24 Ağustos 2016 Çarşamba

andrey tarkovski / zaman zaman içinde (günlükler)



















ruhun mükemelliğini arzulamayan hiçbir insan değerli değildir; bir tarla faresi ya da bir tilki kadar önemsizdir.

tek istediğim huzur içinde yalnız bırakılmak, belki de unutulmak.. onların sevgisine dayanmak ya da onlardan bir şey istemek istemiyorum, özgürlükten başka. fakat özgürlük diye bir şey yok, olmayacak da. ayrıca beni ıra yüzünden suçluyorlar, bunu hissediyorum. onu doğal olarak seviyorlar. kıskanç değilim, tek istediğim bana işkence etmeleri ve benim bir aziz olduğumu düşünmemeleri. ben ne azizim ne de melek. ben tek korkusu sevdikleri tarafından acı çektirilmek olan nir egoistim.
şimdi gidip hesse okuyacağım.

en olağanüstü keşiflerin bizi zamanın varoluş alanı içinde beklediği inancı yıllardır içimi kemirir durur.

romanov filmi kabul etmedi ve bana yeni bir değişiklikler listesi gönderdi. 1… 2…  .. 6.. tabii bunların hiç birini yapmayacağım.

romanov 29’unda stüdyoyageldi ve solaris tek bir değişiklik yapılmadan kabul eidldi. kimse buna inanmaz. çünkü filmi kabul edecek anlaşmayı imzalaması gereken tek insan romanov. biri onun içine allah korkusu koymuş olmalı.

büyük bir telaş içindeyim. çok önemli bir şey yazmak istiyordum, fakat çok geç. unuttum. neden herkes beni bir azize dönüştürmek istiyor. ah tanrım! tek istediğim bir şeyler yaratman. bana aziz gözüyle bakmayın lütfen.

sanatsal yaratıcılık tanımı gereği ölümün reddedilişidir. / sanatın amacı, insanı ölüme hazırlamaktır.

koşutluk teorisiyle ilgili bir örnek de benim rublev’in senaryosuyla ilgili yaşadığım olay. içinde elimdeki tek kopyayı unuttuğum taksi saatler sonra beni yolda onca kalabalığın içinde yürürken görmüş, hemen durup onu bana geri vermişti.

... onun için yaşamla bağlantılı olan her şeyde umut vardır.

"... ve yüreğimi, gökkubbe altında olan ve bilgelikle ilişkili her şeyi arayıp bulmaya adadım. tanrı bu acı sıkıntıları insanoğullarına vermiş deneyimlesinler diye. güneşin altında yapılmış olan tüm işleri gördüm ve seyirci kaldım, hepsi de ruhun küskünlüğü ve boş gururuydu. bir şeşyde ne kadar çok erdem varsa o kadar çok da acı vardı, o yüzden, o, bilgiyi ve buna bağlı olarak da tasayı artırdı."

"kendimizi yaşamımızı bozan ve mahveden o boş merak duygusundan kurtarmalıyız. her şeyden önce içimizdeki, kalplerimizin yeni olan her şeyin peşine takılıp gitmesini, güncelin ardından koşmasını sağlayan ve bunun sonucunda da hep kuşku içinde olup, bize yarın ne olacak endişesini veren o inatçı eğilimi söküp atmalıyız.
aksi halde, hiçbir zaman huzura kavuşamaz ya da iyi olamazsınız, elinize kalan sadece hayla kırıklığı ve ani tepkiler olur. tüm bu dünyaya ilişkin zevklerin ve huzurlu yuvamızın eşiğinde darmadağın olmasını istiyor musunuz? eğer istiyorsanız, o halde atın ruhunuzdan dünyaya ilişkin olayları ve son yenilik kırıntılarından doğan o huzur vermeyen tutkuları. kapatın kapınızı dışardaki tüm gürültüye ve olan bitenin yankılarına. eğer buna da tatdaki tüm gürültüye ve olan bitenin yankılarına. eğer buna da tatmin edici bir çözümünüz varsa, hafif edebiyata dayanmak gibi, o da aynı gürültünün yalnızca yazılı biçimidir, başka bir şey değil."

yaşamlarımız hep yanış. bir bireyin topluma ihtiyacı yoktur. bireye ihtiyacı olan bir toplumdur. toplum bir savunma mekanizması, bir çeşit oto kuramdır. birey, sürüde yaşayan hayvan gibi değil, kendi yalnızlığında, doğaya, hayvanlara ve bitkilere yakın, onlarla ilişki halinde yaşamalı. yaşamımızı değiştirmemiz, onu yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini şimdi daha iyi ve net görüyorum. buna farklı yaşayarak başlamalıyız. fakat nasıl? inanmak ve sevmek için her şeyden önce özgür ve bağımsız hissetmeliyiz. bu önemsiz dünyayı reddedip başka bir şey için yaşamalıyız. fakat nasıl, nerede? işte bu ilk yanıldı, ilk engel.

bugün hayatımın günahını işledim. iki çift ayakkabı alıp tam 130.000 liret harcadım aptalca. ne için bilemedim?

sabah. bunu neden dün yazmadım bilmiyorum. evvelsi gün sartre öldü.çok üzücüydü. kendisiyle yapılan son röportajında yaşamı boyunca savunduğu ve gençlere öğütlediği prensiplerinin birçoğunu reddetti. üstelik biz bunu çok önceden, ölmeden yıllar önce hissetmiştik. hayır vaktinden önce yaşlanmasını kastetmiyorum, algılamalarındaki yüzeysellik, dünya görüşü fazla yüzeyselleşmişti.

birisi babama sormuş: “pasternak hakkında ne düşünüyorsunuz?”
o da şöyle demiş: “bazen bir kadın karşısında hissettiklerim gibi. bazen ona adeta taparım, bazen nefret, bir an sonra hayranlık duyarım, sonra gene küçümserim.”

… çünkü puşkin’in dahiliği uyumlu.

bu huzur ve uyum ne tolstoy ve dostoyevski ne de gogol’da var. onların dehasu huzursuzluk ve uyumsuzlukla dolu çünkü bu, yazarın kendisiyle olmak istediği insanın görüntüsü arasındaki çelişki şekillenip ortaya çıkıyor.

dostoyevski tüm isteğine karşın tanrı’ya inanmadı. inanma eyleminden yoksundu fakat inanç hakkında yazdı.

insaoğlu bin yıldır mutluluğun peşinde, fakat mutlu değil. neden; çünkü beceremiyor, çünkü bunun yolunu bilmiyor -her iki neden de geçerli. bunların da ötesinde, çünkü dünyasal yaşamlarımızda kesintisiz mutluluk yok, sadece gelecekte nu elde etme umudu var. acı olmak zorunda çünkü iyi ve kötü arasındaki savalta ruh ancak acı çekilerek saflığına kavuşabilir.

"benimkisi hoş bir hikaye değil. onda, tıpkı kendilerini kandırmayı bırakmış olan insanların hayatlarında olduğu gibi, yazılmış masallardaki o ince uyum yok. o tamamıyla bir anlamsızlık, kaos, delilik ve rüyalar karışımı bir şey" hesse'nin demian adlı kitabının başına yazılmış bu sözler hiç tereddütsüz ayna için de baş yazı olabilir.

tek istediğim içimden gelen yaşamsal şeyleri yaşama ve gerçekleştirme cüreti oldu. bu neden bu kadar zordu? bu tam tamına kekemenin olduğu sahnenin açıklaması ve temelde de filmin baş yazısı.
bir gün fivanda yerlisi yaşlı pavva kurumuş bir ağacı alır ve onu dağda bir yerde diker. sonra gider john kologa'ya bu ağacı meyve verinceye kadar her gün sulamasını söyler. yakınlarda su yoktur. su getirmek için sabah yola çıkıp akşam geri gelmek gereklidir. üçüncü yılın sonunda ağaç tomurcuklanır ve meyve verir. yaşlı adam meyveyi alıp kiliseye gider ve cemaate "gelin, itaatin meyvesini tadın' der.

hemen hemen tüm sosyal ve bireysel sorunlar insanların kendilerini sevmemelerinden ve kişisel olarak kendilerine yeterince saygı duymamalarından kaynaklanıyor. insanlar başkalarının otoritelerine inanmaya her zaman daha fazla hazırlar. her şey, önce, kendini sevmekle başlar. bu olmadıkça diğer insanları değil, sevmek anlamak bile mümkün olamaz.


anna zaccacheo bir koca adli filmin son sahnesinde de santis, kadın ve erkek kahramanı dikenli tellerin iki yanına yerleştirir. dikenli tellerin bildirisi çok açıktır: bu çiftin arasına ayrılık girmiştir, aralarında mutluluğun hüküm sürmesine imkân yoktur; bir ilişki kuramayacaklardır. bu olayın somut, bireysel eşsizliği, zorla üstüne bindirilen biçim yüzünüden birdenbire sıradanlaşır böylece. yönetmenin yürütttüğü sözümona mantık seyircinin adeta kucağına düşer ve ne yazık ki çoğu seyirci de bundan hoşlanır. sonucu ‘mantıken izleyebildikleri’ ve anlamını açıkça görebildikleri için, yani perdede olup bitenlere dikkatini vermek adına bir de beyinleri ve gözleri yormak zorunda kalmayacakları için bununla yetinmeyi yeğlerler. bu tür hazır lokmalara alışmış seyircinin sonunda seviyesi de düşer, demoralize olur. dikkenli tellere, çitlere bir sürü filmde rastlar dururuz; anlamları hiç değişmez, hep aynıdır.

‘sahnenin psiklolojik özü’

uzun süredir bir epizodun kaynağında yatan plastik simgesi yok etme imkanlarını araştırdık. sonunda kötülüğüm kanatlarda saklı olduğunu keşfettik. bu epizottaki ikarus çağrışımlarından uzaklaşmak amacıyla derilerden, kumaşlar parçalarından, iplerden yapılmış iğrenç görünümlü bir balon icat ettik. kanımca, bu epizodun sahte coşkusunu bozarak onu hiç akıldan çıkmayacak kadar benzersiz bir olaya dönüştüren de işte bu balon oldu.

gnümüzün en karmaşık sorunlarını, yüzyıllardır edebiyatın, müziğin ve güzel sanatların tekelinde olan bir düzlemde, bu sefer sinemanın yardımıyla ele almak mümkündür. yapılacak tek şey sinema sanatının gitmek zorunda olduğu yolu tekrar tekrar aramaktır.

böylece yüzyılımızın başında ortaya, topluma zamanlarının neredeyse üçte birinden fazlasını feda etmek zorunda kalan sayısız toplumsal grup çıktı. uzmanlaşma yaygınlık kazandı. uzmanların zamanı, giderek daha fazla yaptıkları işe bağımlı oldu. insan hayatı ve yazgısı, herkesin kendi mesleğine olan bağımlılığınca belirlenmeye başladı. insan, deneyimlerini en geniş anlamda, yani iletişim ve hayattan edindiği dolaysız izlenimler anlamında kökten kısıtlayan, daha içe dönük, rutin bir günlük programa göre yaşamaya başladı. öte taraftan, tek bir noktada yoğunlaşmış, uzmanlaşmış bir deneyime sahip olma olgusu da o kadar yaygınlaştı ki, sonunda tek tek gruplar aralarında herhangi bir iletişim kurmaktan neredeyse tamamen vazgeçti.
manevî yoksulluk, tek taraflı bilgi edinme tehlikesi ve çalışma hayatının içine kapalı düzeninden kaynaklanan tekdüzelikti. deneyim alış verişi giderek azaldı, insanlararası ilişki zayıfladı. kısacası: insanların hayat çizgileri standartlaştırıldı, hem de sanayileşmenin gereklerine her geçen gün biraz daha terkedilen kişiliklerin bireysel özelliklerini ve ruhlarını mükemmelleştirme uğrunda gösterdikleri çabaları hiç kaale almama pahasına. ve işte tam da, insanın toplumsal yazgısına doğrudan boyun eğmek zorunda bırakıldığı, standartlaştırılan bireyselliklerin ciddi bir tehlike oluşturmaya başladıkları anda sinema imdada yetişti

ve sinema, alışılmadık bir sürat ve dinamizle seyirciyi fethetti, ekonomisin en kar getiren kalelerinden biri oldu. milyonlarca seyircinin sinema salonlarını doldurarak korku dolu beklentiler içinde sabırsızlıkla ışıkların dsönüp perdeye filmin ilk görüntüsünün yansıyacağı o giz dolu anı beklemesine yol açan olay nasıl açıklanabilir?
seyirci aldığı bir sinema bileti kendi deneyimlerindeki gedikleri kapatmaya çalışır, yani bir anlamda 'yitirilmiş' bir zamanın peşini kovalar. bu sayede, huzursuzluk ve iletişimsizlikle belirlenen çağdaş hayatın yaratttığı o manevi boşluğu doldurmayı umar.
tabi insan, içindeki manevi boşluğu, başka sanat türlerinin, örneğin edebiyatın yardımıyla da dengelemeye çalışır. (...)

... bu yüzden mutlak bir başarı sağlama hesapları yapmaya hiç gerek yoktur, yapılmamalıdır da. en azından, sinemanın yalnızca iyi bir gösteri olarak değil, bir sanat dalı olarak gelişmesi isteniyorsa. ne de olsa bugün bir filmin geniş bir kesimin beğenisini kazanarak 'başarıya' ulaşmas, onun sanatın değil kitle kültürünün bir ürünü olmasına işaret eder.

birisi babama sormuş: “pasternak hakkında ne düşünüyorsunuz?”
O da şöyle demiş: “bazen bir kadın karşısında hissettiklerim gibi. bazen ona adeta taparım, bazen nefret, bir an sonra hayranlık duyarım, sonra gene küçümserim.”

… çünkü puşkin’in dahiliği uyumlu.
bu huzur ve uyum ne tolstoy ve dostoyevski ne de gogol’da var. onların dehasu huzursuzluk ve uyumsuzlukla dolu çünkü bu, yazarın kendisiyle olmak istediği insanın görüntüsü arasındaki çelişki şekillenip ortaya çıkıyor.


dostoyevski tüm isteğine karşın tanrı’ya inanmadı. İnanma eyleminden yoksundu fakat inanç hakkında yazdı.