intro:
charles schweitzer’in aşağı yukarı louise guille min’e rastladığı sırada, bir taşra doktoru, perigordlu zengin bir toprak sahibinin kızıyla evlendi ve thiviers’ in kasvetli ana caddesinde, eczane karşısında bir eve yerleşti. evlenmenin ertesi günü kayınpederin beş para sı olmadığı meydana çıktı. küplere binen doktor sartre, kırk yıl konuşmadı karısıyla; yemek masasında derdini işaretlerle anlatıyordu; karısı sonunda “pansiyonerim” diye adlandırdı onu. ama yine de yatağına giriyordu kadının; kimi zaman tek sözcük söylemeden gebe bırakıyordu onu: iki oğlan, bir kız çocukları oldu ve bu sessiz lik çocuklarına jean-baptiste, joseph ve hélène adları verildi. hélène bir süvari subayıyla hayli genç yaşta ev lendi ve subay çok geçmeden aklını kaçırdı; josephe, zuhaf birliklerinde askerliğini yaptı ve genç yaşta ana babasmm yanına döndü. mesleği yoktu; babasının sus kunluğu ile anasının haykırışları arasında kekeme oldu ve bütün hayatını sözcüklerle savaşarak geçirdi. jean baptiste, denizlerde yaşamak için denizcilik okuluna girmeyi tercih etti. 1904’te cherbourg’da, deniz subayı olarak ve cochinchine hummalarıyla bitap halde anne marie schweitzer ile tanıştı; bu ihmal edilmiş uzun boy lu kıza tutuldu, onunla evlendi ve alelacele bir çocuk yaptı ona; bu çocuk bendim ve babam, ölüme sığınmaya çalıştı.
iyi baba yoktur ve bu bir kuraldır; ama bu kusur yüzünden erkekler değil, çürümüş babalık bağları suçlanmalıdır. dünyaya çocuk getirmekten daha iyi ne var, ama bazı çocuklara sahip olmak ne büyük haksızlık!
bu baba bir hayalet, bir bakış bile değildi; ikimiz de bir süre bu toprağa ayak basmıştık, hepsi bu işte. bir ölünün oğlu olmaktan çok, bir mucizenin çocuğu olduğum sezdirildi bana. hiç kuşkusuz benim kaypaklığım buradan kaynaklanıyor. ben bir şef değilim, şef olmayı da özlemem. komut vermekle komutlara itaat etmek aynı şeydir. en otoriter kimse bile başkasının kutsal bir asalağın (örneğin babasının) adına verir komutları; kendi çektiği soyut şiddet ve işkenceleri başkasına aktarır. ben, bütün hayatım boyunca gülmeden ve başkalarını güldürmeden emir vermedim; bunun nedeni,bende iktidar kanserinin olmaması ve bana itaat denilen şeyin öğretilmemiş olmasıdır.
ne söylediğini bilmiyorum; dinlemekle uğraştığım için anlayamıyorum. bu eski imparatorluk cumhuriyetçisi, bana yurttaşlık ödevlerimi ve burjuva tarihini öğretiyordu herhalde: bir zamanlar krallar ve imparatorlar vardı, çok kötü kimselerdi onlar, ama kovulmuşlardı artık ve her taraf güllük gülistanlıktı. akşamüzeri, yolda karşılamaya gittiğimizde füniküler vagonundan çıkan yolcular arasında, uzun boyu ve dans öğretmeni yürüyüşüyle hemen tanırdık onu. bizi ne kadar uzaktan fark ederse etsin, görünmeyen bir fotoğrafçının söylediklerine uyarcasına “poz verirdi”; sakalını rüzgâra salar, gövdesini dikleştirir, ayaklarını gerektiği gibi basar, göğsünü şişirir ve kollarını iyice açardı. bu işaret karşısında, donup kalır ve ileriye eğilirdim; depar yapan bir atlet ve bir aygıttan çıkacağı söylenen bir kuştum sanki; bu durumda birkaç saniye, bir saxe porselenindeki güzel bir figür grubu gibi karşı karşıya kımıldamadan kalırdık ve sonra ben çiçekler ve meyvelerle, büyükbabamın mutluluğuyla soluğum kesilmiş gibi yaparak dizlerine sarılırdım; o da beni yerden ta yukarılara kaldırırdı; “hazinem,” diye mırıldanarak bağrına basardı. yanımızdan geçenlerin çok iyi seyrettiği ikinci gösteriydi bu. yüzlerce skeci olan koskoca bir komedi oynuyorduk: flört, hemen ortadan kaldırılan yanlış anlamalar, tatlı takılmalar ve kibarca azarlamalar, sevgi hınçları, şefkatli sırlar ve tutku vardı bu komedide; daha sonra tadını çıkarabilmek için sevgimizde terslikler olduğunu hayal ediyorduk; kimi zaman dediğim dedikti, ama kaprislerim, ince duyarlığımı maskeleyemiyordu; büyükbabam, büyükbabalara yaraşan yüce ve saf bir kendini beğenmişliği, hugo’nun öğütlediği görmezden gelmeyi ve kabahat dolu zayıflığı gösteriyordu. kuru ekmek yemek zorunda bırakılsam, büyükbabam reçel getirirdi bana,1 ama korku içindeki iki kadın bana böyle bir ceza vermemeye dikkat ediyorlardı. ve ben uslu bir çocuktum, bu rolü kendime çok uygun buluyordum ve o rolden çıkmak istemiyordum. babamın ansızın bu dünyadan çekip gidişi, bana eksik kalmış bir oidipus kompleksi bağışlamıştı; evet, üstben’im yoktu, ama saldırganlığım da yoktu. annem bana aitti, hiç kimse ona sakin bir şekilde sahip oluşuma karşı çıkmıyordu; şiddeti de, hıncı da bilmiyordum; kıskançlık denen o zor öğrenilir şey benim için söz konusu değildi; bu duygunun sertliklerine çarpmamıştım; dolayısıyla da gerçekliği, başlangıçta, yalnızca neşeli yanlarıyla tanımıştım. kime ve neye karşı başkaldıracaktım; bir başkasının kaprisi, hiçbir zaman benim yasam olma iddiasında bulunmamıştı.
... ancak: hayvanat bahçesindeki maymunlar, daha az maymun, luxembourg bahçesinde insanlar da daha az insandılar. durumum gereği platoncu olan ben, bilgiden bu bilginin nesnesine yöneliyordum; fikirde, nesneden daha fazla gerçeklik buluyordum; çünkü bana kendini ilk önce veren fikirdi ve bir nesne gibi veriyordu. evrene, kitaplarda rastladım ben; özümlenmiş, sınıflandırılmış, etiketlenmiş ve düşünülmüş bir evrendi bu, ama yine de korkunçtu ve ben, kitabi deneyimlerimin karmakarışıklığını, gerçek olayların rastlantısal akışından ayırt edemedim. içinden sıyrılmak için otuz yıl harcadığım felsefi idealizmim buradan kaynaklanıyor işte.
nefret duygusu doğuran, ama amacına ulaşamadığı için yine de zararsız olan düşman, çabalarına ve şeytanca kurnazlığına rağmen, iyilik davasına hizmet ediyordu. gerçekten de ben, düzene geri dönmeye, her zaman bir ilerlemenin eşlik ettiğini görüyordum; kahramanlar ödüllendiriliyordu; şan şeref, hayranlık, para onlarındı; gözü peklikleri sayesinde, bir ülke ele geçiriliyor, yerlilerin elinden bir sanat eseri alınıyor ve müzelerimize getiriliyordu; genç kız da, kendisini kurtaran kâşife tutuluyor ve her şey bir evlenmeyle sona eriyordu. bu dergilerden ve kitaplardan, en mahrem kuruntumu edindim ben; iyimserlikti bu kuruntu.
öğretmenime iki nedenden ötürü saygı duyuyordum: benim iyiliğimi istiyordu ve ağzı kokuyordu. büyüklerin çirkin, buruş buruş yüzlü ve hoşa gitmez kimseler olmaları gerekiyordu; beni kucaklarına aldıklarında, aşmam gereken hafif bir tiksinti duymak ters gelmiyordu bana ve bu, erdemin kolay bir şey olmadığının kanıtıydı. koşmak, sıçramak, pasta yemek, annemin yumuşak ve mis kokan cildini öpmek gibi basit ve ıvır zıvır hazlar vardı. ama olgun insanların yanında aldığım karmaşık ve bilgelik dolu zevklere daha fazla önem veriyordum: onların itici yanları büyüleyici etkilerinin bir bölümünü oluşturuyordu: tiksinti ile ciddiyeti birbirine karıştırıyordum ben ve bir züppeydim.
ücretlerin meziyetlerle orantılı olduğuna inanıyordum ve matmazelin meziyetli bir insan olduğu söyleniyordu bana; öyleyse niçin o kadar az ücret veriyorlardı ona? bir meslek sahibi olmak saygın ve onurlu olmak demekti ve insan çalışmaktan mutluluk duyardı; öyleyse hayatından sanki tedavi edilemez bir hastalıkmış gibi niçin söz ediyordu? onun şikâyetlerini anlattığımda büyükbabam gülmeye başlıyordu: bir erkeğin kendisine istek duyamayacağı kadar çirkindi bu matmazel. ama ben gülmüyordum: insan önceden mahkûm edilmiş olarak doğabilir miydi? doğabilirse bana yalan söylenmişti demek ki ve dünyanın düzeni, hoş görülmesi olanaksız bozuklukları gizliyordu içinde. matmazel uzaklaştırılınca, tedirginliğim de geçti. charles schweitzer, bana daha münasip öğretmenler buldu. bunlar o kadar münasip kişilerdi ki, hepsini unuttum onların. on yaşıma kadar, bir ihtiyar adam ile iki kadın arasında yapayalnız kaldım.
benim güzel kavanozumun içinde, yani ruhumda, düşüncelerim, her biri kendi yörüngesini izleyerek dönüp duruyordu: tek bir karanlık köşe yoktu. ne var ki, saydam bir kesinlik, sözcüksüz ve şekilsiz olarak ve sulandırılmış halde, benim masum saydamlığım içinde her şeyi berbat ediyordu: bir sahtekârdım ben. oynadığını bilmeden bir rolü nasıl oynayabilir insan?
kayıtsızca nefes alarak, sindirim yaparak, dışkılayarak yaşıyordum, çünkü yaşamaya başlamıştım. bedenimin, bu besiye çekilmiş arkadaşın, sert ve vahşi isteklerini hissetmemiştim; kendini, hafif rahatsızlıklarla belli ediyordu o ve bunlar da büyükler tarafından teşvik ediliyordu. o zamanlar, seçkin bir ailenin en az bir tane narin yapılı çocuğu olması gerekiyordu. doğumum sırasında ölmeyi düşündüğüme göre, bu iş için çok uygundum ben. üzerime titriyorlar, nabzıma ateşime bakıyorlar, dilimi çıkarmak zorunda bırakıyorlardı beni. “rengi biraz sararmış değil mi?” “ışık yüzünden öyle görünüyor.” “seni temin ederim zayıflamış.” “ama baba, daha dün tarttık onu.” bu irdeleyici bakışlar altında bir nesneye, saksıdaki bir çiçeğe dönüştüğümü hissediyordum. sonunda yatağa yatırıyorlardı beni. sıcaktan nefes alamaz halde, çarşafların altında adeta yavaş yavaş kaynayarak bedenim ile hastalığını birbirine karıştırıyor ve hangisinin istenmeyen bir şey olduğunu bilemiyordum.
avrupa’yı yasa ve belki de barbarlığa gömecek olan bu yeri doldurulmaz ihtiyarlar arasında, inanılmaz bir sesin yüreğimin derinliklerinde şöyle bir yargı ileri sürmesi için neler vermezdim: “şu küçük sartre işini biliyor. göçüp giderse, fransa neler kaybedeceğini görür!”
aptallaşmış bir haşere gibi inançsız, yasasız, akılsız ve amaçsız olarak aile komedisine sığmıyordum; bir hayal kırıklığından ötekine dönüyor, koşuyor, uçuyordum. bedenimden ve sefil sırlarından kaçıyordum; topaç bir engele çarptığında ve durduğunda, benzi atmış küçük komedyen, hayvansal bir şaşkınlığa düşüyordu. annemin yakın dostları hüzünlü olduğumu, dalıp gittiğimi gördüklerini söylüyorlardı ona. annem beni gülerek bağrına basıyor ve “her zaman neşelisindir, şarkı söyleyip durursun! neden şikâyet edeceksin ki! istediğin her şeye sahipsin,” diyordu. haklıydı da, şımartılmış bir çocuk hüzünlü olamazdı; onun, bir kral gibi canı sıkılabilirdi yalnızca. ya da bir köpek gibi.
bir köpeğim ben: esniyorum, gözümden yaşlar akıyor, hissediyorum aktıklarını. bir ağacım ve rüzgâr dallarıma takılıyor ve belli belirsiz sallıyor onları. bir sineğim, bir camdan yukarı tırmanıyor ve aşağı yuvarlanıyorum, yeniden tırmanmaya başlıyorum. kimi zaman geçen zamanın okşayışını duyuyorum, çoğunlukla geçmeyen zamanı hissediyorum. titrek dakikalar yere düşüyor, yutuyor beni ve can çekişmeleri sona ermiyor; durgun ve kokuşmuşlar, ama hâlâ canlılar; süpürürsünüz onları, daha taze, ama aynı ölçüde beyhude olan başkaları gelip onların yerini alır; bu iğrenmelere mutluluk denir; annem, benim, küçük çocukların en mutlusu olduğumu söyler hep. nasıl olur da inanmam ona; çünkü doğru bu. ihmal edilmişliği hiç düşünmüyordum; çünkü önce bunu belirtecek bir sözcük yoktu ve sonra göremiyordum onu; etrafım her zaman çevriliydi. benim hayatımın ağı, hazlarımın dokuması ve düşüncelerimin teniydi bu.
oynuyor, okuyor, örnek bir içe kapanış göstermek için bütün çabamı harcıyordum, ama bir şey hissetmiyordum. tabutun arkasından mezarlığa gittiğimizde de bir şey hissetmedim. ölüm, ortada bulunmayışıyla pırıl pırıl parlıyordu: vefat etmek ölmek değildi; bu ihtiyar kadının bir mezar taşına dönüşmesi rahatsız etmiyordu beni; bir töz değişimi gerçekleşmiş, varlığa bir ulaşma olmuştu yalnızca; …
şımarık bir çocuk ve tanrı’nın bir lütfu olduğum için dört dörtlük işe yaramazlığım, aile içi törenler bana sürekli olarak uyduruk bir gereklilik olarak göründüğü için çok daha apaçıklıkla canlanıyordu gözümün önünde. kendimi bir fazlalık olarak hissediyordum ve dolayısıyla ortadan kaybolmalıydım. ortadan kalkmanın sürekli yargısı altındaki soluk bir çiçeklenmeydim ben. başka bir deyişle hüküm giymiştim ve bu hüküm her an uygulanabilirdi. ama bütün gücümle hayır diyordum buna
tanrı beni bu sıkıntılardan kurtaracaktı, imzalı bir şaheser olacaktım ben; evrensel topluluk içinde yerimi kesinlikle bilecektim ve tanrı’nın niyetlerini ve benim gerekli bir varlık oluşumu açıklamasını sabırla bekleyecektim. din denen şeyin farkındaydım, onu özlüyordum ve çare oydu. benden saklanmış olsaydı bile, dini icat ederdim. ama bu saklanmıyordu benden; katolik inancıyla yetiştirilmiş ve kadiri mutlak’ın kendi şan ve şerefi için beni yarattığı öğretilmişti bana; düşleyebileceğimden daha da fazlasıydı bu. ama daha sonra, bana öğretilen bu herkesin tanrısında, ruhumun beklediği tanrıyı bulamadım; ben bir yaradan arıyordum, ama bana bir büyük patron sunuluyordu. aslında ikisi aynıydı, ama bilemiyordum bunu; bu ferisi idolüne coşku duymadan bağlılık gösteriyordum ve resmî öğreti, kendi inancımı arama fikri dolayısıyla iğrendiriyordu beni. ne şans ama! itimat ve umutsuzluk, ruhumu öte dünya’nın ekilebileceği elverişli bir toprak haline getiriyordu.
combes20 hükümetinden yedi ya da sekiz yıl sonra, açıkça dile getirilen dinsel inançsızlıkta, bir tutkunun bütün şiddeti ve anarşisi vardı; bir tanrıtanımaz, “bir çıkış yapmasından” korkulduğu için yemeğe davet edilmeyen acayip bir insan ve çılgın bir adamdı; kilisede diz çökmeyi kendine yasak eden ve ruhu tabularla dolu bir bağnazdı; kızlarını da kilisede evlendirmiyor ve orada içi rahatlayacak şekilde ağlayamıyordu; öğretisinin hakikatini de, davranışlarının temizliğiyle kendine zorla kabul ettirmeye çalışıyordu; gönül rahatlığı içinde ölme olanağından kendini yoksun kılacak kadar kendine ve mutluluğuna gadreden bir insandı. adını anmadan tek söz edemediği tanrı’nın her yerde yokluğunu gören bir tanrı manyağıydı; yani kısacası dinsel kanıları olan bir baydı. inanmış insanda bunların hiçbiri yoktu; iki bin yıldır, hıristiyanlığın kesin doğruları, kendilerini kanıtlama zamanı bulmuşlardı; herkesin malıydı onlar; bir rahibin bakışında, bir kilisenin yarı karanlık havasında parıldamaları ve ruhları aydınlatmaları isteniyordu onlardan, ama hiç kimse onlara sahip çıkmaya kalkışamazdı; çünkü onlar herkesin ortak malıydı. yüksek sosyete, hakkında hiç konuşmamak için inanıyordu tanrı’ya. din, ne kadar da hoşgörülü görünüyordu! ne kadar da elverişliydi: hıristiyan, ayinlere katılmayabilir, ama çocuklarını dinî nikâhla evlendirebilirdi; saint-sulpice’in “koyu dindarlığına gülüp geçebilir ve lohengrin’in düğün marşı’yla gözyaşı dökebilirdi. örnek bir hayat sürmesi de, umutsuzluk içinde ölmesi de gerekmezdi; hatta cesedini yaktırmak zorunda da değildi. bizim ortamımızda, ailemde, dinsel inanç tatlı fransız özgürlüğü için resmî bir addan başka şey değildi; çok sayıda başkası gibi, bağımsızlığımı korumam için vaftiz edilmiştim ben; vaftiz edilmeseydim, ruhuma bir kötülük yapmış olmalarından korkacaklardı; katolik olarak kayda geçince, özgürdüm, normaldim artık. “daha sonra ne isterse onu yapar,” diyorlardı. o zamanlar, dinsel inancı edinmek, kaybetmekten çok daha güçlü bir şey olarak düşünülüyordu.
charles schweitzer, yüce seyredici’ye ihtiyaç duymayacak kadar büyük bir rol kesiciydi, ama tanrı’yı ancak en ikircikli durumlarda aklına getiriyordu; öldüğü anda yeniden bulacağından emin olduğu için bir yanda tutuyordu onu.
kompozisyonum yalnızca gümüş madalya kazandı. bu hayal kırıklığı, beni dinsel inançsızlığa gark etti. bir hastalık ve tatiller, dibildos okulu’na dönmemi engelledi; okullar başlayınca da ben gitmek istemedim. daha sonra birçok yıl, herkesin önünde kadiri mutlak’la olan ilişkilerimi sürdürdüm, ama özel hayatımda onu artık aramaz oldum. yalnızca bir kere onun var olduğu hissine kapıldım. kibritlerle oynamış ve küçük bir halıyı yakmıştım; kabahatimi gizlemeye çalışıyordum ki, tanrı birdenbire gördü beni; onun bakışını beynimin içinde ve ellerimde hissettim; banyoda, apaçık görünen bir hedef olarak dönenip duruyordum. kızgınlık kurtardı beni: böyle kaba bir nezaketsizliğe köpürdüm, küfretmeye başladım ve büyükbabam gibi mırıldandım: “hay allahım ya rabbim, hay allahım, ya rabbim!” tanrı da bana bir daha hiç bakmadı.
boşa çıkmış bir eğilimi anlattım size: tanrı’ya ihtiyacım vardı ve onu verdiler bana ve ben, onu aradığımı kavrayamadan aldım; yüreğimde kök salamadığı için, bir süre bitkisel hayat yaşadı içimde ve sonra öldü. bugün bana o’ndan söz edildiğinde, güzel bir eski sevgiliye rastlayan ihtiyar bir delikanlı gibi pişmanlıktan uzak bir neşeyle, “elli yıl önce, o yanlış anlama, o hata, bizi ayıran o rastlantı olmasaydı, aramızda bir şeyler olabilirdi,” derim.
deva, hastalıktan daha beterdi: şan şerefe ve rezil olmaya karşı, kendimi yapayalnız hakikatimin içine sığınmaya yöneltmiştim; ama benim hakikatim yoktu: benliğimde şaşırmış bir yavanlıktan başka şey bulamıyordum.
annemin şefkatiyle kadınsılaştırılmış, beni dünyaya getirmiş musa’nın yokluğuyla tatsızlaşmış, büyükbabamın yüceltmeleriyle kibir küpüne dönmüştüm ve ailesel komediye inanabilseydim tam anlamıyla mazoşizme adanmış salt bir nesne olacaktım.
kutsallığı bilemeyen ben, büyüye bayılıyordum: sinema, kendisinde henüz eksik olan şey için adeta bir tür sapıklıkla sevdiğim belli belirsiz bir görünümdü. bu ışık akışı her şeydi, hiçbir şey değildi ve her şey hiçliğe indirgenmişti: bir duvarın çıldırışlarını seyrediyordum; katı cisimler, bedenime kadar her şeyi dolduran bir kitlesellikten temizlenmişlerdi ve genç idealizmim bu büzülüp küçülmeden hoşlanıyordu; daha sonraları üçgenlerin yanlamasına ve dairesel hareket ettirilmeleri, şekillerin sinema perdesi üzerindeki akıp gidişlerini hatırlattı bana ve sinemayı iki boyutluluk niteliğinden ötürü sevdim. beyaz ve siyah renklerini, bütün öteki renklerin özeti olan ve onları ancak bu işi anlayanlara işmar eden temel renkler olarak kabul ettim ve görülmeyeni görüp kendimden geçtim.
herkese karşı tek bir kişi; evet, kuralım buydu.
o dönemde batı, havasızlıktan boğularak ölüyordu ve “tatlı hayat” denen şeydi bu. görünen bir düşmanı olamayan burjuvazi, kendi gölgesinden korkmaktan haz duyuyordu; can sıkıntısını yönlendirilmiş bir tedirginlikle.
yalnız şu da var: kalemlerini kolonyaya batıran birkaç ihtiyar ve kasap gibi yazan küçük züppeler bir yana, iyi çevirmenler yok ortada. söz’ün doğasından ileri geliyor bu: çünkü insan kendi dilinde konuşur, yabancı dilde de yazar. bundan şu sonucu çıkarıyorum: biz hepimiz aynıyız bu meslekte: hepimiz kürek mahkûmuyuz, hepimiz damgalanmışız. ayrıca okur, benim, çocukluğumdan ve ondan arta kalan her şeyden nefret ettiğimi anlamıştır: beni irkilten ve masama sürükleyen büyükbabamın sesi, o mekanik ses, benim sesim olmasaydı ve yedi ile sekiz yaş arasında baş eğme içinde o sözde görevi ukalalıkla benimsemiş olmasaydım, kulak vermeyecektim o sese.
ama sanat, en azından benim için kutsal güçlerini kaybediyordu ve ben biraz daha fazla olanakları olan bir yersiz yurtsuz olarak kalacaktım. kendimin gerekli olduğunu hissedebilmem için insanların beni alkışlarla istemesi gerekiyordu. ailem bir süre hep bu hayal içinde tutmuştu beni; bana tanrı’nın bir bağışı olduğum söylenmişti durmadan; beklenen ve büyükbabamla anneme çok gerekli olan bir bağıştım ben; buna inanmıyordum artık, ama çok özel bir beklenti karşılığı olarak dünyaya gönderilmeyen bir varlığın gereksiz ve fuzuli olduğunu da hâlâ hissediyordum. o dönemde, gururum ve tek başına bırakılmışlığım öyleydi ki, ya ölmüş olmayı ya da bütün dünyanın benim peşimde koşmasını istiyordum.
daha sonraları, insanın olanaksız bir varlık olduğunu gösterdim zevklenerek: kendim de olanaksızdım ve başkalarından yalnızca, birdenbire değişikliğe uğrayarak en derin olanağım haline gelen bu olanaksızlığı ortaya koyma göreviyle, yüklendiğim bu ödevle, şan ve şerefimin bu dayanağıyla farklıydım. bu apaçıkların içine hapsedilmiştik, ama onları göremiyordum; dünyayı, onların içinden görüyordum. iliğime kadar sahtekâr ve yanılmış olarak, zavallı durumumuz üzerine yazılar yazıyordum zevklenerek. dogmatiktim ve şüphe tarafından seçilmiş olmamın dışında her şeyden şüphe ediyordum, bir elimle kurduğumu öteki elimle yıkıyordum ve tedirginliği güvenliğimin kanıtı olarak görüyordum; mutluydum.
değiştim. beni sarıp sarmalayan çarpıtıcı saydamlıkları hangi asitlerin kemirdiğini, nasıl ve ne zaman şiddeti öğrendiğimi ve çirkinliğimi keşfettiğimi (oysa bu çirkinlik, uzun süre benim olumsuz ilkemdi; harika çocuğun içinde eriyip gittiği sönmemiş kireçti); niçin, bir fikrin apaçıklığını ondan hoşlanmamamın derecesiyle ölçecek kadar kendi kendime sistemli olarak karşı çıkma noktasına geldiğimi ileride anlatacağım. geri dönük hayallerim paramparça olmuştu: kurban olma, manevi kurtuluş, ölümsüzlük; evet bütün bunlar, yerlere dökülüyordu, bina bir yıkıntı haline geliyordu; kutsal ruhu mahzende yakalamış ve oradan dışarı atmıştım; tanrıtanımazlık, gaddar ve uzun soluklu bir işti; onu sonuna kadar götürdüğümü sanıyorum. her şeyi açıkça görüyorum, yanılsamalardan sıyrıldım; gerçek ödevlerimin ne olduğunu biliyorum ve bir yurttaşlık ödülüne layığım; aşağı yukarı on yıldır, ayılmış, kendisinden kurtulamadığım bir uzun ve hem tatlı, hem acı bir delilikten kurtulmuş olan ve eski saçmalıklarını gülmeden hatırlayamayan, ama hayatını ne yapacağını da bilmeyen bir adamım. yedi yaşındaki biletsiz yolcu olmuştum yeniden: kontrolör kompartımanıma giriyor, eskisinden daha sert bir şekilde bana bakıyordu; aslında hemen çekip gitmek ve yolculuğumu başım ağrımadan bitirmemi istiyordu; geçerli bir mazeret ileri sürebilseydim, hiçbir şey demeyecekti. ama böyle bir mazeret bulamıyordum ve aramak da istemiyordum; işte böylece beni kimsenin beklemediğinden emin olduğum dijon’a kadar kafa kafaya verip konuşacaktık.
edilmemiş bütün temel özellikleri, ellilik bir adamda yaşar durur. çoğunlukla karanlık içinde yassılaşır onlar, ama fırsat beklemekten geri kalmazlar; biraz dikkatsizlik etseniz, kafalarını dikerler; kılık değiştirmiş olarak pırıl pırıl gün ışığına çıkarlar: yalnızca içimde yaşadığım zaman için yazdığımı içtenlikle ileri sürüyorum, ama bugünkü ünümden canım sıkılıyor: bu şan ve şeref değil, çünkü hâlâ hayattayım ve bu eski rüyalarımı yalanlamaya yetiyor; ama yoksa o rüyalara gizlice kapılıyor muyum hâlâ? pek sanmam: bana kalırsa kendime uyarladım onları: tanınmayan biri olarak ölme şansını kaybettiğime göre, kimi zaman yanlış anlaşılmış olmakla pohpohluyorum kendimi. grisélidis ölmedi ve pardaillan hâlâ benim içimde; strogoff da. ben, kendileri de yalnızca tanrı’ya dayananlara dayanıyorum, başkalarına değil ve tanrı’ya inanmıyorum. gelin de işin içinden çıkın! ben çıkamıyorum ve kimi zaman, kaybeden her şeyi kazanıyor oyununu oynayıp oynamadığımı düşünüyorum ve daha önceki bütün umutlarımı, bana kat kat daha fazla verilmesi amacıyla çiğnemek için elimden geleni yapıp yapmadığımı düşünüyorum. bu durumda philoktetes’ten başka bir şey olmayacağım ben: bu olağanüstü, ama pis kokan hasta adam, hiçbir koşul ileri sürmeden yayına kadar her şeyini teslim etmişti; ama emin olabilirsiniz ki, buna karşılık bir ödülü için için bekliyordu.
bir yana bırakalım bunları. mamie, şöyle der şüphesiz: “kurcalamayın bu işi ölümlüler. bırakın!’
deliliğimde sevdiğim yan, daha en baştan beri, beni “elit”lerin ayartmalarından kurtarmasıdır: kendimi hiçbir zaman bir “yeteneğin” mutlu sahibi olarak görmedim: biricik ilgi duyduğum şey kendimi kurtarmaktı, hem de elimde ve cebimde hiçbir şey olmadan, yalnızca çalışmayla ve inançla kurtarmak. işte artık katışıksız seçimim beni kimsenin üstüne yükseltmiyordu; donanımsız, araçsız ve gereçsiz olarak, bütün varlığımı, tüm benliğimin kurtarılmasına vermiştim. eğer olanaksız kurtuluş’u yedek parça deposuna atarsam, ne kalır geriye? bütün insanlardan yapılmış ve hepsi kadar değeri olan ve herkesin kendisi kadar değerli olduğu bir adam işte!