir kadındır; ebedî güzelliğin cisimlenmiş şekli, bütün sezgilerin kaynağı olan kadın. bu yeryüzünde erkek, onu boşuna arar, bulacak olsa, aşkı kire ve ölüme yapışık bir kahpedir bulduğu. erkekte ona ancak -burada karamsarlığı doruk noktasına varıyor- cinayette ve çarpıtılmış görüntüsünde yaklaşabiliriz. ama erkek onu rüyalarında seyretmiştir. siyah entarili kızın tasviri, iran minyatürlerindeki rüya görüntülerine çekiyor dikkatimizi. erkek, o kızı ilk gördüğünde, kız, kambur ihtiyara, tez solan bir gündüzsefası biçiminde güzelliği uzatıyordu. erkek, kızı eski bir rey testisinde tekrar görür, aynı resimdir testinin üstünde gördüğü; tekrar tekrar yaptığı bir tablo. kendiliğinden, hayyam'ın ünlü tasviri geliyor akla: şu testi de benim gibi biriydi; o da bir güzele vurgun, dertliydi. kim bilir, belki boynundaki kulp da bir sevgilinin bembeyaz eliydi. 




mendilimde kan sesleri / edip cansever





















her yere yetişilir
hiçbir şeye geç kalınmaz ama
çocuğum beni bağışla
ahmet abi sen de bağışla
boynu bükük duruyorsam eğer
içimden öyle geldiği için değil
ama hiç değil
ah güzel ahmet abim benim
insan yaşadığı yere benzer
o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
suyunda yüzen balığa
toprağını iten çiçeğe
dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
konyanın beyaz
antebin kırmızı düzlüğüne benzer
göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
denize benzer ki dalgalıdır bakışları
evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
öylesine benzer ki
ve avlularına
(bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
ve sözlerine
(yani bir cep aynası alım-satımına belki)
ve bir gün birinin adres sormasına benzer
sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
minibüslerine, gecekondularına
hasretine, yalanına benzer
anısı işsizliktir
acısı bilincidir
bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
gülemiyorsun ya, gülmek
bir halk gülüyorsa gülmektir
ne kadar benziyoruz türkiye'ye ahmet abi.
bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
dirseğin iskemleye dayalı
-- bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben --
cıgara paketinde yazılar resimler
resimler: cezaevleri
resimler: özlem
resimler: eskidenberi
ve bir kaşın yukarı kalkık
sevmen acele
dostluğun çabuk
bakıyorum da simdi
o kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
ve zaman dediğimiz nedir ki ahmet abi
biz eskiden seninle
istasyonları dolaşırdık bir bir
o zamanlar malatya kokardı istasyonlar
nazilli kokardı
ve yağmurdan ıslandıkça edirne postası
kıl gibi ince istanbul yağmurunun altında
esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
kadının ütülü patiskalardan bir teni
upuzun boynu
kirpikleri
ve sana ahmet abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
sofranı kurardı
elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
çocuklar doğururdu
ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
o çocuklar büyüyecek
o çocuklar büyüyecek
o çocuklar...
bilmezlikten gelme ahmet abi
umudu dürt
umutsuzluğu yatıştır
diyeceğim şu ki
yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
çocuklar, kadınlar, erkekler
trenler tıklım tıklım
trenler cepheye giden trenler gibi
işçiler
almanya yolcusu işçiler
kadınlar
kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
ellerinde bavullar, fileler
kolonyalar, su şişeleri, paketler
onlar ki, hepsi
bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
ah güzel ahmet abim benim
gördün mü bak
dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
ve dağılmış pazar yerlerine memleket
gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
gelse de
öyle sürekli değil
bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
o kadar çabuk
o kadar kısa
işte o kadar.
ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar
diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
mendilimde kan sesleri.

29 Nisan 2017 Cumartesi

kimse bilmez / ömer hayyam















seher yeli eser yırtar eteğini gülün,
güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün,
sen şarap içmene bak, çünkü nice gül yüzler
kopup dallarından toprak olmadalar her gün.

bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye
ne zaman yıkılıp gidecek bu güzellim kubbe
aklın yollarıyla ölçüp biçemezsin bunu sen
mantıkların, kıyasların sökmez senin bu işe

bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende
gül rengi şarap içilmez mi böyle günde
bugün bu çimen bizim, yarın kim bilir kim
gezecek, bizim toprağın yeşlliğinde


25 Şubat 2017 Cumartesi

eşya / seyyidhan kömürcü










bu mektup sana değil
konuşma yaşına gelen eşyalara
demiri dövenin elinden canıma geçen ağrı büyüyorsabahları beni dışarı çıkaran acı ağacı/ geceleri beni eve gönderen zaman
yapmaman gereken şeylerkalbimde sürtünüp büyüyen delik
zaman hızlı ama vakit geçmiyor
öyle ki bazen yukarıdan attığım öfkeyi aşağıdan toplayabilecek kadar hızlı çarpan bir kalbim var
okudum
öfke yavaş yavaş düşüyormuş aşağıya..
                                   
bu mektup sana değil
bakma yaşına gelen eşyalara
utandığım bir yüzü oluyor bazı eşyaların
durmadan bir yerimi kurcalıyor yoksulluk
kalbi kırık bir ok nereyi vurabilirse orası oluyorum bazen
gövdemi doldurduğum alkolle
gözlerimi kırmızı kırmızı edip bakıyorum yüksek binalara
hepimiz dünya soğuktur diyen o nineden olmadık mı
inin aşağı
izledim
öfke yavaş yavaş çıkıyormuş yukarıya..
                 
bu mektup sana değil
duyma yaşına gelen eşyalara
günün öğünlerinden yapılmış bir mutsuzluğa çağırıyorsunuz birbirinizi
günde kaç kere yanımdan geçiyorum
aklımdan hem ekmek hem gül geçiyor
siz yoksunuz
ayın ortası her pazartesi
     
bu mektup sana değil
susma yaşına gelen eşyalara
dünyanın kaç harikası var biri de yutkunmak
önümü ilikleyip çıktığım dışarılar
biliyorsunuz bazı fotoğraflarda canı sıkılan bir ağaç gibi bakıyorum dünyaya
umduğum felaket bu değildi diyorum
bu dünyada birini sevdik o da öldü diye karşılandığım bir yasta
göğe bakıyorum
ben de aferin diyorum tanrıya
çünkü şöyle savaşlara inandım
sonuncu dünya savaşında kaç asker intihar etti
kaç kez yutkundu dünya
olsam mutlaka yanlış yerde nöbet bekleyen bir asker olacaktım
kırk gün kırk gece aynı dalgınlıkla
                                       
bu yüzden bu mektup sabaha karşı yalnız olan bütün eşyalara..

7 Ocak 2017 Cumartesi

milena'ya mektuplar / franz kafka
















bu arada hikayeyi yarım yamalak biliyorum, hatta isimleri bile. dostoyevski ilk romanı insancıklar'ı yazıyormuş;o dönemde, edebiyatço arkadaşı grigoriev ile birlikte oturuyorlarmış. gerçi grigoriev masada duran bir yığın müsveddeyi aylarca görmüş, ama orjinal metin ancak roman bittikten sonra eline geçmiş. okumuş, hayran kalmış ve dostoyevski'ye bir şey söylemeden kitabı dönemin ünlü eleştirmeni nekrasov'a götürmüş. erteci gece saat üçte dostoyevski'nin kapısı çalmış. gelenler, grigoriev ile nekrasov'muş; odaya girmişler, dostoyevski'yi kuacaklayıp öpmüşler, onu o güne kadar tanımayan nekrasov ona "rusya'nın umudu" demiş; bir iki saat boyunca, daha ziyade roman üzerine sohbet etmiş ve ancak sabaha doğru ayrılmışlar. o gecenin hayatının en güzel gecesi olduğunu daima söyleyen dostoyevski pencereye dayanmış ve kendini tutamayıp ağlamaya başlamış. o sıraa yaşadığı ve şu an hatırlayamadığım bir yerlerde betimlediği ana duygu aşağı yukarı şuymuş: "ah şu harika insanlar! ne kadar iyi ve asiller! bence ne kadar kötüyüm! içimi bi görebilselerdi! söylesem, inanmazlar"

bazen karşılıklı iki kapısı olan bir odamız varmış gibi geliyor; ikimiz de kendi kapımızın kolunu tutuyoruz, birimiz gözünü kırpsa, diğerimiz kendi kapısının ardına kaçıveriyor ve ilki tek bir söz söylemeye kalksa ikincisi kesinlikle çoktan kapıyı arkasından kilitlemiş ve gözden kaybolmuş oluyor.
kapıyı tekrar açacak, çünkü bu belkide insanın terk edemediği bir oda.
ilki ikincisine bu kadar benzemese, sakin olsa, ötekine bakmıyormuş gibi davransa, odayı sanki herhangi bir odaymış gibi yavaş yavaş düzene sokacak, ama bunun yerine, o da kapısının orada aynı şeyi yapıyor, hatta bazen ikisi de kapılarının arkasına saklanıyorlar ve güzelim oda bomboş kalıyor.
işte bu yüzden, üzücü yanlış anlamalar ortaya çıkıyor.

ikimektubunuzu, serçenin odamdaki ekmek kırıntıları yiyişi gibi okuyorum; titeyerek, etrafa kulak kabartarak, sağa sola bakarak, bütün tüyleri kabartarak, sağa sola bakarak, bütün tüyelri kabartarak...

mektubu bir kez daha zarfından çıkarıyorum. işte, burada yer var: ne olur bana bir kez daha -her zaman değil, zaten bunu istemem- bir kez olsun "sen" de. * yaklaşlık dokuz kelime karalanmış burda.

seninle çıktığım kısa bir yürüyüşten sonra: (yazması ne kolay: seninle kısa bir yürüyüş. bu kadar kolay olduğu için insan utanıp yazmayı bırakmalı.)

"milena" ismine gelince, bunun almanlık ve yahudilikle hiçbir ilgisi yok. çekçeyi en iyi anlayan (tabii çek yahudilerini saymazsak) naše rec'deki beylerdir, ikincisi derginin okurları, üçüncüsü de aboneler, ki ben aboneyim. böyle biri olarak sana şunu söyleyebilirim ki, çekçede 'milena'nın yalnızca kısaltılmış hali var: milenka. ister beğen, ister beğenme, filoloji böyle söylüyor." milenka: sevgili

bana yeterince sevgi göstermediğini söylüyorsun, ama öylece orada oturmama izin vermen, karşıma oturman ve yanımda olmandan daha büyük bir sevgi ve saygı olabilir mi? Aslında sevdiğim sen değilsin, daha fazlası, senin aracılığınla bana hediye edilen varlığım.