7 Ocak 2017 Cumartesi

milena'ya mektuplar / franz kafka
















bu arada hikayeyi yarım yamalak biliyorum, hatta isimleri bile. dostoyevski ilk romanı insancıklar'ı yazıyormuş;o dönemde, edebiyatço arkadaşı grigoriev ile birlikte oturuyorlarmış. gerçi grigoriev masada duran bir yığın müsveddeyi aylarca görmüş, ama orjinal metin ancak roman bittikten sonra eline geçmiş. okumuş, hayran kalmış ve dostoyevski'ye bir şey söylemeden kitabı dönemin ünlü eleştirmeni nekrasov'a götürmüş. erteci gece saat üçte dostoyevski'nin kapısı çalmış. gelenler, grigoriev ile nekrasov'muş; odaya girmişler, dostoyevski'yi kuacaklayıp öpmüşler, onu o güne kadar tanımayan nekrasov ona "rusya'nın umudu" demiş; bir iki saat boyunca, daha ziyade roman üzerine sohbet etmiş ve ancak sabaha doğru ayrılmışlar. o gecenin hayatının en güzel gecesi olduğunu daima söyleyen dostoyevski pencereye dayanmış ve kendini tutamayıp ağlamaya başlamış. o sıraa yaşadığı ve şu an hatırlayamadığım bir yerlerde betimlediği ana duygu aşağı yukarı şuymuş: "ah şu harika insanlar! ne kadar iyi ve asiller! bence ne kadar kötüyüm! içimi bi görebilselerdi! söylesem, inanmazlar"

bazen karşılıklı iki kapısı olan bir odamız varmış gibi geliyor; ikimiz de kendi kapımızın kolunu tutuyoruz, birimiz gözünü kırpsa, diğerimiz kendi kapısının ardına kaçıveriyor ve ilki tek bir söz söylemeye kalksa ikincisi kesinlikle çoktan kapıyı arkasından kilitlemiş ve gözden kaybolmuş oluyor.
kapıyı tekrar açacak, çünkü bu belkide insanın terk edemediği bir oda.
ilki ikincisine bu kadar benzemese, sakin olsa, ötekine bakmıyormuş gibi davransa, odayı sanki herhangi bir odaymış gibi yavaş yavaş düzene sokacak, ama bunun yerine, o da kapısının orada aynı şeyi yapıyor, hatta bazen ikisi de kapılarının arkasına saklanıyorlar ve güzelim oda bomboş kalıyor.
işte bu yüzden, üzücü yanlış anlamalar ortaya çıkıyor.

ikimektubunuzu, serçenin odamdaki ekmek kırıntıları yiyişi gibi okuyorum; titeyerek, etrafa kulak kabartarak, sağa sola bakarak, bütün tüyleri kabartarak, sağa sola bakarak, bütün tüyelri kabartarak...

mektubu bir kez daha zarfından çıkarıyorum. işte, burada yer var: ne olur bana bir kez daha -her zaman değil, zaten bunu istemem- bir kez olsun "sen" de. * yaklaşlık dokuz kelime karalanmış burda.

seninle çıktığım kısa bir yürüyüşten sonra: (yazması ne kolay: seninle kısa bir yürüyüş. bu kadar kolay olduğu için insan utanıp yazmayı bırakmalı.)

"milena" ismine gelince, bunun almanlık ve yahudilikle hiçbir ilgisi yok. çekçeyi en iyi anlayan (tabii çek yahudilerini saymazsak) naše rec'deki beylerdir, ikincisi derginin okurları, üçüncüsü de aboneler, ki ben aboneyim. böyle biri olarak sana şunu söyleyebilirim ki, çekçede 'milena'nın yalnızca kısaltılmış hali var: milenka. ister beğen, ister beğenme, filoloji böyle söylüyor." milenka: sevgili

bana yeterince sevgi göstermediğini söylüyorsun, ama öylece orada oturmama izin vermen, karşıma oturman ve yanımda olmandan daha büyük bir sevgi ve saygı olabilir mi? Aslında sevdiğim sen değilsin, daha fazlası, senin aracılığınla bana hediye edilen varlığım.