… beş yaş
insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar.
… gerçek acı
sessizdir, bir huzurevi gibi.
bu erkin ile
koray'ı çok gözlemiştim, sokakta yürürlerken, bakkalda kola içerlerken falan.
sürekli bir şeyler konuşur ve neredeyse her sözcüğün ardından bir kahkaha
patlatırlardı; çoğunlukla da kendi ağızlarından çıkanların. birbirlerini ya da
herhangi bir başka şeyi gerçekten anlamaya çalıştıklarını zannetmiyorum. sadece
salak salak gülüyorlardı. kendilerini hep dışarıda bıraktıklanyla tanımlayan
insanlar böyledir. bir tür uyuşturucu, alttan alta hep var olan sessizliği
işitmelerini önleyen bir tür gürültüdür kahkaha onlar için. gülmek, hayatla
yüzleşmekten korur onları. diyeceğim, kafası kanşık, kayıp tiplerdi işte.
açıkçası hiç umudum yoktu bunlardan. birkaç yıl ota boka gülüp ne kadar farklı
olduklannı düşünecekler, sonra da "aslında" ne kadar farklı olduklanna
inanmayı sürdürerek sefil bir orta sınıf hayatına adım atacaklardı.
oturur
vaziyette sağ tarafımdaki pencerenin perdesini aralayarak dışarı baktım. bunu
hemen hemen her gece yaparım aslında. sanki pencerenin öbür yanında tanrı'yı
görüvericekmişim ve o bana her şeyin bir şakadan ibaret olduğunu açıklayacakmış
gibi tuhaf bir hissim vardır. üstelik keman biçimli kafası ve şakaklarında
iyice seyrelmiş saçlarıyla havada süzülürken hayal ettiğim bu tanrı, üst kat
komşumuz hasan amca'ya fena halde benzemektedir.
bizimkilerin
keyfine diyecek yoktu. birini ezme fırsatını bulduklarında nasıl da parlıyordu
gözleri. üstelik ellerine geçecek hiçbir şey yokken. sırf birini aşağılamak
için yapıyorlardı bunu. zevkine. çocuklara bakıp da saflık, masumiyet ve güzellik
edebiyatı yapanlara şaşarım. ben bizimkilere bakınca, insanoğlunun en alçakça
eğilimlerinin en çıplak halinden başka bir şey görrmüyorum.
garip ama bu
olay ortamın ağır havasını dağıtıvermişti birden. şemi abi başsağlığı
dileklerini kabul ederken cemaat arasında neşeli fısıldaşmalar ve hatta merhum
hakkında çlçülü dedikodular başlamıştı bile. kim bilir, belki de rebi abi'nin
baygınlık geçirmesi herkeste ölü için yeterince acı çekildiği biçiminde
rahatlatıcı bir hiissiyat yaratmıştı.
işlenen
suçun sorumluluğunu bir deliye yüklemek otoritenin sadece kolayına gelmiyor,
aynı zamanda işine de geliyordu. meseleyi, "katil zaten delinin
tekiymiş," diye çözmek rahatlatıyordu onları. yani düzen o kadar mükemmel
ki, o düzenin yasalarına karşı çıkan kişinin aklından kuşkulanmak gerekir
demeye getiriyorlardı. işte beni hasta eden bu yaklaşımdı. cinayeti kimin
işlediğini umursamıyordum aslında. insanların ruhunu çürümeye mahkûm etmek,
onları içki şişelerinde, hayal dünyalarında teselli aramaya itmek çok daha
büyük bir suçtu ve bunu yapanların ikiyüzlülüklerini, sığlıklarını suratlarına
çalmak istiyordum. hayır, delilerin değil en aklı başında insanların, evlerine
girip gırtlaklarını kesebileceğini anlasınlar istiyordum.
ağlamanın
bir kadın için her daim ulaşılmaya çalışılan bir ruh durumu olduğuna inancım
tamdı.
"burdan
kaçarken gördüğün adam..." kulaklarımı ateş basıvermişti. dikkat kesildim.
"biraz he-man'e benziyor muydu?"
önce
gerçekten anlamadım. iyi niyetle çeşitli olasılıkları değerlendirdim:
post-travmatik stres bozukluğu, mani, akut psikotik atak vesaire... hayır,
hiçbiri değildi. yarım aklıyla beni faka bastırmaya çalışıyordu. aklınca he-man
denen angutla hayal gücümü tahrik edecek, ben de uydurduğum hayali şüpheli
hakkında kim bilir ne palavralar sıkmaya başlayacaktım. böylece karakolda
adamın eşkâlini görmedim derken yalan söylediğim anlaşılacaktı. hayretle,
hiçbir şeyin tek boyutlu olmadığını, geri zekâlılığın bile dahice denebilecek
bir düzeyi bulunduğunu kavrıyordum. "evet, evet," dedim heyecanla.
"sapsarı saçları vardı. kıçında da böyle sipsivri bir kuyruk sallanıyordu
.
bazen de
saygıdeğer abilerim ablalarım, dünyası yerle bir olur insanın. hayat, fazla
kafa yormadan idare etmeyi sağlayan bütün anlamlarını yitiriverir. en akıllıca
saydığınız fikirlerinizin saçmalığını, en içten duygularınızın yapmacıklığını
kavrarsınız. aslında hiçbir konuda bir fikriniz bulunmadığını, aslında hiç
kimseye karşı bir şey hissetmediğinizi ve tüm evrenin de size karşı aynı
gaddarca kayıtsızlık içinde olduğunu. hep gözünüzün önünde durduğu halde o güne
dek her nasılsa yok saymayı başardığınız bu gerçeği fark ettiğiniz anda ilahi
işleyişi de çözmek üzeresiniz demektir.
tanrı,
içindeki tahammülfersa boşluğu doldurmak için evreni yaratır. evrenin içine
gezegenleri, gezegenlerin içine dünyayı, dünyanın içine hayatı, hayatın içine
insanı yerleştirir. ve onun içine koyacak bir şey bulamaz, işte insan denen
tuhaf hayvanın, varlıkların en yücesi ve en anlamsızı kılınışının hikâyesi.
evrenin orasını burasını felsefeyle, sanatla, aşkla, hatta ironik bir biçimde
tanrı'yla bezerken, ortak anlamsızların en küçüğünün elbette bir gerçeği
unutması gerekmektedir: hakikatte bütün kitaplar sayfaları doldurmak için
yazılır.
sevdiğiniz
birinin ölümü, örneğin, yüzleşmenizi sağlayabilir kendinize söylediğiniz
yalanlarla. ya da ananızdan yediğiniz okkalı bir dayak. üstelik siz, ananızın
canınıza okumak için haklı duygusal gerekçeleri bulunduğuna inanmaya hazırken,
içinizi parçalayan onun gözü dönmüşlüğü değil, beyninizi zedelememek için
sopayı sadece kollarınıza ve bacaklarınıza indirecek kadar düşünceli davranması
olabilir. nihayet onun elinden kurtulup kendinizi odanıza attığınızda
pencereden giren akşam güneşinin ışığında neşeyle dans eden tozlar dört bir
yana dağılır. onlann huzurunu kaçırmak sizi öyle çok üzer ki, içiniz feci bir
dışlanmışlık duygusuyla dolar. birden gözlerinize yaşlar hücum eder. bu küçük
sevimli yaratıkların sizden korkmasını hazmedemezsiniz. iki saatlik dayak
seansına gık demeden katlanan siz, yere kapanıp zırıl zırıl ağlamaya
başlarsınız. sonra bir toz tanesi gelip parmağınızın üzerine konuverir. usulca
oynatırsınız parmağınızı. hâlâ oradadır. derken diğerleri ona katılırlar. yerde
yatarken üzerinize toz tanecikleri yağar. sırt çevirdiğiniz hayat o noktada
sizi kucaklarken hıçkırıklarınız fraktal bir dans müziğine dönüşür.
bir gün toz
zerrecikleri sizi bağrına basarsa, bilin ki ya nirvanaya ulaştınız ya
çıldırdınız. hangisi olduğuna kendiniz karar vereceksiniz.
aynı onun
gibi, muhatabımın değil milyonların göreceği acıklı mimiklerle rolümü
yorumladım. "buruk bir çocukluk geçirdim öztürk," dedim sümüklerimi
çekerek. "ben devrik cümle bile kuramazdım. kuramazdım, çünkü korkardım.
sorumluluklarım vardı. akranlarım bozuk bir türkçe'yle gül gibi anlaşırken,
bütün o gramer kurallarının anasını ağlatarak bildirişirken, giriş gelişme
sonuç kavramlarından bihaber, rasgele bölünmüş paragraflarla kompozisyon
yazarken, ben... ben kendime ihanet eder cümlenin öğelerine sadık kalırdım.
ömrüm düzgün cümleler halinde geçti. bilmeden bazı hatalar yapmışımdır tabii.
bilsem... (buradaki şiddetli kafa hareketim nedeniyle briyantinli perçemim
alnıma düşer ve kuvvetle muhtemel ki yumruklarımı sıkmışımdır.) bilsem anlamı
öldürür yine de cümleyi kurtarırdım. oysa şimdiki halime bak. kelimeler
kifayetsiz kalıyor, dilbilgisi sırnaşık! saçmasapan cümleler kuruyorum ve
duyduğum mutluluk bana kaygı ile karışık bir utanç veriyor!"
"bu
utanılacak bir şey değil," diye elini dostça omzuma koydu öztürk aynı
zamanda bağlam özürlülüğünün zirvesine tırmanarak. "sen sadece yapman
gerekeni yaptın."
"hayır!
hayır!" diye bağırdım, reddettim, kendime vurdum. "yapmamalıydım, o
anlamlara kıymamalıydım!"
"kıymadın,"
diye coşkuyla müjdeledi öztürk bu kez islam'ın kurulduğu günlerde yaşamış bir
tatlı ihtiyarcık gibi. "sözler, kelime değerlerinin ötesinde anlamlar
taşırlar."
akabinde
beni tercihan siyah beyaz bir formatta, tepeleme tuhaf bir sıvıyla dolu bir
şırınganın içinde aptallaşmış bir halde hayal edebilirsiniz. özel bir elbiseye
ihtiyacım yoktu çünkü daha önce sıvı oksijenden yararlanma dersi almıştım
(duygular sadece temelsiz düşünceler midir? adlı serüvenden) ve duygu hanım'ın
beyninde yeterince oksijen molekülüyle karşılaşacaktım. her şey aşağı yukarı
yolunda gitti. leibniz'in dev bir beyin inşa etsek ve içine girip baksak tüm
göreceğimiz bazı mikrokimyasal işlemler olur, o beyinde ne düşünüldüğünü, ne
hissedildiğini asla anlayamayacağımız savının doğruluğunu bizzat yerinde
gördüm.
… hayatımın
en hızlı günlerini yaşıyordum. dövüşecek düşmanlar ve sevilecek kadınlarla
çevrelenmiştim. gerçi silahım plastiktendi. kadınlarım da öyle. yine de böylesi
hiç yoktan iyiydi.
… annem
derhal başka bir anaokuluna gönderilmem fikrini ortaya attı.babamla ikisi
işteyken benim evde yalnız kalmamı istemiyordu.nedense evdeki tüm ilaçları
yutup kendimi öldüreceğim gibi tuhaf bir düşünceye kapılmıştı.oysa kim böyle
bir salaklık yapar ki? kendini camdan aşağı atmak varken.
... sonunda
babam tartışmayı noktalayan ve kurtuluşumu müjdeleyen kararını açıkladı
“ecdadını s.kerim ben anaokulunun!”
… gerçi ben
kendimi her zaman suçlu hissederdim. doğuştan gelen bir şey bu. ayrı konu.
… çocuklara
bakıp da saflık, masumiyet ve güzellik edebiyatı yapanların aklına şaşarım. ben
bizimkilere bakınca, insanoğlunun en alçakça eğilimlerinin en çıplak halinden
başka bir şey görmüyorum.
… ben devrik
cümle bile kuramazdım. kuramazdım, çünkü korkardım. sorumluluklarım vardı.
akranlarım bozuk bir türkçe’yle gül gibi anlaşırken, bütün o gramer
kurallarının anasını ağlatarak bildirişirken, giriş gelişme sonuç
kavramlarından bihaber, rasgele bölünmüş paragraflarla kompozisyon yazarken,
ben… ben kendime ihanet eder cümlenin öğelerine sadık kalırdım. ömrüm düzgün
cümleler halinde geçti. bilmeden bazı hatalar yapmışımdır tabii. bilsem…
(buradaki şiddetli kafa hareketim nedeniyle briyantinli perçemim alnıma düşer
ve kuvvetle muhtemel ki yumruklarımı sıkmışımdır.) bilsem anlamı öldürür yine
de cümleyi kurtarırdım. oysa şimdiki halime bak. kelimeler kifayetsiz kalıyor,
dilbilgisi sırnaşık! saçmasapan cümleler kuruyorum ve duyduğum mutluluk bana
kaygı ile karışık bir utanç veriyor!”
adalet denen
şey bir yalandan ibaretti. insanlar suç işledikleri için değil suç işlenmemesi
gerektiği için cezalandırılıyordu. sistem gaddarca bir caydırıcılık üstüne
kurulmuştu.
descartes'i
düşünüyorum gözlerim kapalı / ya ilham geliyor ya inme iniyor.
bütün orta
sınıf çalışanları gibi iş günlerini hafta sonunu bekleyerek, hafta sonunu da iş
günlerini özleyerek geçiriyorlardı. ömürlerinin son dakikasının nasıl geldiğini
anlamayacaklardı bile. sistemin zaferi.
neticede
ahlak, herkese üç aşağı beş yukarı aynı şekilde davranabilmek değil midir?
bazen merak
ediyorum, hayatta kaybetmeye mahkum olduklarının farkındalar mı diye.
çünkü
duygularımızı canlı kılmanın yegane yolu devinimdir. durağanlık dimağ gücü
verirken insanı hissizleştirir.