19 Mayıs 2015 Salı

sen güzel insansın / birhan keskin

“…
sen güzel insansın
herkes biliyor bunu
yaramı alıp uzak şehirlere gidiyorsun
-saçlarımı düz bir denize ısmarlıyorum

utanma! ayıp değil ki bu
bak ben utanıyor muyum?
kanayana kadar dizlerim, misket oynarken
hem, unutma herkes birilerinin yarasını taşır uzaklara.”

aşıklar ölmez / yunus emre


ya rab bu ne derttir derman bulunmaz
benim garip gönlüm aşktan usanmaz
âşık ki cana kaldı aşık olmaz
cânın terketmeyen, ma'şukun bulmaz

âşk pazarıdır bu canlar satılır
satarım canımı kimseler almaz
âşık, bir kişidir, bu dünya malın
ahiret korkusun bir pula saymaz

bu dünya ol ahiretten içeri
âşıkın yeri var kimseler bilmez
yunus öldü diye sela verirler
ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez

14 Mayıs 2015 Perşembe

bozkırkurdu / hermann hesse



















yalnızca kaçıklar için

s3
“harry kendi içinde bir 'insan' bulur, düşüncelerden, duygulardan, uygarlıktan, dizginlenmiş ve yüceltilmiş doğadan kurulup çatılmış bir dünyadır bu; ayrıca, bir ‘kurt’ bulur içinde, içgüdülerden, vahşilikten, acımasızlıktan, yüceltilmemiş, yontulmamış doğadan bir dünya bulur. varlığının böyle açık seçik ikiye ayrılmasına, birbirine düşman iki yarıma bölünmesine karşın, yine de kurt ile insanın bazı mutlu anlarda birbiriyle kardeş kardeş geçindiğini görür”

uçarı bir “yaşam” insanı olmaya kalkışan katıksız bir “düşün” insanının, bu ikilemin gelgitleriyle oradan oraya savrulan yalnız bir ruhun, bozkırkurdu’nun hikâyesi. aydın geçinenlerin, bildikleriyle büyüklenenlerin, bilmediklerini küçümseyenlerin, bunu yaparken -bilinçli ya da bilinçsiz- yaşamı kaçıranların yüzüne inen bir tokat.


s11
… acı çeken bu kişinin hastalığı doğasındaki bir kusurdan değil, birbirlerine uyum sağlayamamış yetenek ve güçlerinin zenginliğinden ileri gelmektedir. haller' in acı çekmekte deha sahibi bir kişi olduğunu, nietzsche'nin bazı özdeyişlerini doğrular nitelikte dâhiyane denecek, sınırsız ve korkunç bir acı çekme yeteneğini kendi içinde geliştirdiğini anlamıştım.


s25
... derken ruhum güçlü duyguları, güçlü heyecanları yaşamaya yönelik şiddetli bir istekle yanıp tutuşuyor, gönlüm bu renksiz, sığ, belli normlara uydurulup sterilize edilmiş yaşama ateş püskürüyor; bir şeyi, örneğin bir mağazayı, bir katedrali ya da kendimi kırıp dökmek, pervasızca aptallıklara kalkışmak, önlerinde el pençe divan durulan saygıdeğer beylerin başlarından peruklarını sıyırıp almak, birkaç asi okul öğrencisinin eline özledikleri hamburg gezisi için gereken biletleri tutuşturmak, küçük bir kızı baştan çıkarmak ya da burjuva dünya düzeninin kimi temsilcilerinin kafalarını koparmak için çılgınca bir heves duyuyorum. çünkü her şeyden çok kin beslediğim, nefret edip lanetlediğim buydu: bu hoşnutluktu, bu sağlıklı durum, bu rahatlık, burjuva sınıfının bu özenli iyimserliği, ortakararlılıkta, normalde, sıradanlıkta bu verimli, bu başarılı disiplindi.


s26
… düzenin simgesi bu küçük bahçeye bakıyorum, duygulandırıcı konumu ve tekbaşınalığının gülünçlüğü nasılsa ruhumu etkisi altına alıyor. bu holün arkasında, adeta çamın kutsal gölgesinde maun ağacından mobilyayla döşenmiş ışıl ışıl bir dairenin yer aldığını, bu dairede erken kalkmalar, belli yükümlülükleri yerine getirmeler, aile içinde ölçüyü aşmayan şenlikler, pazarları kiliseye gitmeler ve erken yatmalarla örülmüş sağlıklı ve saygın bir yaşamın sürdürüldüğünü varsayıyorum.


s27
ne yazık, yaşadığımız bu hayatın içinde, halinden öylesine memnun, öylesine küçük burjuva havası esen, öylesine ruhsuz bu zamanın ortasında, bu mimari yapıtlarının, bu mağazaların, bu politikanın, bu insanların manzarası karşısında altından yolu ele geçirmek öylesine zor ki! amaçlarından hiçbirini paylaşmadığım, sevinçlerinden hiçbiri bana bir şey söylemeyen bir dünyanın ortasında bir bozkırkurdu ve sefil bir münzevi olmayıp ne yapacaktım. ne bir tiyatroda ne de bir sinemada uzun süre oturmaya katlanabiliyorum; elime bir gazete ya da çağdaş bir kitap alıp okuduğum seyrek oluyor. tıklım tıklım trenler ve otellerde, bunaltıcı ve sırnaşık bir müziğin çaldığı hınca hınç kafeteryalarda, zarif ve lüks kentlerin barları ve varyetelerinde, dünyayı gezen sergilerde, geçit törenlerinde, bilgiye susamış kimseler için düzenlenen konferanslarda ve kocaman statlarda insanların aradığı nasıl bir haz, nasıl bir neşedir, aklım almıyor bir türlü. istesem ulaşabileceğim, benim dışımda binlerce kişinin ele geçirmek için itişip kakıştığı, uğraşıp didindiği bu neşe ve sevinçleri anlamam ve paylaşmam olanaksız.

... öte yandan, benim o şenlikli saatlerimde yaşadıklarımı, benim için haz, yaşantı, cazibe ve huşu sayılan şeyleri dünya bilemedin sanat yapıtlarından tanıyor, sanat yapıtlarında arayıp seviyor onları. yaşamın içinde ise hepsini kaçıkça buluyor. ve doğrusu dünya haklıysa, kafeteryalardaki bu müzik, bu kitlesel eğlenmeler, az şeyle yetinen bu amerikalılaşmış insanlar haklıysalar, o zaman ben haksızım demektir, o zaman kaçık biriyim ben, o zaman sık sık kendime verdiğim isimle bir bozkırkurduyum, yolunu şaşırıp yabancı ve anlaşılmaz bir dünyada gözünü açan bir hayvanım, eski vatanının havası ve yiyeceği elinden çıkıp gitmiş bir hayvan.


s31
hepsiyle göz aşinalığım olan bu birkaç gedikli müşteri belki de gerçek darkafalılardı ve evlerinde o salak yarı memnunluk tanrılarının önünde ruhsuz mihraplar bulunduruyorlardı. ama belki de benim gibi yalnızlığa düşmüş, yoldan çıkmış kimselerdi; iflas etmiş idealler karşısında seslerini çıkarmayıp düşüncelere dalarak kafayı çekiyorlardı. benim gibi bozkırkurtları ve zavallı kimseler miydiler, bilemiyordum. her birini buraya çekip getiren bir nostalji duygusu, bir düş kırıklığı, elden çıkıp gitmiş bir şeyin yerini tutacak bir başka şeyi ele geçirme gereksinimi vardı; evli biri burada bekârlık günlerinin havasını yakalamaya çalışıyor, yaşlı bir memur öğrencilik yıllarını burada anımsamak istiyordu. hepsi de fazla konuşmayan, hepsi de içki içen kimselerdi; benim gibi yarım litre alsace şarabı yudumlamayı, hanımlar orkestrasının karşısında oturmaya yeğ tutuyorlardı.


s34
yalnızlık bağımsızlıktır, yalnızlığı arzulamış, uzun yıllar içinde onu ele geçirmiştim. soğuktu bu yalnızlık, orası öyle, ama sessizdi, yıldızların içinde dolanıp durduğu uzay gibi harikulade sessiz ve büyük.


s35
bir an oracıkta dikilip burnumu çekerek, kulakları tırmalayan vahşi müziğin kokusunu almaya çalıştım; kötü niyetli ve şehevi bir duyguyla bu eğlence yerlerinin havasını soludum. müziğin lirizm taşan bir yarısı aşırı içli ve ağdalıydı; içinden duygusallık damlıyordu; öbür yarısına gelince, vahşi, kaprisli ve güçlüydü; ne var ki, her iki yarı, nahif ve barışçıl bir arada yürüyor, bir bütün oluşturuyordu. bir çöküş müziğiydi bu, son imparatorların roma'sında da benzer bir müzik yapılmış olmalıydı. bach'la, mozart'la ve gerçek müzikle karşılaştırıldığında, kepaze bir şeydi kuşkusuz. ama zaten bütün sanatımız, düşüncemiz, göstermelik uygarlığımız gerçek uygarlıkla karşılaştırıldığında farklı değildi durum. öte yandan, söz konusu müzik içtenlikle dolup taşıyordu, yalan dolandan uzak, sevimli bir zencimsiliği ve şen, çocuksu bir kaprisi kendisinde barındırmak gibi bir üstünlükle donatılmıştı. zencilerden ve tüm gücüne karşın biz avrupalılara öylesine körpe ve çocuksu görünen amerikalılardan bir şeyler saklıydı bu müzikte. avrupa da böyle mi olacaktı? şimdiden bu yolda mı ilerliyordu avrupa? bizler, bir zamanki gerçek müziği, bir zamanki gerçek edebiyatı bilip tanıyan ve bunlara hayranlıkla kucak açan yaşlanmış insanlar mıydı?

yarın unutulup alay konusu yapılacak ağır nevrozluların oluşturduğu bir avuç aptal mıydık sadece? bizim "uygarlık", bizim us, bizim ruh dediğimiz, bizim güzel ve kutsal diye nitelediğimiz şeyler sadece bir hayal miydi, öleli çok zaman olmuştu da yalnızca biz birkaç soytarı tarafından gerçek ve canlı gözüyle mi bakılıyordu? belki hiçbir vakit gerçekten var olmamış, yaşanmamıştı bunlar. biz aptalların uğrunda uğraşıp didindiği şey belki de her zaman hayalden başka bir nitelik taşımamıştı.


s38
bir zaman bozkırkurdu takma adıyla harry isminde biri vardı. insanlar gibi iki ayak üzerinde yürüyor, insanlar gibi giyiniyordu, bir insandı kısaca, ama yine de bir bozkırkurduydu gerçekte. kafası çalışan insanların öğrenebileceği pek çok şeyi öğrenmişti. hayli zeki bir adamdı. öğrenemediği tek şey, kendi kendisinden ve yaşamından memnunluk duymaktı, bunun üstesinden gelememişti bir türlü. belki söz konusu durum, gerçekte bir insan değil, bozkırlardan gelmiş bir kurt olduğunu ruhunun derinliklerinde her zaman bilmesinden ya da bildiğini sanmasından kaynaklanmaktaydı. gerçekten bir kurt muydu, bir vakit, belki dünyaya gelmeden önce kurttu da sonradan büyülenip insan kılığına mı sokuldu, yoksa insan olarak, ama bir bozkırkurdunun ruhuyla doğup bu ruhun sultası altına mı girdi ya da kurt olduğu inancı yalnızca bir kuruntu, yalnızca bir hastalık mıydı kendisinde, bu konuyu akıllı kişiler buyurup tartışabilir. örneğin, harry çocukluğunda haşan, ele avuca sığmaz ve dağınık biriydi belki ve kendisini eğiten kişiler ondaki hayvansılığı yok etmeye çalıştılar ve özellikle bu amaca yönelik çabalarıyla gerçekten bir hayvan sayılacağı, sadece üzerinde ince bir terbiye ve insanlık örtüsü taşıdığı kuruntu ve inancını onda uyandırdılar. bu konuda uzun ve eğlendirici söyleşiler yapılıp, hatta kitaplar kaleme alınabilirdi; ne var ki, bozkırkurdu'na hiçbir yarar sağlamazdı bunlar, çünkü kurdun sihirle, hokkabazlıkla bedenine mi sokulduğu yoksa işin sopayla mı gerçekleştirildiği ya da bunun sadece ruhunda yaşayan bir kuruntu niteliği mi taşıdığı onun için hiç fark etmezdi. başkalarının, ayrıca kendisinin bu konuda düşünebilecekleri, hiçbir değer taşımayıp kurdu onun bedeninden çıkaramazdı.

yani bozkırkurdunun biri kurt diğeri insan iki kişiliği vardı; bu yazgısıydı onun. söz konusu yazgı bir olağanüstülüğü içermez belki, eşine seyrek rastlanan bir yazgı değildir. anlatıldığına göre daha önce de pek çok insan görülmüştür ki, kendilerinde köpekten, tilkiden, balıktan ya da yılandan pek çok özellik barındırmış, ama bu onların yaşamlarında özel birtakım güçlüklerle karşılaşmalarına yol açmamıştır. yani böyle insanlarda insan ve tilki, insan ve balık yan yana varlığını sürdürmüş, biri ötekini incitmemiş, hatta birbirleriyle dayanışma içinde bulunmuştur ve başkalarının gıptayla baktığı bazı başarılı kişileri mutluluğa kavuşturan, içlerindeki insandan çok tilki ya da maymun olmuştur. nihayet herkesin bildiği bir şeydir bu. oysa harry'de durum değişikti, onda insanla kurt yan yana yaşamadığı gibi, birbirlerine hiç yardım elini uzatmamış, birbirlerinin canına kastederek biri ötekisinin karşısına dikilmiş, birinin yaşamasından ötekisi sadece zarar görmüştür. aynı kan ve aynı ruhu paylaşan iki varlık birbirinin can düşmanıysa, böyle bir yaşamın tadı yoktur. ne yapalım, herkesin yazgısı kendine göredir, hiçbir yazgı da kolay katlanılır gibi değildir.


s39
bizim bozkırkurdu'nda öyle bir durum söz konusuydu ki, duyguları tüm karma yaratıklarda görüldüğü gibi kimi zaman kurt, kimi zaman insan duygularıydı. ne var ki, kurt gibi duyup hissederek yaşadığında içindeki insan hep pusuya yatıp kurdun davranışlarını izliyor, değerlendirip yargılıyordu. insan gibi yaşadığı zamanlarda da kurt ona aynı şeyi yapıyordu. diyelim ki insan kimliğinde harry'nin parlak bir düşünce geldi aklına ya da gönlünde ince ve soylu bir duygu uyandı ya da iyi bir iş yapacak oldu, içindeki kurt hemen dişlerini gösterip sırıtıyor, onun sergilediği soylu tiyatronun bir bozkır hayvanında, yani bir kurtta ne kadar gülünç kaçtığını acı acı alay ederek belirtiyordu; kurt dediğin kendisine neyin yaraşacağını yüreğinde çok iyi hissederdi çünkü, bu da bozkırlarda dolu dizgin koşturmak, zaman zaman avının kanını emmek ya da bir dişi kurdun peşine düşmekti. böylece kurt harry açısından insan harry'nin yaptıkları dehşet verici, komik ve şaşkınlık eseri, sersemce ve kendini beğenmiş şeyler olup çıkıyordu. ne var ki, harry kendini kurt gibi hissettiği, kurt gibi davrandığı, başkalarına dişlerini gösterdiği, insanlara ve onların yalancı, yozlaşmış davranışlarıyla törelerine kin besleyip bunları can düşmanı bildiği zamanlarda da yine tıpatıp aynı durum söz konusuydu. yani o zaman da harry'nin içindeki insan pusuya yatıp kurdu izliyor, ona hayvan diyor, canavar diyor, sade, sağlıklı ve vahşi bir kurt yaşamından duyduğu hazzı ona çok görüyor, ona zehir ediyordu.


s40
ne var ki, bozkırkurdu'nu tanıdıklarını ve onun bölünmüş, parçalanmış, acınacak yaşamını kafalarında tasarlayabileceklerini sananlar yine yanılıyordu, bilmedikleri dünya kadar şey vardı çünkü. bir kez (istisnasız bir kural olmayacağı ve bazen tek bir günahkârın tanrı katında, hak yolundan ayrılmayan doksan dokuz kişiden daha makbul sayılacağı gibi) harry’de de istisnai durumların, onun yaşamında da kimi mutlu anların var olduğundan haberleri yoktur; onun da içinde bazen kurdun, bazen insanın rahat rahat nefes alıp verebildiğini, düşünüp hissedebildiğini, hatta pek seyrek karşılaşılan saatlerde her ikisinin birbirlerini sevgiyle kucaklayarak barış içinde yaşadıklarını, dolayısıyla diyelim biri uyurken öbürü uyanık kalarak birbirlerini zinde tuttuklarını, birinin ötekisinin olanaklarını iki katına çıkardığını bilmezler. öyle görülüyor ki, dünyanın dört bir yanında olduğu gibi bozkırkurdu'nun yaşamında da bazen tüm alışılmıştık, sıradanlık, bilinip tanınmıştık ve kurala uygunluk, zaman zaman saniyelik bir molayı, kesintiyi yaşayıp olağanüstüye, mucizeye, tanrının inayetine yer açma amacına yönelikti.

burada bir şeyi daha eklemeden geçmemek gerekiyor: harry tipinde pek çok insan var dünyada; özellikle pek çok sanatçı, söz konusu tipe mensup kişilerin arasında yer alır. bu tiptekilerin hepsi iki ayrı ruhu, iki ayrı insanı barındırır içinde; tanrısal ve şeytansa!, anne ve baba kanı, mutluluk ve acı çekme yeteneği, harry'deki insan ve kurt gibi, düşmanca ve birbirine dolanmış, yan yana ve iç içe sürdürür varlığım. ve hayli tedirgin bir hayat süren bu insanlar seyrek mutluluk anlarında bazen öylesine güçlü duygular ve dile gelmeyen güzellikler yaşar, anlık mutluluğun köpüğü kimi vakit göz kamaştırarak öylesine yükseklere fırlayıp acılar denizinin dışına taşar ki, bu kısa süre parıldayan mutluluğun köpükleri sağa sola saçılarak başkalarına dokunmadan geçemez, onları da büyüler. böylece bütün o sanat yapıtları, acılar denizi üzerinde, değerine paha biçilmez geçici mutluluk köpükleri olarak gözlerini açar dünyaya; öyle yapıtlar ki, içlerinde acı çeken tek insan bir saatlik bir süre için yazgısının alabildiğine üstüne çıkar, bir yıldız gibi parıldar mutluluğu ve onu algılayan herkese sonsuz bir nesne ve kendi mutluluk düşü gibi görünür.


s42
kendini asla para için, rahat bir yaşam için satmamış, asla kadınlara ya da güç sahiplerine kendini peşkeş çekmemişti; özgürlüğünü koruyabilmek uğruna bütün dünyanın gözleri önünde kendi çıkarına ve mutluluğuna yüzlerce kez sırt çevirmiş, elinin tersiyle bunları bir kenara itmişti. bir yerde memurluk yapmak, günü ve yılı belli zamanlara bölerek yaşamak, başkalarının sözünü dinlemek düşüncesi kadar iğrenç ve korkunç bulduğu bir başka şey yoktu. bir büro, bir kalem odası, bir dairede çalışmak ölüm kadar nefret ettiği bir şeydi, görebileceği en kötü düştü, bir kışlada yaşanan tutsaklıktı. bozkırkurdu bütün bunlardan kendini uzak tutmayı başarıyor, bu uğurda sık sık küçümsenmeyecek özverilere katlanıyordu. bu da gücü ve erdemiydi onun, bu konuda boyun eğmeyen ve ödün vermeyen bir tutum sergilemekteydi, bu bakımdan bildiğinden şaşmaz, sağlam bir karakterle donatılmıştı. öte yandan, çileli yaşamı ve yazgısı da sıkı sıkıya bununla bağlantılıydı. herkesin başına gelen onun da başına gelmiş, varlığının alabildiğine derinliklerindeki bir dürtüye uyarak olağanüstü bir diretkenlikle aradığı, peşinde koştuğu şeyi sonunda ele geçirmişti, ama insan için yararlı sayılacak ölçünün hayli üstünde gerçekleşmişti bu. ele geçirdiği şey ilkin mutluluğunu oluşturmuşken, sonradan amansız yazgısına dönüşmüştü. güç insanını güç yıkar, para insanını para; köle ruhlu insanı başkalarına kulluk etme, zevk insanını zevk çökertir. bozkırkurdu'nu da bağımsızlığı yıkmıştı.


s46
bozkırkurdu, kendi düşüncesine göre burjuva dünyasının tümüyle dışında bulunmaktaydı, çünkü ne bir aile yaşamı vardı ne de toplumsal bir hırsın sahibiydi. kendine düpedüz yalnız ve acayip biri, bazen hasta bir münzevi, bazen de dâhice yeteneklerle donatılmış, sıradan yaşamın üstüne çıkan, normalin üstünde bir kişi gözüyle bakıyordu. burjuva sınıfına mensup insanları bile bile aşağılıyor, bunlardan biri olmadığı için de gurur duyuyordu. ama yine de kimi bakımdan tastamam bir burjuva hayatı sürmekteydi; bankada parası vardı, yoksul hısım ve akrabalarına destek oluyordu, pek özenli sayılmasa da, yakışık aldığı gibi, dikkati çekmeyecek şekilde giyiniyor, polisle, vergi dairesiyle ve diğer yetkili makamlarla barış içinde güzel güzel yaşamaya bakıyordu. ayrıca, ruhunda içten içe yaşayan güçlü bir özlem, burjuvazinin küçük dünyasına, temiz bahçecikleri, ışıl ışıl sahanlıkları, düzen ve yakışıkalırlığın alçakgönüllü atmosferiyle mazbut ailelerin yaşadığı sessiz evlere çekiyordu kendisini sürekli olarak. ufak tefek kusurları ve acayiplikleri kendisinde barındırmaktan, kendini tuhaf ya da dâhi biri gibi görmekten hoşlanıyor, ama deyim yerindeyse burjuva havasına artık rastlanmayan taşra kentlerinde oturmak ve yaşamak istemiyordu. kendini ne zorbaların ve toplum dışında yaşayanların ne caniler ya da paryaların yanında rahat hissediyor, orta sınıf insanların normları ve atmosferiyle, karşıtlık içinde ya da başkaldırı şeklinde de olsa hep bir ilişkiyi sürdürüyordu. ayrıca, küçük burjuvazi terbiyesiyle büyütülmüştü ve bu terbiyeden kafasında bir sürü kavram ve şablon kalmıştı. kuramsal bakımdan fahişeliğe karşı en ufak bir itirazı yoksa da, kişisel olarak bir fahişeyi ciddiye alabilecek ve ona gerçekten kendisine eşdeğer biri gözüyle bakabilecek biri değildi. devletin ve toplumun aforozladığı siyasal suçluları, devrimcileri ve entelektüel ayartıcıları kardeş bilip seviyor, ama bir hırsız, bir soyguncu, bir tecavüzcü karşısında enikonu bir burjuva gibi davranarak ona acımaktan başka şey elinden gelmiyordu.

böylece varlığının bir yarısı ile savaşıyor ve yadsıdığı şeyi diğer yarısıyla benimseyip onaylıyordu.


s48
insanlığın her zaman varlığını sürdüren bir durumu olarak “burjuvalık", bir denge sağlama, insan davranışındaki sayısız aşırı uçlar ve karşıt çiftler arasında dengeli bir orta yolu ele geçirme çabasından başka şey değildir. bu karşıt çiftlerden birini, örneğin bir ermişle zevkperest bir kişiyi ele alırsak, benzetimiz daha iyi anlaşılacaktır. insan, kendini tümüyle manevi değerlere, tanrıya yaklaşma çabasına, ermişlik idealine adama olanağına sahiptir. bunun tersine, kendini tümüyle içgüdüsel yaşama, duygularının isteklerine teslim edip çabasını anlık bazların kazanımına yöneltme olanağıyla da donatılmıştır. birinci yol ermişliğe, manevi şehitliğe, tanrı uğruna kendini feda etmeye; ikinci yol ise zevkperestliğe, içgüdüler uğruna canını vermeye, çürüyüp kokuşmalar uğruna kendini gözden çıkarmaya götürür kişiyi. îşte orta sınıf insanı bu ikisi arasındaki ılıman iklimde yaşamaya çalışır. asla kendini gözden çıkarmaz, ne çilekeşliğe ne de zevkperestliğe adar kendini, asla canını vermeye kalkmaz, asla yok olmayı istemez. tersine, onun ideali nefsinden el çekmek değil, ben'ini ayakta tutmaktır, ne ermişlik ne de onun karşıtı uğrunda çaba harcar. kayıtsız şartsız taraf tutmak onun katlanamayacağı şeydir, tanrıya olduğu gibi zevkperestliğe de kulluk etmek ister, erdemli olmaya çalışır, öte yandan bu yeryüzünde biraz da adam gibi rahat yaşamaya bakar. kısacası, aşırı uçlar ortasında, şiddetli rüzgârlardan, fırtınalardan korunmuş, sağlığına yararlı ılıman bir bölgede yerleşmeye uğraşır. bunun üstesinden gelirse de, kayıtsız şartsızlığa ve aşırılığa yönelik bir hayatın sağlayacağı yaşam ve duygu yoğunluğundan da el çekmek zorunda kalır. hayatı yoğun olarak yaşayabilmenin tek yolu, faturayı ben'e ödetmektir. orta sınıftan biri için kendi ben'inden, kuşkusuz yeterince gelişmeyip güdük kalmış bu ben'den değerli bir şey yoktur. dolayısıyla, yoğunluk pahasına kendini ayakta tutar, güven içinde yaşar, tanrıya sevdalanmışlığını verip vicdan rahatlığını alır karşılığında, hazzı verip hoşnutluğu, özgürlüğü verip rahatlığı, ölümcül ateşi verip tatlı sıcaklığı alır. bu yüzdendir ki yaradılış bakımından orta sınıfa mensup biri güçsüz bir yaşam dürtüsüyle donatılmıştır, korkaktır, kendisini elden çıkarmaktan çekinir, kolay yönetilecek biridir. dolayısıyla, gücün yerine çoğunluğu, şiddetin yerine yasayı, sorumluluğun yerine oylamayı geçirmiştir.


s51
bir atılımda bulunarak yıldızların mekânına ayak atma gücünden yoksun, kendilerini katıksız bağımsızlıkta yaşamak için yaratılmış hisseden, ama yaşama gücünü gösteremeyerek sürekli ve korkunç acılar içinde kıvranan huzursuz, tedirgin bozkırkurtları, usları çilelerde güçlenip esneklik kazanır kazanmaz uzlaşmacı bir çıkış yolu olarak mizahı bulurlar karşılarında. gerçek burjuva, mizahı anlama yeteneğinden yoksun olsa da, mizah her zaman şu ya da bu biçimde burjuva niteliği taşır. mizahın hayalî dünyasında tüm bozkırkurtlarının çapraşık ve çok yönlü ideali gerçekleşir. bu dünyada hem ermişlik hem zevkperestlik onaylanabileceği, iki kutbun uçları eğilip bükülerek birbirine yaklaştırılabileceği gibi, burjuvaziyi de onaylama kapsamına alma imkânı vardır. tanrıya gönül verenler canileri, katilleri pekâlâ onaylayabilir ve bunun tersi de doğrudur. ne var ki, yaradılıştan katıksız bağımsızlıkta yaşayabilecek bütün diğer kişilerin o tarafsız ve ılıman orta yolu, yani burjuvalığı onaylamaları düşünülemez. bir tek mizah, alabildiğine yüce yaşam misyonlarını gerçekleştirmeleri engellenmiş kişilerin, neredeyse trajik, son derece yetenekli bu bahtsızların şahane icadı (belki de insanlığın alabildiğine kendine özgü dâhiyane buluşu) sayılacak mizah, bir tek odur ki olanaksızın üstesinden gelir, yaşamın tüm alanlarının üzerini prizmalarının ışınlarıyla örter, birleştirir onları. sanki yaşanılan yer dünya değilmiş gibi dünyada yaşamak, yasalara saygı beslemek, ama yine de onların üzerinde bulunmak, ",sanki sahip olunmuyormuş gibi" bir şeye sahip olmak, sanki yapılan şey bir vazgeçiş değilmiş gibi bir şeyden vazgeç inek - yüce bir yaşam bilgeliğinin bütün bu el üstünde tutulup sık sık dile getirilen isteklerini yerine getirecek bir şey varsa, o da mizahtı.

... insan ve kurt, gerçeği çarpıtan duygusal maskeler olmaksızın birbirlerini tanımak, tüm çıplaklıklarıyla birbirlerinin gözlerinin içine bakmak zorunluluğunu hissedecektir. böyle bir durumda ya ikisi de infilak edip havaya uçacak ve bir daha birleşmemek üzere birbirlerinden ayrılacak, dolayısıyla ortada bozkırkurdu diye bir şey kalmayacak, ya da mizahın parıldamaya başlayan ışığı altında her ikisi bir mantık evliliği yapacaktı.


s52
kendi ruh yaşamına ilişkin bu incelemeyi hiç görmese bile, bütün bu saydıklarımızı bozkırkurdu'nun kendisi de çok iyi bilir. dünyadaki konumunu sezer, ölümsüzlerin varlığını sezer ve bilir, kendi kendisiyle yüz yüze gelebileceğini sezip korkar bundan; bakmaya çok gereksinim duyduğu, ama bakmaktan ölesiye çekindiği o aynanın varlığından haberi vardır.


s54
peki, ne diye boş yere konuşuyoruz burada? ne diye düşünebilen herkesin doğallıkla bildiği, ama geleneğe uyup açığa vurmadığı şeyleri dile getiriyoruz? - ben’inin hayalî bütünlüğünün kapsamını genişleterek ikiliğe dönüştürebileceği bir düzeye ulaşan biri, bu konumuyla neredeyse dâhiliğe ulaşmış sayılır, en azından eşine seyrek rastlanacak ilginç bir istisna oluşturur. ne var ki, en nahifi de içinde olmak üzere hiçbir ben gerçekte bütünlük taşımaz, her ben çok yönlü bir dünyadır, yıldızlarla döşenmiş küçük bir gökyüzüdür, çeşitli biçimlerden, aşamalardan, konumlardan, değişik kalıtsal öğelerden ve değişik olanaklardan bir karmaşadır. bu karmaşaya bütünlük taşıyan bir nesne gözüyle bakması, sanki yalın ve sağlam bir biçime sahip, açık seçik hatlarla belirlenmiş bir nesneymiş gibi ben'inden söz açması, her insanın (en yüksek düzeydekilerin bile) içine düşmekten kurtulamadığı bir yanılgı, bir zorunluluktur, adeta solumak ve yemek yemek gibi yaşamın bir dayatmasıdır.


s57
söz konusu ölümsüzlüğün yolu kendisini ne kadar cezbetse de, bütün o çileleri çekmeye, o ölümleri ölmeye yanaşmaz. insanlaşmanın amacı konusunda burjuvaziden daha çok şey bilmesine karşın gözlerini yumar, ben'e umutsuzca sarılıp bırakmamanın, ölmek istememekte umutsuzca ayak diremenin ölüme götüren kesin yol sayılacağını, oysa ölebilmenin, kabukları üzerinden sıyırıp atmanın, ben'deki değişim sürecine sonsuz teslimiyetin, kendini adamışlığın onu ölümsüzlüğe taşıyacağını görmek istemez. ölümsüzler arasında en çok sevdiklerine, örneğin mozart'a hayranlık beslerken de duruma yine burjuvazinin gözüyle bakar. mozart'ın mükemmelliğini tıpkı bir okul öğretmeni gibi sadece onun üstün uzmanlık yeteneğiyle açıklar da, bunu mozart’ın kendini adamışlığının ve acı çekme istekliliğinin büyüklüğüne, tüm burjuva idealleri karşısındaki umursamazlığına, acı çekenlerin ve insan olma sürecini yaşayanların çevresindeki burjuva atmosferini buzsu bir havaya dönüştüren yalnızlığa, gethsemane* bahçesindeki o yalnızlığa katlanmasına bağlamaz.


s58
nesnelerin başlangıç noktasında ne suçsuzluk yer alır, ne saflık; görünürde en ilkeli de olsa tüm yaratıklar daha yaratıldığı anda suçludur, kendi içinde çelişkilidir, pek çok parçaya bölünmüş durumdadır, oluşum sürecinin kirli ırmağına kaldırılıp atılmıştır, bundan böyle asla ama asla suyun akışına ters yönde yüzemez. yol gerisingeri suçsuzluğa, yaratılmamışlığa, tanrıya değil, ileriye götürür insanı; kurtluğa ya da çocukluğa değil, boyuna suçtan içerilere, boyuna insanlaşmanın daha derinliklerine taşır. canına kıyman sana da, zavallı bozkırkurdu, pek yarar sağlamayacaktır; insan olmanın daha uzun, daha eziyetli ve çetin yolunu çaresiz yürüyeceksin, ikilikte kalmayıp onu sık sık çoğaltmaya çalışacak, karmaşıklığını daha da büyülteceksin.


s60
çeşit çeşit yüzlerce ağacın, türlü türlü binlerce çiçeğin, değişik cinste yüzlerce otun, meyvenin yetiştiği bir bahçe düşünelim; botanik bilgisi "yenilebilir" ve “yenilemez" ayrımından ileri gitmeyen, bahçesinin onda dokuzunu ne yapacağını bilemeyen bir bahçıvan, alabildiğine büyüleyici çiçekleri nasıl kökünden söküp çıkarır, baltayı vurup pek soylu ağaçları devirir, en azından kin ve nefret duyarak yan gözle bunlara bakıp durursa, bozkırkurdu da ruhundaki binlerce çiçeğe öyle davranır. “insan'' ve ''kurt'' kapsamına alamadığı şeyleri gözü görmez hiç. ve "insan" kapsamına da akıl almayacak kadar çok şey sığdırır! belirgin olarak kurt özelliği taşımayan korkak, maymunsu, budalaca ve küçük ne çok şey varsa "insan" kapsamına; üzerlerinde henüz egemenlik kuramadığı güçlü ve soylu şeyleri de "kurt" kapsamına alır.


s68
düş kırıklığına uğramış, yürüdüm; nereye gittiğimi bilmiyordum, ne bir hedef vardı önümde, ne uğrunda çaba harcayacağım bir şey ne de bir ödev. iğrençti tadı yaşamın, içimde epeydir biriken tiksintinin doruk noktasına ulaştığını duyumsuyordum, yaşam beni içinden kusup atmıştı. hışımla bozbulanık kent içinde seğirtiyordum, sanki her şey balçık ve cenaze alayı kokuyordu. yo, benim mezarımın başında cüppeleri ve duygusal "hıristiyan kardeşler" sözleriyle o leş kargalarından hiçbiri bulunmayacaktı! ah, nereye baksam, düşüncelerimi nereye yöneltsem, hiçbir yerde beni bekleyen bir sevinç, bana yollanmış bir çağrı, beni kendine çekecek bir şey göremiyordum. her şeye kokuşmuş bir yıpranmışlığın, kokuşmuş yarı memnunlukların havası sinmişti; her şey eskimiş, sararıp solmuştu, gri, peltemsi, tükenmiş durumdaydı her şey aziz tanrım nasıl gerçekleşti bu..

"kişiliğiniz, içine kapatıldığınız bir hastanedir"


s69
bir dostun baskınına uğrayıp gururunu okşayan sözler işitmiş olan ben harry haller, yolun üzerinde nazik ve lütufkâr durur, içtenlikli profesörün miyoplu, sevecen yüzüne bakıp gülümserken, yanı başımda dikilen öbür harry benim gerçekte ne acayip, ne kaçık, ne ikiyüzlünün biri olduğumu aklından geçiriyor, daha iki dakika önce lanet olası dünyaya ateş püskürerek dişlerimi gösterirken, şimdi ilk çağrıda, saygıdeğer ve dürüst bir tanıdığın ilk masum selamında duygulanarak ve her şeye canla başla eyvallah diyerek, karşılaştığım birazcık yakınlık, saygı ve dostluk içinde bir domuz yavrusu gibi debelenip durduğumu düşünüyordu. böylece iki harry, ikisi de sevimsiz bu kişiler, kibar profesörün karşısında dikilmiş duruyor, birbirleriyle eğleniyor, birbirlerini gözaltında tutuyor, birbirlerinin suratına tükürüyor, böylesi durumlarda hep yaptıkları gibi bir kez daha kendi kendilerine soruyor, bütün bunların insanların aptallığından ve güçsüzlüğünden mi kaynaklandığı, insanların genel bir yazgısı mı olduğu yoksa bu duygusal bencilliğin, bu karaktersizliğin, duygulardaki bu kirlenmişliğin ve bu çelişkinin yalnızca kişisel, yalnızca bozkırkurtlarına özgü nitelik mi taşıdığı sorusunu kendi kendilerine yöneltiyorlardı.


s71
o hırsla çenemdeki hep aynı yeri usturayla kazırken kanatmıştım yine, kanayan yeri bir süre dağladım, ama yeni taktığım yakalığı da değiştirdim çaresiz; bütün bunları neden yaptığımı asla bilecek durumda değildim, çünkü davete gitmek için en ufak bir istek duymuyordum. ama harry'nin bir parçası yine bir oyun sergileyip profesörü sempatik bir kişi diye niteledi, biraz insan kokusunu, gevezeliği ve ahbaplığı özledi, profesörün sevimli karısını anımsadı, kendisini konuk edecek dost insanların yanında bir akşam geçirme düşüncesini aslında pek cesaretlendirici buldu, çenemdeki kanayan yerin üzerine bir plaster yapıştırmama yardım etti, giyinmemden ve doğru dürüst bir boyunbağı takmamdan da esirgemedi yardımını, içimdeki gerçek isteğe uyup evde kalma niyetinden beni yumuşaklıkla vazgeçirdi. bu arada şu düşünce geçti aklımdan: ben nasıl şimdi giyiniyor, evden çıkıp profesörü ziyaret ediyor, onunla az çok yapmacık nazik sözlerle konuşuyor ve bütün bunları doğrusu gönülsüz yapıyorsam, insanların çoğu da her allahın günü, her saat kendilerini zorlayarak, bir gönülsüzlükle böyle davranıyor, böyle yaşıyor, onu bunu ziyaret ediyor, onunla bununla söyleşiyor, dairelerinde, bürolarında oturup mesai saatinin bitmesini bekliyordu; hepsi de zoraki, otomatik olarak, gönülsüz görülen işlerdi, makineler tarafından da pekâlâ yapılabilecek ya da yapılmadan kalabilecek işler.

... akşam tam beklediğim gibi olağanüstü geçti. profesörün evinin önünde bir an durarak başımı kaldırıp pencerelere baktım. adam bu evde oturuyor, diye geçirdim içimden; her yıl çalışmasını sürdürüyor, değişik metinleri okuyup yorumluyor, ön asya ve hint mitolojileri arasındaki kimi ilişkilerin varlığım kanıtlamaya çalışıyor; keyfi yerinde her zaman, yaptığı işin önemine inanıyor çünkü, hizmetinde çalıştığı bilime, salt bilmelerin, bilgilerin, depolamaların değerine inanıyor, ilerleme ve gelişme denen şeye inanıyor. savaşı görmedi, bugüne kadar- ki düşünce sisteminin temellerinin einstein'la nasıl sarsıntı geçirdiğini yaşamadı


s74
ne var ki, profesör konunun beni ilgilendirmediğini görünce, başka şeylerden dem vurdu. söz konusu canavar herifin hemen karşılarında oturabileceği ne kendisinin ne karısının aklının ucundan geçiyordu, oysa gerçekti bu, sözü edilen canavar bendim. ama canım, ne diye tatsızlık çıkarıp adamla karısının rahatını kaçıracaktım! içimden güldüm; ne var ki, akşamın benim için hoş geçeceği umudunu artık yitirmiştim. o an dün gibi hatırımda; çünkü profesör vatan haini haller'den söz açarken, cenaze töreninden sonra içimde birikip güçlenen bunalım ve umarsızlık karışımı kepaze duygu yoğunluk kazanmış, vahşi bir baskıya, bedensel olarak (karnımda) hissedebildiğim bir rahatsızlığa, kötü beklentilerle dolu boğucu ve korkunç bir duyguya dönüşmüştü. bir düşman pusuda bekliyordu, sezinliyordum bunu; bir tehlike usul usul arkamdan yaklaşıyordu. neyse ki çok geçmeden yemeğin hazır olduğu bildirildi. kalkıp salona geçtik; ben sofrada dönüp dolaşıp masumca birkaç şey söylemek ya da bir soru yöneltmek için çaba harcarken fazla kaçırdım yemeği ve her an kendimi bir öncekinden daha perişan durumda hissettim. tanrım, diye düşündüm sürekli, ne diye sanki kendimizi böyle zora koşarız? konukları olduğum profesörle karısının da kendilerini hiç iyi hissetmediğini anlıyordum, belki benim verdiğim rahatsızlıktan, belki evde baş göstermiş bir başka tatsız olaydan, artık nedense, neşeli görünmekte zahmet çekiyorlardı. bana dürüstçe yanıtlayamayacağım bir sürü soru yönelttiler, çok geçmeden yalan söylemekten baş alamaz oldum, ağzımdan çıkan her söz içimi tiksintiyle doldurdu. sonunda konuyu değiştirmek isteyip o günkü cenaze töreninden söz açtım, ama bunun için gerekli konuşma üslubunu ele geçiremedim bir türlü. birkaç kez mizaha başvurmam karşımdakilerin keyfini iyice kaçırdı, giderek daha çok uzaklaştık birbirimizden. içimde bozkırkurdu dişlerini göstererek sırıtıyordu. sofraya tatlı çıkarıldığında üçümüz de susmuş, pek konuşmaz olmuştuk.


s76
ama başka türlüsü de elimden gelmemişti, bu uysal, bu düzmece ve kibar yaşama daha çok katlanamamıştım. ve, görüldüğü gibi, yalnızlığa da daha fazla katlanamadığına, kendime eşlik eden kendimden de dile gelmez ölçüde nefret edip tiksinti duyduğuma, cehennemimin havasız ortamında boğularak sağa sola saldırdığıma göre, benim için nasıl bir çıkış yolu kalmıştı artık? hiçbir çıkış yolu yoktu. ah anne ve babacığım, ah gençliğin uzak ve kutsal ateşi, ah yaşamımın binlerce sevinci, binlerce uğraş ve amacı! bütün bunlardan kalan bir şey yoktu geride, pişmanlık bile yoktu. tek kalan şey tiksinti ve acıydı. bana öyle geldi ki, salt yaşama zorunluluğu bu saatteki kadar bana acı vermemişti.


s86
"siz, sayın von goethe, bütün dâhi kişiler gibi insan yaşamının güvenden yoksunluğunu ve umarsızlığını açıkça gördünüz, an'daki eşsiz güzelliği ve bu güzelliğin sonradan içler acısı şekilde solup gidişini, güzelim yüce bir duygunun bedelinin sıradan günlük yaşam zindanında soluğu almaktan başka türlü ödenemeyeceğini, doğanın yitirilmiş masumiyetine duyulan yakıcı, bir o kadar da kutsal sevgiyle ölümcül bir savaşı sonsuza dek sürdüren us ülkesinin ateşten özlemini, boşluk ve belirsizlik içindeki bütün bu korkunç salınmaları, ölümlülüğe mahkûm edilmişliği, kesin bir geçerliliğe asla ulaşılamayışı, bu hep deneyselliği, bu hep amatörlüğü, kısaca insan varlığının tüm umarsızlığını, kaçıklığını ve yakıp kavurucu çaresizliğini duyumsadınız. aşinaydınız bütün bunlara ve zaman zaman da bunları dile getirdiniz. öyleyken tüm yaşamınızla tam tersini vaaz edip durdunuz, inanç ve iyimserlik taşan sözler söylediniz hep, aldatmacaya başvurup gerek kendinizde, gerek başkalarında ussal çabalarımızın bir süreklilik ve anlam taşıdığı izlenimini uyandırmaya çalıştınız. derinliklerde yaşayanların çağrılarını, çaresizlik içindeki gerçeğin sesini duymazdan geldiniz ve gerek kendinizde, gerek kleist ve beethoven'da bastırdınız bu sesi. onyıllar boyu öyle davrandınız ki, sanki bilgi depolamanız, koleksiyonculuğunuz, mektuplar yazmanız ve toplamanız, sanki weimar'da geçen bütün ihtiyarlık günleriniz, yaşanan an'a gerçekten sonsuzluk kazandırmak için seçilmiş bir yoldu; oysa stilize ederek bir mask durumuna sokabildiğiniz doğayı ussallaştırmak için an'ı mumyalaştırmaktan başka şey elinizden gelmedi. böylece içtenlikten uzak bir tutum sergilediniz, işte size yönelttiğimiz eleştiri."


s102, 110, 111
... evet, ben. yarı insan, yarı kurt biriyim ben ya da bu kuruntu içinde yaşayan biri.

... hermine; "bir insan pek üzgünse, dişi ağrıdığı ya da para kaybettiği için değil, her şeyin gerçekte nasıl, yaşamın nasıl bir şey olduğunu hissettiği için üzgünse, gerçekten üzgün demektir, işte o vakit biraz hayvana benzer, o zaman üzgün görünür, ama her zamankinden daha gerçek ve güzeldir bu üzüntü.

... yakından bakıldığında bu yakışıklı egzotik yarı tanrı, davranışları hoşa giden, neşeli ve biraz şımartılmış bir delikanlıydı, o kadar.

... harry'nin bir ya da iki ruhu olduğuna, bir ya da iki kişilikten oluştuğuna inanması bir kuruntudur yalnızca. çünkü her insan bir değil, on ruhtan, yüz ruhtan, bin ruhtan oluşu


s113
“aklımdayken sorayım, buradaki müziği beğendin mi?"
“olağanüstü”
“gördün mü bak, bu da bir ilerleme işte, bir şey daha öğrendin. şimdiye kadar caz ve dans müziğine katlanamıyordun, yeterince ciddilik ve derinlikten yoksun buluyordun onu; şimdi anladın ki, hiç ciddiye almaksızın da insan ondan hoşlanabilir, ona hayranlık duyabilir. şunu da söyleyeyim ki, pablo'suz bütün topluluk peş para etmez. topluluğu yöneten, şevke getiren o."


s114
şimdiye kadarki bay haller, bu yetenekli yazar, bu mozart ve goethe uzmanı, sanatın metafiziği, deha ve trajedi, ayrıca insanlık üzerine okunmaya değer incelemeler kaleme almış bu kişi, kitaplardan geçilmeyen hücresinde bu melankolik münzevi, özeleştirinin eline adım adım teslim oluyor, hiçbir alanda tutunamıyordu.


s120
o gece maria'nın yanında, pek uzun değilse de, bir çocuk gibi derin ve rahat uyudum. aralarda onun güzel ve şen gençliğini yudumladım; usulcacık sürdürülen söyleşilerde gerek kendisinin, gerek hermine'nin yaşamına ilişkin bilinmeye değer bir hayli şey öğrendim. bu gibi kişiler ve bu tür yaşamlar konusunda önceden fazla bilgim yoktu; yalnızca eskiden tiyatroda bazen, erkek ve kadın, benzer kimselerle karşılaşmıştım, yarı sanatçı, yarı zevk düşkünü insanlar. ancak, şimdi, tuhaf bir masumiyeti kendilerinde barındıran, tuhaf bir şekilde bozulmuş bu ilginç yaşamların içine bir göz atabilmiştim. çokluk yoksul ailelerden gelen bu kızlar, karşılığı doğru dürüst ödenmeyen sıkıcı bir işle yaşam boyu uğraşıp geçimlerini kazanmak istemeyecek kadar zeki ve güzeldiler. hepsi de bazen geçici bir işte çalışarak, bazen de zarafet ve sevimlilikleriyle hayatlarını kazanıyordu.



s122

arkadaşları için dünyanın kendisiydi düpedüz; bu dünya ne iyi ne kötüydü, ne arzu ne nefret edilmeye değerdi, hepsinin de kısa ve özlem yüklü yaşamı bu dünyada açan bir çiçekti, bu dünyayı yurt tutmuşlar, bu dünyada deneyim sahibi olmuşlardı. nasıl biz bir besteciyi ya da yazarı seviyorsak, onlar da şampanya içmekten, özel et yemekleri yemekten hoşlanıyorlar, bizlerden birinin nietzsche ya da hamsun karşısında kapıldığı coşku, heyecan ve duygulanmışlığı onlar da yeni bir dans şarkısı ya da bir caz sanatçısının dokunaklı, aşırı duygusal ezgisi karşısında yaşıyorlardı.



s131

"seni anlıyorum. bu bakımdan seninle kardeşiz. iyi ama şu sıra maria sayesinde elde ettiğin mutluluğa neden karşısın? niçin memnunluk duymuyorsun bundan?"

“"bu mutluluğa karşı değilim. ah hayır, seviyorum onu, şükranla karşılıyorum. yağmurlu bir yaz mevsiminin ortasında günlük güneşlik bir gün kadar güzel. ama kalıcı olmadığını da hissediyorum. bu mutluluk da kısır nitelik taşıyor. insanı memnun ediyor, ama memnunluk bana göre değil. bozkırkurdu'nu yıpratıyor bu mutluluk, onu doymuş biri durumuna sokuyor, ama uğrunda ölmeye değer bir mutluluk olmaktan uzak."



sana bugün bir şey söylemek istiyorum, uzun süredir bildiğim bir şey. sen de çoktandır biliyorsun bunu, ama belki kendi kendine henüz itiraf etmiş değilsin. sana şimdi kendim hakkında, senin yazgın, bizim yazgımız hakkında bildiklerimi açıklayacağım. sen, harry, hep bir sanatçı ve düşünür hayatı yaşadın, için hep sevinçle, inançla dolup taştı, büyük ve ölümsüz şeylerin peşinde koştun hep, sevimli ve küçük şeylerden asla memnunluk duymadın. ne var ki, yaşam seni uyandırıp kendine yaklaştırdıkça çaresizliğin büyüdü, acıların, korkuların ve umarsızlıkların batağına giderek daha çok saplandın, gırtlağına kadar gömüldün içine, bir zaman güzel ve kutsal bilip baş tacı ettiğin şeyler, insanlara ve bizim yüce misyonumuza beslediğin inanç imdadına koşamadı, hepsi yitirdi değerini, un ufak oldu, inancın soluyacak havadan yoksun kaldı. havasızlıktan boğulmak ise çok acı bir ölümdür. yalan mı harry? bu senin yazgın, öyle değil mi?"



"yaşam konusunda bir fikrin vardı; içinde bir inanç, bir beklenti yaşıyordu; eylemlere, acılara ve özverilere hazırdın. ama yavaş yavaş anladın ki. dünya hiç de senden eylemlerde ve özverilerde bulunmanı istemiyor; yaşam, kahraman rollerine ve benzeri şeylere yer veren bir kahramanlık destanı değil, insanların yiyip içmeler, kahve yudumlamalar, örgü örmeler, iskambil oynamalar ve radyo dinlemelerle yetinip hallerine şükrettikleri rahat bir orta sınıf evidir. kim bunun başka türlüsünü ister, kim gönlünde yiğitliği ve güzelliği barındırır, büyük yazarları ya da ermişleri baş tacı ederse, o bir aptaldır, bir don kişot'tur. güzel, ben de aynı durumu yaşadım dostum! seçkin yeteneklerle donatılmış bir kızdım, yüce bir örneği kendime rehber edinerek yaşamak, kendi kendime yüce istekler yöneltmek, onurlu görevleri yerine getirmek için yaratılmıştım. büyük bir yazgıyı omuzlayabilir, bir kralın eşi, bir devrimcinin sevgilisi, bir dâhinin kız kardeşi, bir ideal uğrunda ölümü göze alan bir kişinin annesi olabilirdim. ama yaşam az buçuk beğeni sahibi kibar bir fahişe olmama izin verdi sadece. bu kadarını bile ele geçirebilmem kolay olmadı! bütün bunlar başıma geldi işte. bir süre çaresizliğe kapıldım, olup bitenlerin suçunu uzun süre kendimde aradım. yaşam ne de olsa her zaman haklıdır diye düşündüm; yaşam düşlerimle alay edip eğlendiyse, o zaman düşlerim salakçaydı demek, haklı yanları yoktu, diye geçirdim içimden. böyle düşünmem bir işime yaramadı. gözlerim iyi görüp kulaklarım iyi işittiğinden, biraz da meraklı biri sayıldığımdan, yaşam dedikleri şeyi inceden inceye, adamakıllı gözden geçirdim, bildik tanıdıklarımı, komşularımı, pek çok insanı ve bunların yazgılarını tek tek inceledim; gördüm ki harry, haklıymış düşlerim, yerden göğe haklıymış, tıpkı seninkiler gibi. oysa yaşam, gerçeklik, haksızdı. senin gibi bir insanın yalnızlık, ürkeklik ve umutsuzluk içinde usturaya el atmak zorunda kalması ne kadar doğruysa, benim gibi bir kadının bir para babasının yanında sekreterlik yapıp zavallılık ve anlamsızlık içinde yaşlanmaktan, böyle para babası biriyle parasının hatırı için evlenmekten ya da bir çeşit fahişe olup çıkmaktan başka seçenek bulamayışı o kadar doğruydu. benim içine düştüğüm sefalet belki daha çok maddi ve ahlakî, seninki ise daha çok manevî idi, ama ikisi de aynı kapıya çıkıyordu. sanıyor musun, senin fokstrottan korkmam, barlardan ve dans salonlarından tiksinmeni, caz müziğine ve bütün o ıvır zıvıra karşı direnmeni anlamayacak biriyim? hem de çok iyi anlıyorum hepsini, senin politikadan nefret etmeni de anlıyorum, parti ve basın mensuplarının boşboğazlıklarından ve sorumsuz davranışlarından üzüntü duymam da, hem geçmiş, hem gelecekteki savaşa ilişkin umarsızlığını da, günümüzde düşünme, okuma, inşaat, mimari, eğlence, müzik ve eğitimde izlenen yol konusundaki karamsarlığını da! haklısın bozkırkurdu, yerden göğe haklısın, öyleyken yok olup gitmekten başka bir şey gelmiyor elinden. bugünün pek az şeyle yetinen basit ve rahat dünyası için fazla iddialı ve açsın, seni kendi içinden tükürüp atıyor bu dünya, onun boyutlarının dışına taşıyorsun. günümüzde yaşamak ve yaşamaktan zevk almak isteyen birinin senin gibi, benim gibi bir insan olmaması gerekiyor. zırıltı yerine gerçek müzik, eğlence yerine kıvanç, para yerine ruh, gelişigüzel etkinlikler yerine gerçek eylem, oyun yerine gerçek tutku arayan birine bu sevimli dünya yurt olamaz..."



s133

"her zaman bugünkü gibi mi? her zaman yalnızca politikacılar, vurguncular, garsonlar ve zevk düşkünlerine göre bir dünya, bizim gibilerin soluyacağı havadan yoksun bir dünya mı?"

“bilmem ki. kimse de bilmiyor. öyle ya da böyle, zaten fark etmez. şu anda senin o çok sevdiğin kişi geldi aklıma, zaman zaman bana kendisinden söz açıp bazı mektuplarını okuduğun dostun mozart. onun durumu nasıldı peki? onun yaşadığı çağda kim yönetti dünyayı? kim işin kaymağını yedi? kimin sözü geçti? kim adam yerine kondu? mozart mı, yoksa işini bilenler mi? mozart mı, yoksa sıradan, sığ insanlar mı? nasıl öldü mozart? nasıl gömüldü? sanırım hep böyle oldu, ileride de böyle olacak. okullarda 'dünya tarihi' denen ve kültürün bir parçası diye ezberletilen şey, bütün o kahramanları, dâhileri, büyük büyük işleri ve duygularıyla aldatmacadan başka şey değil, okulda geçirecekleri yıllar boyunca çocukların bir şeyle oyalanmaları için öğretmenler tarafından eğitim amacına yönelik olarak kotarılmış bir aldatmaca. her zaman böyle oldu, her zaman da böyle olacak. zaman ve dünya, para ve güç, küçük ve sığ insanların elinde bulunacak her zaman, asıl insanların elinde ise hiçbir şey. yalnızca ölüm."



ölümsüzlük diye nitelediğim şey. dini bütün kişiler tanrının ülkesi derler buna. benim düşünceme göre, bizim gibiler, başkalarından bir fazla boyutla donatılmış bizim gibi iddialı, bizim gibi içi özlem dolu insanlar, bu dünyadaki hava dışında soluyacakları bir başka hava, zaman dışında ayrıca sonsuzluk olmadı mı asla yaşayamazlar; bu sonsuzluk da gerçeğin ülkesidir işte. mozart'ın müziği ve senin büyük yazarlarının yapıtları da bunun içinde, kerametler gösteren, idealleri uğruna can veren…





s134

gerçek insanlardır ermişler, isa'nın kardeşleridir. bizler, bütün iyi işlerimiz, bütün yiğitçe düşüncelerimiz, bütün sevgilerimizle hayat boyu onların yolunda yürürüz. ermişler topluluğunu eskiden ressamlar altın bir gökyüzü içinde betimlemişlerdi, görkemli, güzel ve barışçıl. benim daha önce 'sonsuzluk' dediğim şeyden başkası değildir bu topluluk. zamanın ve görüngüler dünyasının ötesindeki ülkedir. bizim yerimiz de işte orası, yurdumuz orasıdır, gönlümüz oraya koşuyor bozkırkurdu, bu yüzden de ölümü özlüyoruz. sen goethe'ni, novalis'ini ve mozart'ını orada karşında bulacaksın yine, ben de kendi ermişlerimi, christoff er'i, nerili philipp'i ve bütün diğerlerini. başlangıçta koyu bir günahkâr yaşamı sürmüş pek çok ermiş vardır, günah da ermişliğe götüren bir yol işlevi görebilir, günah da kötülük de. güleceksin ama, belki dostum pablo da gizli bir ermiştir diye düşündüğüm oluyor çokluk. ah harry, evimize varmamız için pek çok pislik ve saçmalık içinden bata çıka yürümemiz gerekiyor! üstelik bize yol gösterecek kimsemiz de yok, tek kılavuzumuz yüreğimizdeki özlemdir."



s143

aralarından biri, "suratsız moruk," dedi benim için ve haklıydı. biraz moral bulmaya ve keyfimin yerine gelmesine çalıştımsa da, şaraptan tat alamadım, ikinci kadehi zor içtim. ve giderek bozkırkurdu'nun arkamda dikilmiş, bana dilini çıkardığı gibi bir duygu içimde yerleşmeye başladı. ne yapsam boştu, yanlış bir yerde bulunuyordum. doğrusu iyi niyetle kalkıp gelmiştim baloya; ama burada yüzümün gülmesi olanaksızdı, çevremde çın çın öten sevinç çığlıkları, kahkahalar ve bütün o çılgınca davranışlar bana aptalca ve yapmacık görünüyordu.



s151

ruhum hermine'nin gözlerinden bana bakıyordu adeta, bu bakışlar karşısında gerçek tümüyle çöktü, yıkıld



s154

pablo, küçük aynayı gözlerimin önüne tuttu. o anda bir çocuk şiirinden bir dize geldi aklıma: "aynacığım, aynacığım elimde." aynada bir hayal gördüm, biraz silik ve puslu, korkunç, kendi içinde devingen, kendi içinde fokurdayıp kaynayan bir hayal: kendimi, harry haller"i gördüm aynada ve bu harry haller'in içinde bozkırkurdu'nu, yolunu şaşırmış ve korkuyla bakan güzel ve ürkek kurdu gördüm, gözleri bazen hain hain, bazen mahzun parıldıyordu. bu kurt hayali, sürekli bir devingenlikle harry'nin içinden akıp gidiyordu, bir ırmağa karışan ve onu bulandırıp altını üstüne getiren değişik renkte bir çay gibiydi tıpkı, iki hayal birbiriyle boğuşuyordu, acıyla dolu, biri diğerini yiyip yutarak, bir biçim kazanmaya yönelik gerçekleşememiş bir özlemle dolup taşarak. yarı biçim kazanmış, akış halindeki kurt hayali o güzel ve ürkek gözleriyle aynadan mahzun mahzun bana bakıyordu.



s155

harry, ama şu andaki durumunuzla bu galeri içinden geçmeniz bir işinize yaramayacak, kişiliğim diye nitelemeye alıştığınız şey sizi engelleyecek, gözlerinizi kamaştıracaktır. zamanın aşılmasının, gerçeğe bağımlılıktan kurtulmanın, özlediğiniz şeye ne isim verirseniz artık, bunun kişilik dediğiniz şeyi üzerinizden sıyırıp atma isteğinden başka bir anlam taşımadığını kuşkusuz çoktan sezmişsinizdir. kişiliğiniz, içine kapatıldığınız bir hapishanedir. ve şimdi bu halinizle tiyatrodan içeri ayak atarsanız, her şeyi



s156

çok kısa bir an, bilip tanıdığım harry'yi gördüm aynada; ancak şimdi son derece keyifli, aydınlık, gülen bir yüzü vardı. ama kendisini tanımamla dağılıp parçalanması bir oldu, ikinci bir kişi çıktı içinden, derken bunu bir üçüncü, onuncu, yirminci kişi izledi, devcileyin aynanın yüzü baştan başa harry'lerle ya da harry'nin parçalarıyla doldu, sayısız harry'ler; her birini ancak bir şimşeğin çakıp sönüşü kadar kısa bir süre görüp tanıyabiliyordum. bu pek çok harry'den bazıları ben yaştaydı, bazıları benden yaşlı, yine bazıları dünya kadar yaşlıydı; diğer bazıları ise pek gençti, delikanlıydı bazıları, yeniyetme, okul öğrencileri, küçük afacanlar, küçük çocuklardı. elli ve yirmi yaşlarındaki harry'ler karman çorman koşuşuyor, hoplayıp zıplıyorlardı; otuz yaşında ve beş yaşında harry'ler, ağırbaşlı ve şen şakrak harry'ler, onurlu ve gülünç, iyi giyimli ve paçavralar içinde harry'ler, ayrıca çırılçıplak, saçsız ve uzun bukleli saçlarla harry'ler. hepsi de bendim bunların, her biri benim tarafımdan hemen görülüp tanınıyor, sonra ortadan kayboluyordu. çil yavrusu gibi dört bir yana dağılıyor, kimi sola, kimi sağa seğirtiyor, kimi aynadan içeri dalıyor, kimi de aynadan fırlayıp dışarı çıkıyordu. bir tanesi, genç ve şık giyimli biri, gülerek pablo'nun göğsüne sıçrayıp ona sarıldı ve onunla birlikte uzaklaşıp gitti. benim pek hoşlandığım, on altı ya da on yedi yaşında sevimli ve büyüleyici biri apar topar koridora attı kendini, yiyip yutarcasına bütün loca kapılarındaki yazıları okudu, ben de peşinden seğirttim, baktım bir kapının önünde durdu, kapının üzerindeki yazı şöyleydi.; “bütün kızlar senindir, delikten atılacak bir mark”



s26

sözde kişiliğinizin dağılmasıyla oluşan taşlardan. taşlar olmadan oynayamam çünkü."

bunun üzerine adam yüzüme bir ayna tuttu, aynada kişisel bütünlüğümün dağılarak pek çok ben'e ayrılmış olduğunu gördüm yeniden, hatta bana sayıları daha da artmış gibi geldi. ama ben'ler bu kez küçülmüştü, ele kolay gelecek büyüklükteydi. adam, parmaklarının sessiz ve emin devinimleriyle içlerinden birkaç düzinesini çekip aldı ve satranç tahtasının yanı başına koydu. sık sık yaptığı bir konuşmayı ya da verdiği bir dersi tekrarlar gibi monoton bir sesle şöyle dedi: “"insanın sözde her zaman bir birlik ve bütünlüğü içerdiğine ilişkin o yanlış ve sakıncalı görüşü biliyorsunuz. şunu da biliyorsunuz ki, insan bir yığın ruhtan, pek çok ben'den oluşur. sözde bütünlüğünü dağıtıp parçalayarak kişiliği pek çok ben'e ayırmak delilik sayılır, bilim şizofreni diye niteler bunu”



s183

elbette değil. âdem'in elmayı yemiş olması da onların suçu değil, yine de bunun cezasını ister istemez çekecekler."

“korkunnç bir şey bu”

“kuşkusuz; zaten yaşam her zaman korkunçtur. bizim suçumuz da değildir böyle oluşu, ama yine de sorumlusu bizleriz. insan doğuyor, hemen o anda da suç yükleniyor üzerine. bunu bilmiyorsanız, tuhaf bir din dersi almış derim sizin için."



s189
olağanüstü yeteneksiz birisiniz sevgili budala dostum, ama sizden ne istendiğini yavaş yavaş anlamış olacaksınız sanırım. gülmeyi öğreneceksiniz, sizden bu isteniyor. bu yaşamın mizahına, bu yaşamın kara mizahına akıl erdirmeniz gerekiyor. ama siz doğal olarak dünyadaki her şeye hazırsınız da, yalnızca sizden istenileni yapmaya hayır!








(Bay Haller) Ortaçağ'daki acımasızlıklara ilişkin bir söyleşinin ardından bana demişti ki: "Bu acımasızlıklar gerçekte acımasızlık değildir. Ortaçağ'ın insanı bizim bugünkü yaşam üslubumuzu bambaşka açıdan değerlendirir, tümüyle acımasız, dehşet verici ve barbarca görüp aşağılardı! Her çağ, her uygarlık, her gelenek ve görenek, kendine özgü bir üslubu içeri, kendisine yaraşır incelikleri ve sertlikleri, güzellikleri ve acımasızlıkları barındırır kendisinde, kimi acıları pek doğal karşılar, kimi kötülükleri, sabırla sineye çeker. Ne zaman ki iki çağ, iki uygarlık ve iki din birbiriyle kesişirse, işte o zaman insan yaşamı gerçek bir acıya, gerçek bir cehenneme dönüşür.


bütün o büyük acılara mal olan değişimlerin sonunda pek küçük bir şey ele geçirebilmişsem, bedelini ağır şekilde ödemek zorunda kalmıştım. Bir değişimden ötekisine yaşamım daha sert, daha çetin, daha yalnız ve tehlikelere daha açık bir durum almıştı.


...görün işte böyle insanlarız biz! görün işte, böyledir insan! tüm şan ve şöhretler, tüm akıllılıklar, tüm ussal kazanımlar, insanlığın yücelik, büyüklük ve kalıcılığına yönelik tüm tabular yıkılıp gidiyor, maskaraca bir oyuna dönüşüyorudu!
...hayır, bozkırkurdu'nun bakışı çağımızın, çağımızdaki bütün o yapmacık işgüzarlıkların, bencil, açgözlü çabaların, kendini beğenmiş, sığ entellektüelliğin yüzeysel oyununun içine sızıyordu.

senin hoşuna gidiyor, senin için bir değer taşıyorsam, senin için bir ayna oluşturuyorum da ondan; içimde bir şey var, sana yanıt veriyor, seni anlıyor. aslında bütün insanların birbirleri için bu tür aynalar oluşturması, birbirlerine böyle yanıt vermeleri ve uyum göstermeleri gerekir, ama işte senin gibi antika kişilerin işine akıl sır ermiyor, hemen bir büyüklenmişlik içine sürüklenip kendi dışındaki insanların gözlerinde hiçbir şey göremez, hiçbir şey duyamaz duruma geliyor,onlara ilgi duymaktan çıkıyor. böyle antika bir insan kendisine gerçekten içtenlikle bakan bir yüz gördü de bu yüzde bir yanıt gibi,bir akrabalık gibi bir şeyin varlığını sezdi mi, evet işte, bu kuşkusuz bir şenlik oluyor kendisi için.

insanların büyük çoğunluğu yüzmesini öğrenmeden yüzmek istemez. yüzmek istememeleri doğal, çünkü karada yaşamak için dünyaya gelmişler; suda değil. ve düşünmek istememeleri de doğal, çünkü yaşamak için yaratılmışlar; düşünmek için değil! evet, kim düşünürse, kim düşünmeyi kendisi için temel uğraş yaparsa bundan ileri bir noktaya ulaşabilir. ne var ki, karayla suyu değiş tokuş etmiştir. böyle biri bir gün gelip suda boğulur