30 Temmuz 2019 Salı

budala / dostoyevski


















nastasya filippovna: mışkin, nastasya filipovna'nın portresini gördüğü ilk anda içinden geçirdiği "gerçekten çok güzel kadın" mırıltısına yenik düşer. büyülenmiştir, onu ilk gördüğü anda aşık olmuştur. daha sonraları söyleyeceği "ben bir hiçim ama siz, acı çektiniz ve böylece bir cehennemden temiz çıktınız." sözünden itibaren mışkin kayıptır.*

nastasya filippovna'nın niçin öldürüldüğüne dair, dostoyevski, bize açık seçik bir gerekçe vermiyor. biz, okuyucu olarak yalnızca olayın gidişatını izlemekle kalıyoruz. her zaman olduğu gibi, burada da iş, okurun yorumuna bırakılıyor. o, yalnızca anlatıyor. olay şudur: budala romanının kahramanı prens mışkin, bir yandan generalin saf ve iyi yürekli kızı aglaya'yı severken, öte yandan anaç tabiatlı ve "tecrübeli" bir kız olan nastasya filippovna'yı da sever. ama nastasya filippovna, rogojin tarafından da sevilmektedir. bu karışık ilişkiler ağı durmadan karışıklaşarak sürüp gider ve bir yerde prens mışkin, nihai kararını vermek zorunluluğunu hisseder: nastasya ile evlenmeye karar verir. nastasya da durumdan memnun görünür. düğün hazırlıkları yapılır, nikahtan herkes haberdar kılınır ve nihayet nikâh ânı gelir. mışkin, kilisede gelini beklerken, gelin de yardımcıları tarafından kiliseye götürülmek üzere hazırlanır. tam evden çıkacaklarken, orada rogojin peydahlanır. nastasya, onun bakışlarını yakalar, ona koşar ve "deli gibi" ellerine sarılarak: "kurtar beni! hemen, şimdi, nereye istersen götür beni!" diye haykırır. böylece ikisi kaçarlar. kilisede bekleyen prens mışkin olanları öğrenir. rogojin'in gidebileceği yerleri bilir. onu arar. aradığı yerlerde bulamaz. ama bulamayışı onun isabetsizliğinden değil, rogojin'in oyunundan kaynaklanmaktadır. mışkin'in arayışı sürerken, rogojin onu yakalar ve prens'i evine çağırır. prens, evde manzarayı görür: nastasya öldürülmüştür! prens sessizce titremektedir. "onu sen mi?" diye sorar rogojin'e. o da: "onu ben..." diye cevap verir. iki âşık o geceyi, ölünün odasında, bu meseleden hiç söz etmeksizin geçirirler. yalnız bir ara, havanın sıcaklığından dolayı cesedin kokabileceği üzerinde dururlar, ama rogojin kokunun yayılmaması için tedbirini almıştır. ertesi sabah, katili kendinden geçmiş bir şekilde, sinir buhranları içinde bulurlar. prens mışkin de, doktorunun, onu ilk gördüğünde söylediği gibi "budala" bir haldedir.*


(...) nastasya filipovna,
adın, tehlikeli bir kıvrımdır her dudakta,
derler ki, karla ölçermişsn yanaklarını,
rüzgarların yuvasıymış saçların,
(hercaidir demiyorum onlara)
ve gözlerin bir dar boğazmış, arabaları
yuvarlanırmış içine, karmış onları
sayan ve karlardan alırmışsın
yanaklarının ölçütünü"
(ingeborg bacmann)


ippolit: dostoyevski'nin çoğu karakteri gibi, rus coğrafyasıyla kontrast oluşturmayan beyazlıktaki yüzü, hiç elden bırakmadığı gururu ve hastalıklı tavrıyla tedirgin edici bir roman atmosferine katkı yapar ippolit. karşınızda otursa yüzüne bakmaktan kaçınacağınız, ama dostoyevski'nin feneriyle içine baktığınızda acıdığınız bir çocuk gibidir. *


...kadar yalnızca yaralarının acısını hissedersin. ama asıl ve en büyük acı belki de yaralarının acısı değildir. en önemli olan, bir saat sonra, az sonra, on dakika sonra, biraz sonra, yarım dakika sonra, biraz sonra, o anda ruhunun bedeninden ayrılacağını, artık bir insan olmayacağını, bunun kesin olduğunu, en önemlisi de kesin olduğunu bilmendir. 


yalnızca şöyle bir açıklaması olabileceğini düşünüyordu: “gururu incinen bu inanılmaz kadın” çılgınlığı öylesine ileri götürebilirdi ki, rahat bir geleceğe konmaktansa, toplum içinde yükseklere çıkmaktansa, kendisine yapılan bu öneriyi geri çevirerek, karşısındakine duyduğu küçümsemeyi büyük bir hazla açığa vururdu.


“tam o anda şu olağanüstü artık zaman olmayacak sözü çok anlaşılır geliyor bana.” gülümseyerek eklemişti sonra: “muhammed’in sara nöbeti sırasında allah’ın katına çıkıp, devrilen testinin suyu boşalmadan döndüğü o an gibi bir andı bu.” 


karşı konulmaz, neredeyse ayartıcı bir istek ansızın bütün benliğini sardı. banktan kalktı, parktan çıkıp doğrudan petersburg yakası’na doğru yürüdü. biraz önce neva kıyısında rastladığı birine neva’nın karşısına, petersburg yakası’na nasıl gidebileceğini sormuştu. adam anlatmıştı ona nasıl gidileceğini. ne var ki prens o yana yürümemişti.


beklemediği birçok değişiklik için az mı sıkıntı çekmişti! ama yabancı ruhu karanlıktır, bilinmez, rus ruhu da öyledir; çoğu insan için karanlıktır, bilinmez…


acıma duygusu aklını başına getirecek rogojin’in, eğitecek onu. acıma duygusu bütün insanlığın başlıca ve belki de tek yasasıdır. 


zavallı şövalye, hırpani, eksantrik… 

bir zamanlar zavallı bir şövalye vardı 
sessiz ve sade,
somurtkan ve solgun,
cesur ve dürüst.
bir hayale kapılmış,
aklının almadığı,
hiç unutamadığı,
ta yüreğine işlemiş.
o gün bu gündür içi yandı,
kadınlara dönüp bakmadı,
ömür boyu konuşmamaya,
kararlıydı hiçbiriyle.
atkı yerine boynuna,
bağlıyordu tespi


yüzünde en küçük bir alaycı ifade de, bir canlılık ifadesi de yoktu. tersine, haklılığına körü körüne bir inanmışlığın ve aynı zamanda kendini sürekli haksızlığa uğramış hissetme ihtiyacının tuhaf bir ifadesi vardı yüzünde.


gerçi her zaman olduğu gibi birçok konuda prens kendini suçlu buluyordu ve cezalandırılmayı da içtenlikle bekliyordu. 


aslında prens iki aşırılığı yüzünden bir süredir kendini suçluyordu: bunlardan biri aşırı “anlamsız ve bıkkınlık veren” saflığı, öteki ise “içini karartan, aşağılık” kuşkuculuğuydu. 


aglaya’nın bu notunun bir aşk notu, bir âşık randevusu olduğunu ekleseydi, bunu söyleyen adına utancından yerin dibine girer, belki düelloya bile çağırırdı onu. 


ya demiryolları? diye haykırdı kolya. hayır heyecanlı delikanlı, demiryolları genel bir eğilimi açıklamakta kullanılan bir sembol, bir imgeden başka bir şey değil. insanların mutluluk peşinde acele etmesini, gürültü çıkarmalarını, telaşlarını anlatıyor! insanlardan uzaklaşmış bir düşünür şöyle yakınıyor: “dünyada giderek daha çok gürültü, sanayi, ama daha az huzur var artık 


yani şunu söylemek gerek: buharlı gemiler, demiryolları çağındayız; ama ben şöyle diyeceğim: utançlar ve demiryolları çağındayız... çünkü sarhoşum ben, ama haklıyı 


bir defasında dünyayı “güzellik” kurtaracak dediğiniz doğru mu prens? (yüksek sesle seslendi herkese:) baylar! prens dünyayı güzelliğin kurtaracağını iddia ediyor! bense onun şimdi âşık olduğu için böyle düşündüğünü iddia ediyorum. baylar, prens âşık. buraya geldiğinde yüzüne bakar bakmaz anladım âşık olduğunu.

sanırım şu anda son derece aptalca bir şey yazdım. ama düzeltecek zamanım yok, söyledim bunu. ayrıca beş satırda bir kendimle çelişkiye düştüğümü fark etsem bile, bu yazının tek sözcüğünü değiştirmeyeceğime özellikle söz verdim kendime. yarın yazımı okurken test etmek istiyorum düşüncelerimin akışını. yaptığım yanlışları fark edebilecek miyim? bu odada kaldığım altı ay süresince düşündüklerim gerçek miydi, yoksa hep sayıklıyor muyum. 

akrebe benzeyen bir şeydi, ama akrep değil. daha iğrenç, daha korkunç (belki de doğada böyle yaratıklar olmadığı için daha korkunç) bir yaratıktı, belki de özellikle bunun için girmişti rüyama ve asıl sır da bund 

ah, artık hiçbir şey umurumda değil; artık hiç kızmıyorum, ama tekrar söylüyorum, o zamanlar, o zamanlar geceleri hırsımdan düpedüz yastığımı kemiriyor, yorganımı parçalıyordum. ah, ne hayaller kuruyordum, ne çok şey istiyordum; beni on sekiz yaşında, yarı çıplak, evsiz barksız sokağa atmalarını, koca kentte yapayalnız, kimsesiz, işsiz güçsüz, aç dolaşmayı, bir akrabamın, bir tanıdığımın olmamasını, karnım aç, ezilmiş, hırpalanmış (böylesi daha iyi!), ama sağlıklı olmayı ne çok isterdim... işte o zaman gösterirdim ben.. 

hepsi doğaldı tabii bunların, insanlar birbirlerine acı çektirmek için yaratılmıştı 


kısacası, odada korkunç bir düzensizlik vardı. ilk bakışta ikisinin, erkeğin de, kadının da düzgün, ama yoksulluğun küçülttüğü insanlar olduklarını hemen anlamıştım. bu öyle bir yoksulluktur ki, onunla mücadeleye her kalkışıldığında sonunda düzensizlik üste çıkar, hatta insanlar artık onunla mücadelede kurtuluşu düzensizlikte bulur, bu düzensizlikten de her gün biraz daha artan acılı, intikam duyuyordu.


ilk bakışta ikisinin, erkeğin de, kadının da düzgün, ama yoksulluğun küçülttüğü insanlar olduklarını hemen anlamış…


sinirli alınganlıklarından olağanüstü haz duyan insanlar vardır, üstelik bu duyguları en üst düzeye çıktığında (ki bu pek sık olur) hazları da en üst düzeye çıkar. öyle ki böyle anlarda aşağılanmış olmak, aşağılanmamaktan daha çok haz verir onlara. bu sinirli tipler zekiyseler, yani sinirlenmesi gerekenin on katı sinirlendiklerini anlayacak durumdaysalar, sonraları büyük acılar içinde pişman olurlar yaptıklarına. 


bu arada, çok istememe karşın, gelecekteki yaşamın da, cennetin de olmadığını hiçbir zaman düşünemedim. daha doğrusu, hepsi var bunların, ama bizler gelecekteki yaşamdan da, onun yasalarından da bir şey anlayamıyoruz. peki ama, bunu anlamak o kadar zor ve olanaksızsa, benim için ulaşılmaz, anlaşılmaz olan için nasıl sorumlu tutulabilirim. 


boyun eğmek gerektiğini, düşünmeden, yalnızca ahlaklı olmak için boyun eğmek gerektiğini, uysallığım sayesinde öteki dünyada kesinlikle ödüllendirileceğimi söylüyorlar. onu anlayamadığımız için kendi kavramlarımızı ona yakıştırarak tanrı’yı aşırı derecede küçümsüyoruz. ama tekrar söylüyorum, onu anlamak olanaksızsa, insanın anlamasına izin verilmemiş şeylerle ilgili sorulara insanın cevap vermesi zordur.


doğmamak elimde olsaydı, bu komik koşullar altında var olmayı belki de seçmezdim (ippolit)


“yalnızca doğru var sizde, öyleyse haksızlık da.” unutmayacağım bunu ve üzerinde düşüneceğim.


gelgelelim, size karşı bir günahım var: sizi seviyorum. mükemmelliği sevmemek imkânsızdır. mükemmelliğe, yalnızca mükemmelliğe bakılabileceği gibi bakılır, öyle değil mi? oysa bu arada ben size aşığım da. gerçi sevgi insanları eşitler, ama endişelenmeyin, ruhumun derinliklerinde bile olsa, sizi kendimle eşitlemiş değilim. 


hatta iyi niyetli olması, ama öte yandan hiçbir yeteneğinin, hiçbir özelliğinin, hatta hiçbir tuhaflığının, kendine özgü tek bir fikrinin olmaması, yani kesinlikle “herkes gibi” olmasından daha sıkıcı bir şey düşünülemez. zengindir, ama bir rothschild değildir; saygın bir ailesi vardır, ama hiçbir zaman bir etkinliği olmamıştır; dış görünümü hoştur, ama neredeyse hiç ifade yoktur hoşluğunda; iyi bir öğrenim görmüştür, ama onu nerede kullanacağını bilemez; aklı vardır, ama kendi fikri yoktur; kalbi vardır, ama soyluluktan yoksundur vesaire, vesaire... böyle insan çoktur dünyada, hem tahmin edildiğinden de çoktur. bütün insanlar gibi onlar da iki ana gruba ayrılır: birinci grup dar kafalılar, ikinci grup “biraz daha kafası çalışanlar”. birinci gruptakiler daha mutludur. dar kafalı “sıradan” bir insan için kendini, sözgelimi, olağanüstü, sıra dışı biri olarak düşünmekten, herhangi bir kuşku duymadan buna içtenlikle inanmaktan daha kolay bir şey yoktur. kadınlarımızdan bazıları için saçlarını kısa kestirmek, mavi gözlük takmak, nihilist olduğunu söylemek, hemen o anda kendine özgü “inançları” olduğuna inanmasına yeterlidir. bazılarımız için, kalbinde toplumsal, soylu birtakım duygular hissetmek, kimsenin onun hissettiklerini hissedemeyeceğine, dahası insanlığın gelişmesinde kendisinin önder olduğuna kolayca inanmak için yeterlidir. biri bir yerden iki sözcük duysun veya başı sonu belli olmayan iki sayfacık bir şey okusun, hemen bunların “kendi düşünceleri” olduğuna, kendi beyninde doğduğuna inanmaya başlar. bu durumlarda saflığın küstahlığı (böyle denebilirse kuşkusuz) inanılmaz birorijinalliğe özenen “sıradan” insanlardandı .



gerçi durum pek parlak değildi, büyük felaketlerin yaklaştığı hissediliyordu, ama yine de gösterişli saray törenlerinden elden geldiğince geri kalmıyorlardı, hatta felaket beklentisi ne kadar güçlenirse, gösterişe de o ölçüde önem veriyorlardı 



bir zaman için kapatalım. öyle ya, soylu davranışları olan bir insansınız siz. evet prens, siz parmağınızla dokunduğunuz bir şeyin bile var olup olmadığından kuşku duyabilirsiniz, ha-ha-ha! ne dersiniz, şu anda küçümsüyorsunuz beni, değil mi?

— niçin? bizden çok acı çektiğiniz ve çekmekte olduğunuz için mi?

— hayır, çektiğim acılara değmediğim için.

— insan çekebildiği kadar acıya değer. itiraflarınızı okuduğunda aglaya ivanovna sizinle görüşmek istedi, ama...

ippolit kesti prensin sözünü 


öteki ise lizaveta prokofyevna’dan hiç hoşlanmazdı. şimdi toplantıya başkanlık eden kocası, (gençlik yıllarından beri nedense yepançinler ailesini koruması altına almış olan) “yüksek devlet memuru”, ivan fyodoroviç’in gözünde öylesine büyük bir kişilikti ki, onun yanında sonsuz bir saygıdan, korkudan başka hiçbir şey hissetmez, hatta bir an bile olsa kendini onunla aynı düzeyde düşünecek, onu ise olymposlu jüpiter gibi görmeyecek olsa, içtenlikle kendine sitem ederdi 


prens daha başta, salona girdiğinde, aglaya’nın onu öylesine korkuttuğu çin vazosunun olabildiğince uzağına oturmuştu. aglaya’nın dünkü sözlerinden sonra prensin içinde ertesi gün ne kadar uzağa oturursa otursun, ne kadar kaçarsa kaçsın, o vazoyu yine de kıracağı, bu felaketten kaçamayacağına ilişkin şaşılası, inanılmaz, silinmesi olanaksız bir önsezi yer etmişti! öyle de oldu. toplantı süresince güçlü, aydınlık, ışıltılı başka izlenimler ruhuna dolmaya başlamıştı: bunları anlatmıştık. o yüzden önsezisini unutup gitmişti. pavlişçev’den söz edildiğini duyunca, bu arada ivan fyodoroviç de tanıştırmak için onu ivan petroviç’in yanına götürünce geçip masaya yakın bir yere, özel bir kaidenin üzerinde duran kocaman, o çok güzel çin vazosunun hemen yanındaki koltuğa (öyle ki dirseği neredeyse arkadan dokunuyordu vazoya) oturmuştu. sözünü bitirirken birden ayağa kalktı, kolunu dikkatsizce omzundan salladı ve... o anda salondakilerden topluca bir çığlık yükseldi... vazo ihtiyarlardan birinin başına düşeyim mi 


her şeyi taşkın, bulanık ve heyecanlıydı prensin 


“yüksek devlet görevlisi” gülümsedi.


bir düşüncemi açıklama hakkım yok, daha önce de söylemiştim bunu. ancak moskova’da rogojin’le konuşurken açıklayabiliyordum düşüncelerimi... birlikte puşkin’i okuyorduk, bütün eserlerini okuduk. rogojin’in bir şey bildiği yoktu, puşkin’in adını bile duymamıştı... komik görünümüm yüzünden düşüncelerimin, en önemli fikirlerimin basitleşeceğinden korkuyorum. davranışlarım iyi değil. her zaman yanlış şeyler yapıyorum. dinleyenlerin gülmesine neden oluyor bu, düşüncemi basitleştiriyor. ölçü duygum da yok. önemli olan ise bu. hatta en önemli olan... biliyorum, en iyisi susup oturmam. bir köşede sesimi çıkarmadan oturduğum zaman akıllı görünüyorum, etraflıca düşünebiliyorum da. ama şimdi konuşursam daha iyi olacak. bana çok hoş baktığınız için konuşmaya başladım. harika bir yüzünüz var! oysa hiç konuşmayacağım diye dün söz vermiştim aglaya ivanovna’ya.


ama arada bir haksız olduğumu düşündüğüm de oluyor. şöyle geçiriyorum içimden: “içtenlik davranışın önünde gelir.” öyle değil mi? öyle değil mi?


evet, öyle, hepimiz, siz de, ben de, onlar da! ama komik olduğunuzu yüzünüze karşı söylediğim için gücenmediniz ya bana? gücendiyseniz, o materyale ait değilsiniz demektir. size bir şey söyleyeyim mi, bence komik olmak kimi zaman iyidir, hatta daha iyidir: birbirinizi daha çabuk bağışlayabilirsiniz, daha kolay barışırsınız. bir anda her şeyi anlamak gerekmez, doğrudan mükemmellikten başlamak da gerekmez! mükemmelliğe ulaşmak için önce çok şeyi anlamamak gerekir. gereğinden fazlasını anlarsak belki iyi anlayamayız 


böyle bir nitelendirme için fazlasıyla akıllısınız; ama kabul edersiniz ki, öteki insanlara benzemeyecek kadar da tuhaf birisiniz. sizi anlıyorum, bu durumunuzun temel nedeni, önce tanrı vergisi deneyimsizliğiniz (bu ‘tanrı vergisi’ sözcüğüne dikkatinizi çekerim prens), sonra olağanüstü saflığınız, daha sonra (birkaç kez sizin de itiraf ettiğiniz gibi) şaşılası derecede ölçü kavramından yoksun olmanızdır... ve nihayet inanılmaz dürüstlüğünüzle, kafanızdaki inançları hâlâ gerçek, doğal, dolaysız inançlar olarak görmeniz! kabul edin prens, nastasya filippovna ile ilişkinizde başlangıçta bir şartlı-demokratlık (kısa olsun diye böyle diyorum), yani (daha kısa olması için şöyle diyeceğim) “kadın sorunu”nun çekiciliği söz konusuydu! rogojin’in paralarını getirdiği, nastasya filippovna’nın evindeki o 

çünkü ona gerekli olan ışıltı, zenginlik, hatta saygınlık değil, yalnızca gerçekti 


bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı; duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir. kimse bir şeyin üzerinde durup düşünmüyor. kendisine bir ülkü edinen çok az. umutlu birisi çıkıp iki ağaç dikse herkes gülüyor: “yahu bu ağaç büyüyünceye kadar yaşayacak mısın sen..?” öte yanda iyilik isteyenler, insanlığın bin yıl sonraki geleceğini kendilerine dert ediniyorlar.


insanları birbirine bağlayan ülkü tümden yitti, kayıplara karıştı. herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. herkes kendini düşünüyor, kendisi kapabileceği kadar kapsın, geride kalanlar isterse açlıktan, soğuktan ölsün, vız geliyor.

---
--ecinnilerdeki kaçak fedya nın bıçağını gösterdiği, (iletişim-s.260) bıçağın ışıldayışının anlatıldığı hayal gibi sahne ile rogojin ile mişkin apartman sahnesinde bıçağın ışıldaması..benzer hayal alemi--