14 Ağustos 2012 Salı

beyaz geceler / fyodor dostoyevski


mutsuzken başkalarının mutsuzluğunu daha güçlü hissederiz; duygular parçalanmaz, yoğunlaşır.

herkes gerçekte olduğundan daha sertmiş gibi görünmeye çalışır, sanki herkes açıkça dışa vurunca duygularıyla alay edileceğinden korkmaktadır.

yitirilen şey geri gelmez. ağızdan çıkan sözde öyle.

sizi kırdım, ama biliyorum -eğer seviyorsanız, kırgınlık uzun zaman kalmaz akılda, ve siz beni seviyorsunuz.- (nastenka)

böyle bir sevgiden, nastenka, bazen kalbimiz soğur ve ruhumuz ağırlaşır. senin elin soğuk, benimki ateş gibi sıcak. ne kadar körsün, nastenka!... ah! mutlu bir insan bazı anlarda nasıl çekilmez oluyor! ama kızamam sana!..

    29 Temmuz 2012 Pazar

    oğullar ve rencide ruhlar / alper canıgüz

















    … beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar.
    … gerçek acı sessizdir, bir huzurevi gibi.
    bu erkin ile koray'ı çok gözlemiştim, sokakta yürürlerken, bakkalda kola içerlerken falan. sürekli bir şeyler konuşur ve neredeyse her sözcüğün ardından bir kahkaha patlatırlardı; çoğunlukla da kendi ağızlarından çıkanların. birbirlerini ya da herhangi bir başka şeyi gerçekten anlamaya çalıştıklarını zannetmiyorum. sadece salak salak gülüyorlardı. kendilerini hep dışarıda bıraktıklanyla tanımlayan insanlar böyledir. bir tür uyuşturucu, alttan alta hep var olan sessizliği işitmelerini önleyen bir tür gürültüdür kahkaha onlar için. gülmek, hayatla yüzleşmekten korur onları. diyeceğim, kafası kanşık, kayıp tiplerdi işte. açıkçası hiç umudum yoktu bunlardan. birkaç yıl ota boka gülüp ne kadar farklı olduklannı düşünecekler, sonra da "aslında" ne kadar farklı olduklanna inanmayı sürdürerek sefil bir orta sınıf hayatına adım atacaklardı.
    oturur vaziyette sağ tarafımdaki pencerenin perdesini aralayarak dışarı baktım. bunu hemen hemen her gece yaparım aslında. sanki pencerenin öbür yanında tanrı'yı görüvericekmişim ve o bana her şeyin bir şakadan ibaret olduğunu açıklayacakmış gibi tuhaf bir hissim vardır. üstelik keman biçimli kafası ve şakaklarında iyice seyrelmiş saçlarıyla havada süzülürken hayal ettiğim bu tanrı, üst kat komşumuz hasan amca'ya fena halde benzemektedir.
    bizimkilerin keyfine diyecek yoktu. birini ezme fırsatını bulduklarında nasıl da parlıyordu gözleri. üstelik ellerine geçecek hiçbir şey yokken. sırf birini aşağılamak için yapıyorlardı bunu. zevkine. çocuklara bakıp da saflık, masumiyet ve güzellik edebiyatı yapanlara şaşarım. ben bizimkilere bakınca, insanoğlunun en alçakça eğilimlerinin en çıplak halinden başka bir şey görrmüyorum.
    garip ama bu olay ortamın ağır havasını dağıtıvermişti birden. şemi abi başsağlığı dileklerini kabul ederken cemaat arasında neşeli fısıldaşmalar ve hatta merhum hakkında çlçülü dedikodular başlamıştı bile. kim bilir, belki de rebi abi'nin baygınlık geçirmesi herkeste ölü için yeterince acı çekildiği biçiminde rahatlatıcı bir hiissiyat yaratmıştı.
    işlenen suçun sorumluluğunu bir deliye yüklemek otoritenin sadece kolayına gelmiyor, aynı zamanda işine de geliyordu. meseleyi, "katil zaten delinin tekiymiş," diye çözmek rahatlatıyordu onları. yani düzen o kadar mükemmel ki, o düzenin yasalarına karşı çıkan kişinin aklından kuşkulanmak gerekir demeye getiriyorlardı. işte beni hasta eden bu yaklaşımdı. cinayeti kimin işlediğini umursamıyordum aslında. insanların ruhunu çürümeye mahkûm etmek, onları içki şişelerinde, hayal dünyalarında teselli aramaya itmek çok daha büyük bir suçtu ve bunu yapanların ikiyüzlülüklerini, sığlıklarını suratlarına çalmak istiyordum. hayır, delilerin değil en aklı başında insanların, evlerine girip gırtlaklarını kesebileceğini anlasınlar istiyordum.
    ağlamanın bir kadın için her daim ulaşılmaya çalışılan bir ruh durumu olduğuna inancım tamdı.
    "burdan kaçarken gördüğün adam..." kulaklarımı ateş basıvermişti. dikkat kesildim. "biraz he-man'e benziyor muydu?"
    önce gerçekten anlamadım. iyi niyetle çeşitli olasılıkları değerlendirdim: post-travmatik stres bozukluğu, mani, akut psikotik atak vesaire... hayır, hiçbiri değildi. yarım aklıyla beni faka bastırmaya çalışıyordu. aklınca he-man denen angutla hayal gücümü tahrik edecek, ben de uydurduğum hayali şüpheli hakkında kim bilir ne palavralar sıkmaya başlayacaktım. böylece karakolda adamın eşkâlini görmedim derken yalan söylediğim anlaşılacaktı. hayretle, hiçbir şeyin tek boyutlu olmadığını, geri zekâlılığın bile dahice denebilecek bir düzeyi bulunduğunu kavrıyordum. "evet, evet," dedim heyecanla. "sapsarı saçları vardı. kıçında da böyle sipsivri bir kuyruk sallanıyordu .
    bazen de saygıdeğer abilerim ablalarım, dünyası yerle bir olur insanın. hayat, fazla kafa yormadan idare etmeyi sağlayan bütün anlamlarını yitiriverir. en akıllıca saydığınız fikirlerinizin saçmalığını, en içten duygularınızın yapmacıklığını kavrarsınız. aslında hiçbir konuda bir fikriniz bulunmadığını, aslında hiç kimseye karşı bir şey hissetmediğinizi ve tüm evrenin de size karşı aynı gaddarca kayıtsızlık içinde olduğunu. hep gözünüzün önünde durduğu halde o güne dek her nasılsa yok saymayı başardığınız bu gerçeği fark ettiğiniz anda ilahi işleyişi de çözmek üzeresiniz demektir.
    tanrı, içindeki tahammülfersa boşluğu doldurmak için evreni yaratır. evrenin içine gezegenleri, gezegenlerin içine dünyayı, dünyanın içine hayatı, hayatın içine insanı yerleştirir. ve onun içine koyacak bir şey bulamaz, işte insan denen tuhaf hayvanın, varlıkların en yücesi ve en anlamsızı kılınışının hikâyesi. evrenin orasını burasını felsefeyle, sanatla, aşkla, hatta ironik bir biçimde tanrı'yla bezerken, ortak anlamsızların en küçüğünün elbette bir gerçeği unutması gerekmektedir: hakikatte bütün kitaplar sayfaları doldurmak için yazılır.
    sevdiğiniz birinin ölümü, örneğin, yüzleşmenizi sağlayabilir kendinize söylediğiniz yalanlarla. ya da ananızdan yediğiniz okkalı bir dayak. üstelik siz, ananızın canınıza okumak için haklı duygusal gerekçeleri bulunduğuna inanmaya hazırken, içinizi parçalayan onun gözü dönmüşlüğü değil, beyninizi zedelememek için sopayı sadece kollarınıza ve bacaklarınıza indirecek kadar düşünceli davranması olabilir. nihayet onun elinden kurtulup kendinizi odanıza attığınızda pencereden giren akşam güneşinin ışığında neşeyle dans eden tozlar dört bir yana dağılır. onlann huzurunu kaçırmak sizi öyle çok üzer ki, içiniz feci bir dışlanmışlık duygusuyla dolar. birden gözlerinize yaşlar hücum eder. bu küçük sevimli yaratıkların sizden korkmasını hazmedemezsiniz. iki saatlik dayak seansına gık demeden katlanan siz, yere kapanıp zırıl zırıl ağlamaya başlarsınız. sonra bir toz tanesi gelip parmağınızın üzerine konuverir. usulca oynatırsınız parmağınızı. hâlâ oradadır. derken diğerleri ona katılırlar. yerde yatarken üzerinize toz tanecikleri yağar. sırt çevirdiğiniz hayat o noktada sizi kucaklarken hıçkırıklarınız fraktal bir dans müziğine dönüşür.
    bir gün toz zerrecikleri sizi bağrına basarsa, bilin ki ya nirvanaya ulaştınız ya çıldırdınız. hangisi olduğuna kendiniz karar vereceksiniz.
    aynı onun gibi, muhatabımın değil milyonların göreceği acıklı mimiklerle rolümü yorumladım. "buruk bir çocukluk geçirdim öztürk," dedim sümüklerimi çekerek. "ben devrik cümle bile kuramazdım. kuramazdım, çünkü korkardım. sorumluluklarım vardı. akranlarım bozuk bir türkçe'yle gül gibi anlaşırken, bütün o gramer kurallarının anasını ağlatarak bildirişirken, giriş gelişme sonuç kavramlarından bihaber, rasgele bölünmüş paragraflarla kompozisyon yazarken, ben... ben kendime ihanet eder cümlenin öğelerine sadık kalırdım. ömrüm düzgün cümleler halinde geçti. bilmeden bazı hatalar yapmışımdır tabii. bilsem... (buradaki şiddetli kafa hareketim nedeniyle briyantinli perçemim alnıma düşer ve kuvvetle muhtemel ki yumruklarımı sıkmışımdır.) bilsem anlamı öldürür yine de cümleyi kurtarırdım. oysa şimdiki halime bak. kelimeler kifayetsiz kalıyor, dilbilgisi sırnaşık! saçmasapan cümleler kuruyorum ve duyduğum mutluluk bana kaygı ile karışık bir utanç veriyor!"
    "bu utanılacak bir şey değil," diye elini dostça omzuma koydu öztürk aynı zamanda bağlam özürlülüğünün zirvesine tırmanarak. "sen sadece yapman gerekeni yaptın."
    "hayır! hayır!" diye bağırdım, reddettim, kendime vurdum. "yapmamalıydım, o anlamlara kıymamalıydım!"
    "kıymadın," diye coşkuyla müjdeledi öztürk bu kez islam'ın kurulduğu günlerde yaşamış bir tatlı ihtiyarcık gibi. "sözler, kelime değerlerinin ötesinde anlamlar taşırlar."
    akabinde beni tercihan siyah beyaz bir formatta, tepeleme tuhaf bir sıvıyla dolu bir şırınganın içinde aptallaşmış bir halde hayal edebilirsiniz. özel bir elbiseye ihtiyacım yoktu çünkü daha önce sıvı oksijenden yararlanma dersi almıştım (duygular sadece temelsiz düşünceler midir? adlı serüvenden) ve duygu hanım'ın beyninde yeterince oksijen molekülüyle karşılaşacaktım. her şey aşağı yukarı yolunda gitti. leibniz'in dev bir beyin inşa etsek ve içine girip baksak tüm göreceğimiz bazı mikrokimyasal işlemler olur, o beyinde ne düşünüldüğünü, ne hissedildiğini asla anlayamayacağımız savının doğruluğunu bizzat yerinde gördüm.
    … hayatımın en hızlı günlerini yaşıyordum. dövüşecek düşmanlar ve sevilecek kadınlarla çevrelenmiştim. gerçi silahım plastiktendi. kadınlarım da öyle. yine de böylesi hiç yoktan iyiydi.
    … annem derhal başka bir anaokuluna gönderilmem fikrini ortaya attı.babamla ikisi işteyken benim evde yalnız kalmamı istemiyordu.nedense evdeki tüm ilaçları yutup kendimi öldüreceğim gibi tuhaf bir düşünceye kapılmıştı.oysa kim böyle bir salaklık yapar ki? kendini camdan aşağı atmak varken.
    ... sonunda babam tartışmayı noktalayan ve kurtuluşumu müjdeleyen kararını açıkladı “ecdadını s.kerim ben anaokulunun!”
    … gerçi ben kendimi her zaman suçlu hissederdim. doğuştan gelen bir şey bu. ayrı konu.
    … çocuklara bakıp da saflık, masumiyet ve güzellik edebiyatı yapanların aklına şaşarım. ben bizimkilere bakınca, insanoğlunun en alçakça eğilimlerinin en çıplak halinden başka bir şey görmüyorum.
    … ben devrik cümle bile kuramazdım. kuramazdım, çünkü korkardım. sorumluluklarım vardı. akranlarım bozuk bir türkçe’yle gül gibi anlaşırken, bütün o gramer kurallarının anasını ağlatarak bildirişirken, giriş gelişme sonuç kavramlarından bihaber, rasgele bölünmüş paragraflarla kompozisyon yazarken, ben… ben kendime ihanet eder cümlenin öğelerine sadık kalırdım. ömrüm düzgün cümleler halinde geçti. bilmeden bazı hatalar yapmışımdır tabii. bilsem… (buradaki şiddetli kafa hareketim nedeniyle briyantinli perçemim alnıma düşer ve kuvvetle muhtemel ki yumruklarımı sıkmışımdır.) bilsem anlamı öldürür yine de cümleyi kurtarırdım. oysa şimdiki halime bak. kelimeler kifayetsiz kalıyor, dilbilgisi sırnaşık! saçmasapan cümleler kuruyorum ve duyduğum mutluluk bana kaygı ile karışık bir utanç veriyor!”
    adalet denen şey bir yalandan ibaretti. insanlar suç işledikleri için değil suç işlenmemesi gerektiği için cezalandırılıyordu. sistem gaddarca bir caydırıcılık üstüne kurulmuştu.
    descartes'i düşünüyorum gözlerim kapalı / ya ilham geliyor ya inme iniyor.
    bütün orta sınıf çalışanları gibi iş günlerini hafta sonunu bekleyerek, hafta sonunu da iş günlerini özleyerek geçiriyorlardı. ömürlerinin son dakikasının nasıl geldiğini anlamayacaklardı bile. sistemin zaferi.
    neticede ahlak, herkese üç aşağı beş yukarı aynı şekilde davranabilmek değil midir?
    bazen merak ediyorum, hayatta kaybetmeye mahkum olduklarının farkındalar mı diye.

    çünkü duygularımızı canlı kılmanın yegane yolu devinimdir. durağanlık dimağ gücü verirken insanı hissizleştirir.